22 Eylül 2015 Salı

Çeviri Çalışmaları 4

Çeviri çalışması yaptığım parçaya bu linkten ulaşabilir ve okuma parçasını anlamaya yönelik testleri cevaplayabilirsiniz.


ingilizce çeviri türkçe şehir tanıtımı
My Town english translation Turkish

İngilizce Türkçe Çeviri

Translation from English into Turkish


My Town - Newquay
(Benim Kasabam/Yaşadığım/Oturduğum Kasaba - Newquay)

by Alex Howarth, 14
(yazan 14 yaşındaki Alex Howarth)

I live in Newquay. It's a small town on the Atlantic coast in the south of England.
(Ben Newquay'de yaşıyorum/oturuyorum. Newquay, İngiltere'nin güneyinde Atlantik kıyısında küçük bir kasaba-dır.)
It has got great beaches and is the best place to surf in the UK.
(Burada/Newquay'de çok güzel/harika plajlar var/bulunuyor ve burası/Newquay, Birleşik Krallık'ta sörf yapılacak/yapmak için en güzel/uygun/elverişli yerdir.)
There are lots of surf school where you can learn how to surf.
(Sörf yapmayı öğrenebileceğiniz bir çok sörf kursu var/bulunuyor.)
I go surfing with my friends every weekend.
(Her hafta sonu arkadaşlarımla sörf yapmaya gidiyorum/giderim.)
My favourite place is Fistral Beach.
(-sörf için- En sevdiğim yer/Favori/Gözde yerim Fistral plajıdır.)
(En çok Fistral plajında sörf yapmayı seviyorum/sörf yapmak hoşuma gidiyor.)

I love Newquay because there are lots of other things to do as well as surfing.
(Newquay'i çok seviyorum çünkü burada sörfün yanı sıra yapacak bir sürü şey bulunuyor.)
If you like water sports, you can go kayaking, water-skiing or coasterring.
(Eğer su sporlarından hoşlanıyorsanız/hoşlanan biriyseniz, kano, su kayağı ya da kıyı traversi faaliyetlerinde bulunabilirsiniz.)
Coasteering is different because it is rock climbing, jumping into the sea and swimming in the same activity,
(Kıyı traversi farklı bir faaliyettir/etkinliktir çünkü aynı etkinliğin içerisinde kaya tırmanışı, denize atlama ve denizde yüzme etkinlikleri bulunmaktadır,)
but you should always go with a special instructor.
(ancak faaliyete/etkinliğe özel eğitmenlerle birlikte katılmanız iyi olacaktır/katılırsanız iyi edersiniz.)

If you like animals you can also visit the Blue Reef Aquarium and see lots of different fish and even sharks.
(Eğer hayvanları seviyorsanız/seven biriyseniz Mavi Resif Akvaryumunu ziyaret edip köpekbalıkları da dahil bir çok farklı balık görebilirsiniz.)
You can also go horse riding on the beach or visit Newquay zoo.
(Ayrıca/Bunun dışında sahilde at binmeye gidebilir ya da Newquay hayvanat bahçesini ziyaret edebilirsiniz/görebilirsiniz/gezebilirsiniz.)
There are lots of other attractions too like mini golf and bowling.
(Mini golf ve bowling gibi ilginizi çekecek başka bir çok şey de bulunuyor.)
(Mini golf ve bowling gibi başka bir çok eğlence faaliyetleri/etkinlikleri de bulunuyor.)
Come and see for yourself!
(Gelin ve kendiniz görün/yaşayın/şahit olun.)

----------- --------

* as well as
= in addition; besides
= yanı sıra, birlikte, ilaveten
  hem ... hem de
- To stay competitive, they will have to ramp up product development as well as cutting prices.
  (Rekabet gücünü sürdürebilmek/Rekabet edebilmek için/adına, fiyat indiriminin yanı sıra ürün geliştirmeye de ağırlık/hız vermek zorundalar.)
- She's got a goat, as well as six cats and three dogs.
  (Altı kedisi ve üç köpeğinin yanı sıra bir de/bir tane de keçisi var.)
- As well as birds, some mammals can fly.
  (Kuşların yanı sıra, bazı memeliler de uçabilir.)
- They speak French in parts of Italy as well as France.
  (Fransa'nın yanı sıra Italya'nın bazı bölgelerinde de Fransızca konuşulmaktadır.)
- He has experience as well as knowledge.
  (Hem bilgisi hem de tecrübesi var/Bilgisinin yanı sıra tecrübesi de var.)
- She works in television as well as writing children's books.
  (Çocuk kitapları yazmanın yanı sıra televizyonda da çalışıyor.)
- He gave me money as well as advice.
  (Öğüdün yanısıra bana para da verdi/Bana sadece öğüt vermedi, para da verdi.)
  (Bana hem öğüt hem de para verdi.)
- I love music as well as sports.
  (Sporun yanı sıra müzikten de hoşlanıyorum/müzik de hoşuma gider/müziği de severim.)
- He bought the farm as well as the house.
  (Evin yanıra çiftliği de satın aldı/Evle birlikte çiftliği de satın aldı.)
  (Sadece evi değil, çiftliği de satın aldı/Hem evi hem de çiftliği satın aldı.)
- She is charming as well as diligent.
  (Hamaratlığının yanı sıra aynı zamanda çekici de/güzel de/alımlı da.)
  (Sadece hamarat değil, aynı zamanda çekici de/güzel de/alımlı da.)
  (Hamarat olduğu kadar güzel de/alımlı da/çekici de.)
- He speaks French as well as English.
  (İngilizcenin yanı sıra Fransızca da biliyor/konuşabiliyor.)
- Born in 1964, Rama is an artist as well as a politician.
  (1964 yılında doğan Rama bir politikacı olmasının/siyasi kimliğinin yanı sıra aynı zamanda bir sanatçıdır da.)
- Smoking is dangerous, as well as making you smell bad.
  (Sigara içmek hem tehlikelidir hem de üstünü başını kokutur.)
  (Üstünü başını kokutmasının yanı sıra sigara içmek sağlığa da zararlıdır.)
- As well as breaking his leg, he hurt his arm.
  (Hem bacağını kırdı hem de kolunu incitti/Bacağını kırmasının yanı sıra kolunu da incitti.)
- I have to feed the animals as well as look after the children.
  (Hem hayvanları beslemek hem de çocuklara bakmak zorundayım.)
- It helps you find apps and settings, as well as files, on your PC.
  (Bilgisayarınızda dosyaların yanı sıra uygulama ve ayarları da bulmanıza yardımcı olur.)

* even
= hatta, bile, dahi
- Don't even touch me.
  (Bana dokunma bile.)
- Caffeine can also be found in energy and cola drinks and even in tea.
  (Kafein enerji ve kola/asitli içeçeklerde de bulunabiliyor, hatta çay da bile.)
- He can't even speak Turkish, let alone English.
  (Bırak İngilizce'yi Türkçe bile konuşamıyor.)
  (İngilizce şöyle dursun/İngilizce'yi geçtim, Türkçe bile konuşamıyor.)
- Even poisonous snakes will only attack if they feel threatened.
  (Hatta zehirli yılanlar bile sadece tehdit edildiklerini hissederlerse saldırırlar.)
  (... tehdit altında olduklarını hissederlerse/düşünürlerse ....)
- Some computers can even talk to you.
  (Kimi/bazı bilgisayarlar sizinle konuşabilirler bile.)
- Tom doesnt even know why he was expelled from school.
  (Tom okuldan niye/niçin atıldığını/uzaklaştırıldığını bile bilmiyor.)
- They even served champagne at breakfast.
  (Kahvaltıda şampanya bile vardı/servis ettiler.)
- I didn't even know you liked basketball.
  (Basketbolu sevdiğini bilmiyordum bile/basketbolu sevdiğinden haberim bile yoktu.)
- Sao Paulo is a huge city, larger even than New York.
  (Sao Paula New York'dan bile daha büyük bir şehirdir.)
- The task might be difficult, impossible even.
  (Verilen görev/vazife zor olabilir, hatta imkansız bile olabilir.)
- They didn't even offer me a cup of tea.
  (Bir bardak çay bile ikram etmediler/vermediler.)
- It is a very difficult job - it might even take a year to finish it.
  (Çok zor/zorlu bir iş. Bitirmesi/bitmesi bir sene bile sürebilir/alabilir.)
- If you don't even see the startup screen, you likely have a hardware problem.

  (Başlangıç/açılış ekranını bile görmüyorsanız/ekranı bile açılmıyorsa, büyük ihtimalle/kuvvetle ihtimal donanımsal arızanız vardır/var demektir.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder