16 Eylül 2015 Çarşamba

İngilizce Deyimler ve İfadeler 18


win-win (situation)


= good for everyone who is involved
    advantageous or satisfactory to all parties involved
    a cooperative agreement that is good for both people/companies

= iki tarafın da/tarafların kazançlı çıktığı/memnun olduğu durum
    iki tarafın da/tüm tarafların lehine/avantajına olan durum
    tarafların isteklerinin/çıkarlarının ortasının bulunduğu durum
    bir tarafın kazancının diğerinin kaybı olmadığı durum
    bir taraf kazanırken diğer tarafın kaybetmediği durum
    kazan-kazan durumu
    alan memnun satan memnun

ingilizce kazan-kazan alan memnun satan memnun
win-win situation english phrase


* Flexible working hours are a win-win situation for employers and employees.
  (Esnek çalışma saatleri işverenlerin de çalışan da lehine/avantajına/yararına olan bir durumdur.)

* The decision is a win-win for both sides.
  (Bu karar iki tarafın da lehinedir/Bu, iki tarafın da lehine/avantajına olan bir karardır.)
  (Bu, iki taraf için de olumlu bir karardır.)

* It appeared to be a perfect win-win situation.
  (Görünüşe göre tam bir kazan-kazan durumuydu.)
  (Herkesin/Tüm tarafların avantajına/lehine olan bir durum gibi görünüyordu/duruyordu.)

* It sounds like a win- win situation.
  (İki tarafın da kazançlı çıkacağı bir anlaşmaya benziyor/anlaşma gibi duruyor.)

* It's a win-win proposition for the buyer and the seller.
  (Alıcının da satıcının da memnun olacağı/kazançlı çıkacağı bir teklif/öneri.)

* This partnership will bring increased publicity to their company and new customers to ours. It’s a win-win situation.
  (Bu ortaklık, onların şirketlerinin bilinirliğini arttırırken bize de yeni müşteriler kazandıracak. Yani iki tarafında da kazançlı çıktığı bir durum.)

* You should always try and put yourself in a win win situation so that no matter what things will go your way.
  (Her ne olursa olsun işlerin/olayların senin istediğin gibi/doğrultuda gerçekleşmesi için daima uğraşıp/didinip kendini kazan-kazan durumuna sokmalısın/dahil etmelisin.)

* All intercultural encounters are a win-win for both parties, as they provide an opportunity for learning.
  (Öğrenim fırsatı/olanağı sağladığı için kültürlerarası buluşmaların/münakaşaların hepsi iki tarafın da kazancınadır/yararınadır.)

* Some stores will buy merchandise that other stores couldn't sell for a discounted price, this is considered a win win for both stores.
  (Birkaç mağaza, diğer mağazaların indirimli fiyatla satamadıkları/indirim yaptıkları halde ellerinde kalan ürünleri satın alacaklar, bu hem alıcı mağazanın ve hem de satıcı mağazanın avantajına/yararına olarak kabul ediliyor/görülüyor.)

* In theory this was supposed to be a win-win, since Google would be sending them traffic and they could make money on that traffic.
  (Teoride/Teorik olarak bunun iki tarafın da kazancına/yararına olması gerekiyordu/bekleniyordu, çünkü Google onları internet sistemine dahil edecek, onlar da internetten para kazanacaktı.)

* Fair trade is a win-win situation because both producers and consumer benefit.
  (Adil/Dürüst ticaret, hem üreticinin hem de tüketicinin yararına/kazancına olduğu için bir kazan-kazan durumudur.)

* The deal left each side to likely gain significantly so we had determined and labeled the deal a win win deal.
  (Anlaşma her bir tarafa/tarafların her birine beklenen/umulan kazancı sağlamıştı, bu yüzden anlaşmayı kararlaştırıp bir kazan-kazan anlaşması olarak niteledik.)

* The internship requirement for graduation has proved to be a win-win venture; companies receive the benefit of creative students with cutting-edge technical skills, while the students gain real-world experience in their chosen profession.
  (Mezuniyet/Mezun olmak için staj yapma zorunluluğunun bir kazan-kazan girişimi/müessesesi olduğu kanıtlanmıştır/ortaya çıkmıştır; öğrenciler seçtikleri mesleklerinde gerçek hayat tecrübesi elde ederlerken şirketler de en modern/ileri teknik becerilere/yeteneklere sahip yaratıcı öğrencilerden yararlanmaktadır.)

* Both sides had to think of the summit not as a chance for unilateral victory, but as a win-win game—and they did.
  (İki tarafın da zirveyi/toplantıyı tek tarafın elde edeceği bir zafer fırsatı olarak değil, aksine kaybedenin olmadığı bir oyun olarak görmesi gerekiyordu, öyle yaptılar da.)

* This is a win-win innovation—the kind of invention that makes you think it can really change the world.
  (Bu herkesin faydasına/kimseye bir zararı olmayan bir buluş/icat, size dünyayı gerçekten değiştirebileceğini düşündürten bir türden icat/buluş bu.)

* After all, the notion of win-win is so five minutes ago.
  (Ne de olsa/Zaten, herkes kazansın anlayışı/düşüncesi eskidenmiş/artık kalmadı/mazide kaldı/çoktan tarih oldu/düşüncesinin modası çoktan geçti.)

* Eating a salad dressing that contains a healthy fat is a win-win situation.
  (İçeriğinde yararlı/faydalı yağ bulunan/barındıran salata sosu yemek kişinin isteklerinin ortasının bulunduğu bir durumdur.)
  (Hem kuru kuruya lezzetsiz bir salata yememiş oluyorsun hem de yararlı yağ tüketmiş oluyorsun.)

* In other words they have managed to engineer a win-win situation for themselves, at the expense of their bitter rivals to the north of the island.
  (Başka bir ifadeyle/deyişle, adanın kuzeyindeki amansız/dişli rakiplerinin aleyhine olması sebebiyle iki türlü kazançlı çıktıkları bir durum meydana getirmeyi başardılar.)

* I'm truly confident that we can together win the future through a new win-win situation concept.
  (Her iki tarafın da kazanacağı yeni bir durum konseptiyle geleceği birlikte kazanabileceğimize tüm samimiyetimle inanıyorum/inancım tam.)

* We strive to establish a culture of cooperation that seeks to resolve the problems through a win-win approach.
  (Sorunlara, tüm tarafların kazançlı çıkacağı bir anlayışla çözüm bulunmasını amaçlayan bir işbirliği kültürü oluşturmak için çaba gösteriyoruz.)

* Remittances seem to be win-win situation both for the poorer recipient countries and the richer host nations.One country gets the money it so badly needs.the other country gets workers who are prepared to do the jobs that many non-immigrants are less willing to do.
  (İşgücü göçü her iki tarafın da , gönderen fakir ülkelerin de , talep eden zengin ülkelerin de çıkarına gibi görünüyor. Bir ülke çok ihtiyacı olan paraya kavuşurken diğer ülke yerlilerin pek yapmak istemedikleri işleri yapacak işçilere kavuşuyor.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder