29 Eylül 2015 Salı

İngilizce Deyimler ve İfadeler 22

vice versa


= with the order/meaning reversed
    in reverse order from that stated
    with the order changed, with the relations reversed
    conversely, contrariwise, inversely
    the other way around
    used to say that the opposite of a statement is also true

= aksine, tersine, ya da aksine, veya tersi
    karşılıklı olarak
    tam tersi de geçerlidir/doğrudur, bunun aksi de/zıttı da geçerli

vice versa ne demek nedir
vice versa english phrase idiom


* He doesn't trust her, and vice versa. = (He doesn't trust her. She also doesn't trust him.)
  (Ona güvenmez/güveni yoktur, o da aynı şekilde ona güvenmez/Birbirlerine güvenmezler.)

* You can save energy by saving water - and vice versa. = (You can save energy by saving water, and you can save water by saving energy.)
  (Suyu boşa harcamayarak/idareli kullanarak/Su tasarrufuyla enerji tasarrufu, enerjiyi boşa harcamayarak da/enerji tasarrufuyla da su tasarrufu sağlanabilir/yapılabilir.)

* She ended up having a lot of influence on his career, and vice versa. = (And he also ended up having a lot of influence on her career.)
  (Sonuçta ikisinin de kariyerlerinde/meslek hayatlarında birbirlerine çok etkileri/katkıları oldu.)

* I love her, and vice versa.
  (Onu seviyorum, o da beni seviyor/Ona aşığım, o da bana aşık/Birbirimizi seviyoruz/Birbirimize aşığız.)

* America is popular in Australia, and vice versa.
  (Amerika Avustralya'da, Avustralya da Amerika'da çok meşhurdur/bilinen bir ülkedir.)

* Everybody knows that he likes her and vice versa.
  (Herkes onların birbirlerini sevdiklerini bilir/biliyor.)

* Women may bring their husbands with them, and vice versa.
  (Bayanlar kocalarıyla gelebilirler/katılabilirler, erkekler de hanımlarıyla gelebilir/katılabilir.)

* The boys may refuse to play with the girls, and vice versa.
  (Erkekler kızlarla oynamak istemeyebiliyor ya da tam tersi kızlar erkeklerle oynamak istemeyebiliyor.)

* Should I come to your house or vice versa?
  (Ben mi senin evine gelsem ya da sen mi benim evime gelsen?)

* She gave him a kiss, and vice versa.
  (Kız onu öptü, o da kızı.)

* In Russia women hit you, and not vice versa.
  (Rusya'da kadınlar erkeklere vurur, erkekler kadınlara değil.)

* Teachers qualified to teach in England are not accepted in Scotland and vice versa.
  (İngiltere'de öğretmenlik yapmak için gerekli şartlara sahip olanlar İskoçya'da öğretmenlik yapamazlar, ya da tam tersi.)

* Dogs often chase cats but not usually vice versa.
  (Köpekler çoğu kere kedileri kovalar ama tersi genellikle olmaz/kediler köpekleri genellikle kovalamaz/nadiren kovalar.)

* Never use indoor lights outside and vice versa.
  (Asla iç aydınlatmayı dışarıda, dış aydınlatmayı da içeride kullanmayın.)

* Adjust the position of your keyboard and monitor to accommodate your body, not vice versa.
  (Klavyenizin ve monitörünüzün yerini vücudunuza göre ayarlayın, vücudunuzu klavyenize ve monitorünüze göre değil.)

* Go here to there, not vice versa.
  (Buradan oraya git, oradan buraya gelme/Oraya git ve kal orada/dönme/gelme buraya.)

* Fish can't live where we are most comfortable, and vice versa.
  (Balıklar bizim en çok rahat ettiğimiz yerde/biz insanların en çok rahat ettiği yerde/ortamda yaşayamaz, biz de/biz insanlar da aynı şekilde balıkların en rahat ettiği yerde/ortamda yaşayamayız.)

* Einstein showed that mass can be converted into energy and vice-versa.
  (Einstein kütlenin enerjiye ya da tam tersine enerjinin kütleye dönüştürülebileceğini gösterdi/kanıtladı/ortaya koydu.)

* Penguins can't live where flamingos live, and vice versa.
  (Penguenler flamingoların, flamingolar da penguenlerin yaşadığı yerde/ortamlarda yaşayamaz.)

* You cannot change your birthday from under 18 to over 18 or vice versa more than once.
  (Doğum tarihinizi 18 yaşın yukarısına ya da aynı şekilde 18 yaşın altına bir defadan fazla değiştiremezsiniz/en fazla bir defa değiştirebilirsiniz.)

* The partnership aims to help Polish businesses break into the American market and vice versa.
  (Kurulan ortaklık ile Polanya firmalarının Amerikan piyasalarına ve aynı şekilde Amerikan firmalarının da Polonya piyasalarına girmelerine/açılmalarına yardımcı/destek olunması hedefleniyor.)

* Data can be transmitted from the main computer to yours, and vice versa.
  (Karşılıklı olarak ana bilgisayardan sizinkine/sizin bilgisayarınıza ya da sizinkinden/sizin bilgisayarınızdan ana bilgisayara veri transferi/iletimi/aktarımı sağlanabilir.)

* You can cruise from Cairo to Aswan or vice versa.
  (Kahire'den Aswan'a gemiyle gidebilirsin, ya da tam tersi Aswan'dan Kahire'ye gemiyle gidebilirsin.)
  (Karşılıklı olarak Kahire ile Aswan arasında gemi seferleri var/bulunuyor/bulunmaktadır.)

* The boys teased the girls and vice versa.
  (Erkekler ve kızlar karşılıklı olarak birbirlerine sataştılar/şaka yollu takıldılar/birbirlerini kızdırdılar.)

* The camera can adjust for a light subject on a dark background, or vice versa.
  (Kamera ışıksız/aydınlık olmayan arka planda/ortamlarda ışıklı objelerin çekimi için ayarlanabilir ya da bunun tam zıttı ayarlama da yapılabilir.)

* If they go away, we have their children and vice versa.
  (Şehir dışına çıktıklarında çocukları bizde kalır/çocuklarına biz bakarız, aynı şekilde biz şehir dışındayken bizim çocuklar da onlarda kalır.)

* He refuses to believe anything they say and vice versa.
  (Onların söylediği hiçbir şeye inanmıyor/inanmayı reddediyor, onlar da aynı şekilde onun dediği hiçbir şeye inanmıyorlar.)

* As long as my friend Mike places first and my friend Joe places second, or vice versa, I will be happy!
  (Arkadaşım Mike birinci, arkadaşım Joe da ikinci olduğu/geldiği takdirde ya da tam tersi de olabilir, ben sevineceğim/sevinirim.)

* The police maintain she is lying and vice versa.
  (Polis onun, o da polislerin yalan söylediğini/konuştuğunu iddia ediyor.)

* Unfortunately, sopranos who sing like birds eat like horses, and vice versa.
  (Ne yazık ki kuş gibi şakıyan sopranolar at gibi yiyorlar, kuş kadar yiyenlerin de sesleri at gibi çıkıyor.)

* She's very angry with him and vice versa.
  (Birbirlerine çok kızgınlar.)

* Poor students pay less tuition fees to the university, and vice versa.
  (Durumu iyi olmayan öğrenciler düşük üniversite harcı ödüyor, durumu iyi olan öğrenciler de yüksek üniversite harcı ödüyor.)

* Copernicus was the first to suggest that the earth revolves around the sun, and not vice versa.
  (Kopernik, güneşin dünyanın etrafında değil, dünyanın güneşin etrafında döndüğünü iddia eden ilk kişiydi/insandı.)

* In essence, it allows politicians to choose their voters, instead of vice versa.
  (Esasında/Esas itibariyle seçmenlerin siyasileri/politikacıları seçmesi yerine/seçeceği yerde, siyasilerin/politikacıların seçmenlerini seçmelerine olanak sağlıyor/tanıyor.)

* On the principle of the enemy of my enemy is my friend, people who hate Muslims should love Jews, and vice versa.
  (Düşmanımın düşmanı dostumdur ilkesine/kaidesine göre müslümanlardan nefret eden/müslümanları sevmeyen insanların Yahudileri sevmesi gerekir, ya da bunun tam tersi.)

27 Eylül 2015 Pazar

İngilizce Deyimler ve İfadeler 21

feed someone a line


= to deceive someone, to trick someone
    to give someone false information
    to tell someone something which may not be completely true, often as an excuse
    to tell (someone) a story or an explanation that is not true

= kandırmak, aldatmak, yutturmak
    keklemek, oyuna getirmek, dümen yapmak
    yanlış bilgi vermek, yanıltmak

ingilizce deyim keklemek kandırmak dümen yapmak
feed someone a line english idiom 


* They fed me a line about Monday being a holiday, so I took the day off, and it wasn't.
  (Pazartesi tatil diye beni kandırdılar/oyuna getirdiler/bana yutturdular, bu yüzden ben de işe gitmedim, ama o gün tatil değildi/iş vardı.)

* What line did he feed you?
  (Seni nasıl/ne diyerek/neyle kandırdı?)

* She fed me a line about not having budgeted for pay increases this year.
  (Bu yıl maaş artışı için bütçe ayrılmaması konusunda beni kandırdı.)

* He fed me a line about how he was late because his car broke down.
  (Arabası bozulduğu için geç kalmasıyla ilgili bana yalan söyledi.)

* He was feeding me a line about his plans to open a new restaurant downtown.
  (Şehir merkezinde yeni bir restoran açma planlarıyla ilgili bana yanlış bilgiler veriyordu/beni kandırıyordu.)

* I knew that she was feeding us a line when she said she would pay her debt.
  (Borcunu ödeyeceğini söylediğinde bize yalan söylediğini biliyordum/anlamıştım/yalan söylediğinin farkındaydım.)

* She fed me a line about needing money for her sick brother.
  (Hasta erkek kardeşi için paraya ihtiyacı olduğunu söyleyerek beni kandırdı/kekledi/aldattı.)

* Gloria, don't let him feed you that line about his wife not understanding him.
  (Gloria, karım beni anlamıyor diyerek seni kandırmasına/yanıltmasına izin verme.)

* When I asked for a pay increase, the boss fed me a line about the number of contracts that had not been renewed.
  (Maaş zammını sorduğumda patron yenilenmeyen sözleşme/anlaşma sayısından söz ederek beni oyuna getirdi/yanılttı.)

* Mr. Jones promised Lousie a promotion, but soon she discovered that he was feeding her a line when he gave the promotion to somebody else.
  (Bay Jones Louise'e terfi sözü vermişti, ama çok geçmeden o göreve başkasını terfi ettirdiğinde Louise, Bay Jones'un kendisini kandırdığını/aldattığını anladı.)

24 Eylül 2015 Perşembe

Çeviri Çalışmaları 5

Çeviri çalışması yaptığım parçaya bu linkten ulaşabilir ve okuma parçasını anlamaya yönelik testleri cevaplayabilirsiniz.


ingilizce tatil programları etkinlik aktivite çeviri
adventure travel english turkish translation


İngilizce Türkçe Çeviri

Translation from English into Turkish


Time for an adventure?
(Maceranın zamanı gelmedi mi/Maceraya zamanınız var mı?)

Are you a bit bored with your nine-to-five routine?
(Her günkü sabah dokuz akşam beş rutininizden sıkıldınız mı?)
Have a look at our exciting range of holidays and decide what type of adventure you'd like.
(Heyecan verici tatil paketlerimize/çeşitlerimize göz atıp istediğiniz macera türüne karar verin/türünü seçin.)

Activity holidays
(Etkinlik/Hobi tatili/tatili programları)

Our activity holidays are for everyone, people who love danger or who just like sports.
(Etkinlik/Hobi tatili programlarımız risk tutkunu olan ya da yalnızca/salt spordan hoşlanan herkese yöneliktir.)
We have a huge variety of water, snow or desert holidays.
(Geniş çeşitlilikte/Onlarca su, kar ya da çöl aktiviteleri tatili programlarımız/paketlerimiz bulunuyor/bulunmaktadır.)
We'll take you scuba diving in the Red Sea or kayaking and white water rafting in Canada.
(Kızıldeniz'de tüplü dalış ya da Kanada'da kano ve köpüklü rafting etkinliklerine katılabilirsiniz.)
If you prefer snow, you can try skiing or snowboarding in the Alps or even igloo-building.
(Eğer daha çok kar sporlarını/aktivitelerini seviyorsanız/seven biriyseniz, Alpler'de kayak ya da snowboard yapabilirsiz ya da hatta eskimo evi bile inşa edebilirsiniz.)
For those who like warmer weather, we also have sandboarding (the desert version of skateboarding) or camel safaris.
(Daha sıcak havalardan/iklimlerden hoşlananlar için de aynı şekilde kaykayın çöl versiyonu olan kumda kaykay ya da deve safari/gezintisi aktivitelerimiz bulunuyor/bulunmaktadır.)


Polar expeditions
(Kutup keşif/gözlem gezileri)

Take a cruise to Antarctica or the northern Arctic; explore a land of white natural beauty and wonderful wildlife.
(Antartika ya da Kuzey Kutbuna gemiyle seyahat edip beyaz doğal güzelliğin ülkesini/topraklarını ve harika vahşi/doğal yaşamı keşfedin.)
Our experts will explain everything about the two poles as you watch the penguins in Antarctica or whales and polar bears in the Arctic.
(Siz Antartika'da penguenleri ya da Kuzey Kutbu'nda balinaları ve kutup ayılarını izlerken/seyrederken uzmanlarımızdan her iki kutupla da ilgili bütün bilgileri dinleyeceksiniz/öğreneceksiniz.)
There's no greater adventure than travelling to the ends of the earth.
(Dünyanın en ücra köşesine/noktasına seyahat etmekten daha büyük bir macera bulunmuyor/yaşayamazsınız.)
A once-in-a-lifetime experience!
(Hayatta bir kez/defa yaşanacak/yaşayabileceğiniz bir deneyimdir.)


Cultural journeys
(Kültür turları/gezileri)

Our cultural journeys will help you discover ancient civilisations: India, Thailand, Egypt and many more.
(Kültürel turlarımız/gezilerimiz Hindistan, Tayland, Mısır ve daha bir çok eski çağ medeniyetlerini/uygarlıklarını keşfetmenize yardımcı olacak.)
Visit temples, palaces and ancient ruins- just remember to bring your camera!
(Tapınakları, sarayları ve antik harabeleri gezin/görün. Siz sadece kameranızı getirmeyi unutmayın yeter.)
Get to know local ways of life by exploring markets, trying exotic foods and meeting local people.
(Pazarları keşfederek/gezerek, egzotik yiyeceklerin tadına bakarak ve yerli insanlarla tanışarak yörenin yaşam tarzlarını tanıyın/öğrenin.)


Trekking tours
(Trekking/Doğa yürüyüşü turları)

We have trekking holidays to famous places such as Machu Picchu or the Everest Base Camp Trek, as well as some nearer to home in the Highlands of Scotland.
(Kuzey İskoçya gibi ülkenize (İngiltere'ye) yakın yerlerin/noktaların yanı sıra Machu Picchu ya da Everest ana kamp noktası gibi meşhur/ünlü yerlere yönelik doğa yürüyüşü tatil programlarımız bulunuyor/bulunmaktadır.)
You don't need to be very sporty, just fairly fit.
(Son derece atletik/sportif olmanız gerekmiyor/şart değil, iyi/sağlam bir şekilde zinde/formda olun yeter/olmanız yeterli.)
You'll have a great time enjoying nature with a group of new friends.
(Bir grup yeni arkadaşlarınızla birlikte doğanın keyfini çıkartarak harika zaman geçireceksiniz.)
Some of the holidays include camping, but we'll transport the tents for you.
(Bazı tatil programlarımızda/paketlerimizde kamplı etkinlikler de yer almaktadır, fakat kalacağınız çadırları sizin yerinize biz taşıyoruz.)


Wildlife holidays
(Vahşi yaşam tatil programları)

We organise small group tours to get closer to nature in Africa, Asia or South America.
(Afrika, Asia ve Güney Amerika'daki doğaya/tabiata yakınlaşmak için/doğayı daha da yakından tanımak için küçük grup turları/küçük toplu turlar organize ediyoruz/düzenliyoruz.)
Go on safari in Africa and watch lions and giraffes.
(Afrika'da safariye çıkıp/katılıp aslan ve zürafaları gözlemleyin.)
Meet the famous turtles of the Galapagos Islands.
(Galapagos adalarının meşhur kaplumbağalarıyla tanışın.)
Look for tigers in India, or take an elephant safari in Sri Lanka.
(Hindistan'da kaplan gözlemlemeye çıkın ya da Sri Lanka'da fil safarisine/gezintisine katılın.)
We use local guides and stay in a range of accommodation, from tents to tree houses.
(Yerel rehberlerle hizmet vermekteyiz ve çadırdan tutun da ağaç evlere kadar çeşitli konaklama alternatifleri/olanakları sunmaktayız.)

------- ----------

* to be bored with
= ..den sıkılmak/bıkmak/usanmak
- The interviewers were bored with the repetitive comments.
  (Mülakat görevlileri birbirinin aynı görüşleri/cevapları duymaktan/dinlemekten sıkılmışlardı.)
- Tom was bored with his job.
  (Tom işinden sıkılmıştı.)
- A: I would like to return to my friends. B: I thought you were bored with them.
  (A: Arkadaşlarımın yanına dönmek istiyorum. B: Onlardan sıkıldığını sanmıştım.)
- Mary seems to be bored with the game.
  (Mary oyundan sıkılmış gibi görünüyor.)

23 Eylül 2015 Çarşamba

Gramer Notları 1

How to Read Years in English

(İngilizce'de Yılların Okunuşu)

ingilizce yılların okunuşu yazılışı
read years in English


1- If there are no thousands' or hundreds' digits, read the number as-is.
   (Eğer sayıda binler ve yüzler basamakları yoksa, sayı olduğu gibi/hiçbir değişiklik yapmadan okunur.)

0 > zero/oh                63 > sixty-three
7 > seven                   99 > ninety-nine

2- If there is a thousands' digit but the hundreds' digit is zero, you can read the number as "n thousand and x".
   (Eğer binler basamağı olup da yüzler basamağı da sıfır ise, sayı "... thousand and x" şeklinde okunur.)
   If the last two digits are zero, you leave off the "and x" part.
   (Son iki basamak-onlar ve birler basamağı- sıfır ise, "and x" kısmı atılır/söylenmez.)
 
1063 > one thousand and sixty-three           2007 > two thousand and seven
1000 > one thousand                                    2000 > two thousand

3- If the hundreds' digit is non-zero, you can read the number as "n hundred and x".
   (Eğer yüzler basamağı sıfır dışında bir rakam ise, sayı "... hundred and x" şeklinde okunur.)
   If the last two digits are zero, you leave off the “and x” part.
   (Son iki basamak-onlar ve birler basamağı- sıfır ise, "and x" kısmı atılır/söylenmez.)

645   > six hundred and forty-five              1453 > fourteen hundred and fifty-three
1200 > twelve hundred                                 600 > six hundred
2100 > twenty one hundred

4- The above rule produces some formal and old-fashioned names.
   (Yukarıdaki/Bir üsteki/3. kural bazı resmi ve eski usul okuyuşlar ortaya çıkarmaktadır.)
   Where it exists, it is acceptable to omit "hundred and".
   (3.kuralın olduğu yerde, "hundred and" kısmı atlanabilir/okunmayabilir.)
   If you do, and the tens’ digit is zero, you must read that zero as “oh”.
   (Eğer böyle yapılırsa ve de onlar basamağı sıfır ise, sıfırın "oh" şeklinde okunması gerekir.)

645   > six forty-five                             1453 > fourteen fifty-three
1908 > nineteen oh eight                       1106 > eleven oh six
2105 > twenty one oh five                     1960 > nineteen sixty

5- Finally, though uncommon it is possible to read the years in rule #2 using the systems for rules #3 and #4.
  (Son olarak da, gerçi pek yaygın değil ama, kural 2'deki yıllar 3. ve 4. kuralların sistemi/mantığı ile okunabilir.)

1054 > ten hundred and fifty-four / ten fifty-four
3026 > thirty twenty-six
2007 > twenty oh seven
2096 > two thousand and ninety six / twenty ninety-six
2000 > two thousand / twenty double oh

22 Eylül 2015 Salı

Çeviri Çalışmaları 4

Çeviri çalışması yaptığım parçaya bu linkten ulaşabilir ve okuma parçasını anlamaya yönelik testleri cevaplayabilirsiniz.


ingilizce çeviri türkçe şehir tanıtımı
My Town english translation Turkish

İngilizce Türkçe Çeviri

Translation from English into Turkish


My Town - Newquay
(Benim Kasabam/Yaşadığım/Oturduğum Kasaba - Newquay)

by Alex Howarth, 14
(yazan 14 yaşındaki Alex Howarth)

I live in Newquay. It's a small town on the Atlantic coast in the south of England.
(Ben Newquay'de yaşıyorum/oturuyorum. Newquay, İngiltere'nin güneyinde Atlantik kıyısında küçük bir kasaba-dır.)
It has got great beaches and is the best place to surf in the UK.
(Burada/Newquay'de çok güzel/harika plajlar var/bulunuyor ve burası/Newquay, Birleşik Krallık'ta sörf yapılacak/yapmak için en güzel/uygun/elverişli yerdir.)
There are lots of surf school where you can learn how to surf.
(Sörf yapmayı öğrenebileceğiniz bir çok sörf kursu var/bulunuyor.)
I go surfing with my friends every weekend.
(Her hafta sonu arkadaşlarımla sörf yapmaya gidiyorum/giderim.)
My favourite place is Fistral Beach.
(-sörf için- En sevdiğim yer/Favori/Gözde yerim Fistral plajıdır.)
(En çok Fistral plajında sörf yapmayı seviyorum/sörf yapmak hoşuma gidiyor.)

I love Newquay because there are lots of other things to do as well as surfing.
(Newquay'i çok seviyorum çünkü burada sörfün yanı sıra yapacak bir sürü şey bulunuyor.)
If you like water sports, you can go kayaking, water-skiing or coasterring.
(Eğer su sporlarından hoşlanıyorsanız/hoşlanan biriyseniz, kano, su kayağı ya da kıyı traversi faaliyetlerinde bulunabilirsiniz.)
Coasteering is different because it is rock climbing, jumping into the sea and swimming in the same activity,
(Kıyı traversi farklı bir faaliyettir/etkinliktir çünkü aynı etkinliğin içerisinde kaya tırmanışı, denize atlama ve denizde yüzme etkinlikleri bulunmaktadır,)
but you should always go with a special instructor.
(ancak faaliyete/etkinliğe özel eğitmenlerle birlikte katılmanız iyi olacaktır/katılırsanız iyi edersiniz.)

If you like animals you can also visit the Blue Reef Aquarium and see lots of different fish and even sharks.
(Eğer hayvanları seviyorsanız/seven biriyseniz Mavi Resif Akvaryumunu ziyaret edip köpekbalıkları da dahil bir çok farklı balık görebilirsiniz.)
You can also go horse riding on the beach or visit Newquay zoo.
(Ayrıca/Bunun dışında sahilde at binmeye gidebilir ya da Newquay hayvanat bahçesini ziyaret edebilirsiniz/görebilirsiniz/gezebilirsiniz.)
There are lots of other attractions too like mini golf and bowling.
(Mini golf ve bowling gibi ilginizi çekecek başka bir çok şey de bulunuyor.)
(Mini golf ve bowling gibi başka bir çok eğlence faaliyetleri/etkinlikleri de bulunuyor.)
Come and see for yourself!
(Gelin ve kendiniz görün/yaşayın/şahit olun.)

----------- --------

* as well as
= in addition; besides
= yanı sıra, birlikte, ilaveten
  hem ... hem de
- To stay competitive, they will have to ramp up product development as well as cutting prices.
  (Rekabet gücünü sürdürebilmek/Rekabet edebilmek için/adına, fiyat indiriminin yanı sıra ürün geliştirmeye de ağırlık/hız vermek zorundalar.)
- She's got a goat, as well as six cats and three dogs.
  (Altı kedisi ve üç köpeğinin yanı sıra bir de/bir tane de keçisi var.)
- As well as birds, some mammals can fly.
  (Kuşların yanı sıra, bazı memeliler de uçabilir.)
- They speak French in parts of Italy as well as France.
  (Fransa'nın yanı sıra Italya'nın bazı bölgelerinde de Fransızca konuşulmaktadır.)
- He has experience as well as knowledge.
  (Hem bilgisi hem de tecrübesi var/Bilgisinin yanı sıra tecrübesi de var.)
- She works in television as well as writing children's books.
  (Çocuk kitapları yazmanın yanı sıra televizyonda da çalışıyor.)
- He gave me money as well as advice.
  (Öğüdün yanısıra bana para da verdi/Bana sadece öğüt vermedi, para da verdi.)
  (Bana hem öğüt hem de para verdi.)
- I love music as well as sports.
  (Sporun yanı sıra müzikten de hoşlanıyorum/müzik de hoşuma gider/müziği de severim.)
- He bought the farm as well as the house.
  (Evin yanıra çiftliği de satın aldı/Evle birlikte çiftliği de satın aldı.)
  (Sadece evi değil, çiftliği de satın aldı/Hem evi hem de çiftliği satın aldı.)
- She is charming as well as diligent.
  (Hamaratlığının yanı sıra aynı zamanda çekici de/güzel de/alımlı da.)
  (Sadece hamarat değil, aynı zamanda çekici de/güzel de/alımlı da.)
  (Hamarat olduğu kadar güzel de/alımlı da/çekici de.)
- He speaks French as well as English.
  (İngilizcenin yanı sıra Fransızca da biliyor/konuşabiliyor.)
- Born in 1964, Rama is an artist as well as a politician.
  (1964 yılında doğan Rama bir politikacı olmasının/siyasi kimliğinin yanı sıra aynı zamanda bir sanatçıdır da.)
- Smoking is dangerous, as well as making you smell bad.
  (Sigara içmek hem tehlikelidir hem de üstünü başını kokutur.)
  (Üstünü başını kokutmasının yanı sıra sigara içmek sağlığa da zararlıdır.)
- As well as breaking his leg, he hurt his arm.
  (Hem bacağını kırdı hem de kolunu incitti/Bacağını kırmasının yanı sıra kolunu da incitti.)
- I have to feed the animals as well as look after the children.
  (Hem hayvanları beslemek hem de çocuklara bakmak zorundayım.)
- It helps you find apps and settings, as well as files, on your PC.
  (Bilgisayarınızda dosyaların yanı sıra uygulama ve ayarları da bulmanıza yardımcı olur.)

* even
= hatta, bile, dahi
- Don't even touch me.
  (Bana dokunma bile.)
- Caffeine can also be found in energy and cola drinks and even in tea.
  (Kafein enerji ve kola/asitli içeçeklerde de bulunabiliyor, hatta çay da bile.)
- He can't even speak Turkish, let alone English.
  (Bırak İngilizce'yi Türkçe bile konuşamıyor.)
  (İngilizce şöyle dursun/İngilizce'yi geçtim, Türkçe bile konuşamıyor.)
- Even poisonous snakes will only attack if they feel threatened.
  (Hatta zehirli yılanlar bile sadece tehdit edildiklerini hissederlerse saldırırlar.)
  (... tehdit altında olduklarını hissederlerse/düşünürlerse ....)
- Some computers can even talk to you.
  (Kimi/bazı bilgisayarlar sizinle konuşabilirler bile.)
- Tom doesnt even know why he was expelled from school.
  (Tom okuldan niye/niçin atıldığını/uzaklaştırıldığını bile bilmiyor.)
- They even served champagne at breakfast.
  (Kahvaltıda şampanya bile vardı/servis ettiler.)
- I didn't even know you liked basketball.
  (Basketbolu sevdiğini bilmiyordum bile/basketbolu sevdiğinden haberim bile yoktu.)
- Sao Paulo is a huge city, larger even than New York.
  (Sao Paula New York'dan bile daha büyük bir şehirdir.)
- The task might be difficult, impossible even.
  (Verilen görev/vazife zor olabilir, hatta imkansız bile olabilir.)
- They didn't even offer me a cup of tea.
  (Bir bardak çay bile ikram etmediler/vermediler.)
- It is a very difficult job - it might even take a year to finish it.
  (Çok zor/zorlu bir iş. Bitirmesi/bitmesi bir sene bile sürebilir/alabilir.)
- If you don't even see the startup screen, you likely have a hardware problem.

  (Başlangıç/açılış ekranını bile görmüyorsanız/ekranı bile açılmıyorsa, büyük ihtimalle/kuvvetle ihtimal donanımsal arızanız vardır/var demektir.)

Çeviri Çalışmaları 3

Çeviri çalışması yaptığım parçaya bu linkten ulaşabilir ve okuma parçasını anlamaya yönelik testleri cevaplayabilirsiniz.


ingilizce iş ilanı eleman aranıyor türkçe
jobs notices iş ilanı english


teen world jobs
(Gençler için işler)


classifieds

(Sarı sayfalar/gazete ilanları/küçük ilanlar)

Babysitter needed
(Çocuk bakıcısı aranıyor.)
We need a babysitter to look after our two boys aged 5 and 7 after school from 4 p.m.-6 p.m., 
(Okuldan sonra/Okul çıkışı akşam 4 ila 6 arası 5 ve 7 yaşlarındaki iki oğlumuzla ilgilenecek çocuk bakıcısı arıyoruz.)
Mon-Fri.
(Pazartesi'den Cuma'ya)
(=from Monday to Friday
£40 a week.
(-ücret- haftada/haftalık 40 pound/sterlin)
Call Mary on 678345211
(Mary'i 678345211 nolu telefondan arayabilirsiniz.)


&&&
Newspaper round before school
(Okuldan/Okula gitmeden önce gazete dağıtımı işi)

We need young people to deliver newspapers on Mon, Wed and Fri mornings.
(Pazartesi, Çarşamba ve Cuma sabahları gazete dağıtacak/dağıtımı yapacak gençler arıyoruz.)
The paper round takes 30 minutes in the village of Clanbrook.
(Clanbrook kasabasında gazete dağıtımı 30 dakika sürüyor/dakikada tamamlanıyor.)
Papers must be delivered before 8 a.m.
(Gazeteler sabah 8'den önce dağıtılmış olmalıdır.)
(Gazetelerin dağıtımı sabah 8'den önce bitmiş olmalıdır.)
and you must have your own bike.
(ve kendinize ait bir bisikletinizin olması gerekmektedir.)

Interested? Ask for more info at Clanbrook post office.
(İlan ilginizi çekti mi? Clanbrook postahanesinden daha fazla bilgi alabilirsiniz.)


&&&
Holiday job
(tatil işi/tatillik iş)

Do you want to earn some extra money this summer?
(Bu yaz fazladan/extra para kazanmak/ekstra bir gelir elde etmek ister miydiniz?)
Do you speak another language?
(Başka bir dil biliyor musunuz/konuşuyor musunuz/Bildiğiniz başka bir dil var mı?)
We need French, Spanish or German speakers to work for us in the City Museum shop Tuesday-Saturday.
(Salı ile Cumartesi günleri arası Şehir Müzesi dükkanımızda çalışacak Fransızca, İspanyolca ya da Almanca konuşabilen/dillerini bilen kişiler arıyoruz.)

Send your CV to citymuseum@shopjob.lkj
(CV'nizi citymuseum@shopjob.lkj adresine e-posta ile gönderiniz.)


&&&
Munchies Cafe
(Munchies Kafe)
Part-Time Work
(Yarı zamanlı iş)
We are looking for breakfast and lunchtime staff to work in our cafe on Saturdays.
(Cumartesi günleri kafemizde kahvaltı ve öğle servisinde çalışacak eleman arıyoruz.)

Come in (8 a.m. - 4 p.m.) or call Bella on 612398745 (after 4 p.m.)
(Gelin görüşelim (sabah 8 ile akşam 4 arası) ya da 612398745 nolu telefondan Bella'yı arayabilirsiniz. (akşam 4'den sonra)

------------ --------------
* to need
= to want, to look for
= istemek, talep etmek, aramak
- I need someone dependable to look after the children while I'm at work.
  (Ben işteyken çocuklara bakacak/çocuklarla ilgilenecek güvenilir birine ihtiyacım var/birini arıyorum.)
- We need a teacher to help this student starting in August.
  (Ağustos ayında başlayacak bir öğrenci için öğretmen arıyoruz.)

* to look after
= to take care of 
  to keep an/one's eye on
= bakmak, ilgilenmek, kollamak, sahip çıkmak, göz kulak olmak
- She looked after the child while I was out.
  (Ben dışarıdayken çocukla ilgilendi/çocuğa baktı.)
- We look after the neighbours' cat while they're away.
  (Onlar yokken komşularımızın kedisine bakıyoruz/kedisi ile ilgileniyoruz.)
- My uncle has been looking after us since my father passed away. 
  (Babam vefat ettiğinden beri/bu yana bizimle amcam ilgileniyor.)
- Their auntie looked after them while their mother was in hospital.
  (Anneleri hastanedeyken onlarla teyzeleri ilgilendi/onlara teyzeleri baktı.)
- I look after the office when my colleagues are away on business.
  (Çalışma arkadaşlarım iş gezisindeyken ofisi ben idare ediyorum/ofisle ben ilgileniyorum/ofise ben bakıyorum.)

* to call someone on (phone number)
= to call/reach someone through/at/on (phone number)
= bir kimseyi nolu telefondan/numaradan aramak
- Please call me on this number.
  (Lütfen beni bu numaradan ara.)
- You can call me on +2348035404891
  (Beni +2348035404891 nolu numaradan arayabilirsin.)

* to deliver
= to distribute, to bring or transport to the proper place or recipient
= dağıtmak, ulaştırmak
- She delivers the mail on my street.

  (Oturduğum caddede postaları o dağıtıyor/teslim ediyor/ulaştırıyor.)

20 Eylül 2015 Pazar

Listening & Watching 1

Translation from English to Turkish

İngilizce-Türkçe Çeviri Çalışması


Dersimizin listening/dinleme parçasına bu linkten ulaşabilirsiniz.
Metni okumadan önce beş defa dinleyin. Metni kabataslak okuyup konu hakkında fikir sahibi olduktan sonra beş defa daha dinleyin. Metni kelime, sıfat-isim tamlaması ve edat takımlarının manalarını çıkararak okuyun. Cümle tercümelerini yapın. En son beş defa daha dinleyin.

BBC Learning English 6 Minute English
Coffee Addiction


(Slurp of coffee)
(Kahveyi höpürdetme sesi)

Rob: Mmm! A quick sip of my coffee just to get me in the mood for today’s programme! Welcome to 6 Minute English from BBC Learning English. I’m Rob.
(Kahvemden hızlıca bir yudum almam beni hemen bugünkü programın havasına sokuyor/programa hazır hale getiriyor. Programımıza hoş geldiniz. Ben Rob.)

Finn: And I’m Finn. Rob, you seem to be enjoying that cup of coffee…
(Ve ben de Finn. Görünüşe göre/anlaşılan kahve içmeyi seviyorsun.)

Rob: Yes, indeed. I love all styles of coffee – that’s coffee made in different ways – you could say I am a coffee addict.
(Evet aynen öyle. Kahvenin tüm çeşitlerini çok seviyorum, ki farklı şekilde yapılan kahveler var, (yani) kahve tiryakisi/bağımlısı olduğum söylenebilir.)

Finn: An addict. That’s someone who likes doing a particular activity very much and they can’t stop doing it. And if you have a strong need to keep drinking coffee then we could say you have an addiction.
(Tiryaki/bağımlı. Belli bir şeyi yapmayı çok seven ve kendini yapmaktan alıkoyamayan kimse. Eğer kahve içmeye devam etmek için aşırı derecede arzu duyuyorsan, bağımlılığın olduğu söylenebilir/olduğunu söyleyebiliriz.)

Rob: That’s me! And that’s what we're talking about today – coffee addiction – and we’ll be talking about the dangers of drinking too much.
(İşte o benim/ben de aynen/tam öyleyim). Ayrıca bu bügün hakkında konuşacağımız şey, yani kahve bağımlılığı. Çok fazla (kahve) içmenin zararları hakkında da konuşacağız.)

Finn: Another word for drinking here is consuming. We'll look at some other coffee-related language in today’s programme, too. But first, Rob, how about a question?
(Burada içmeyle ilgili başka bir kelime de tüketme (kelimesi). Bugünkü programımızda kahveyle alakalı başka bazı kelimelere de göz atacağız. Fakat önce, bir soruya ne dersin Rob?)

Rob: Yes, of course. I have a coffee-related question to ask you. Do you know which country drinks the most coffee per person? Is it:
(Peki tamam. Size kahveyle alakalı bir sorum var. Kişi başına en fazla hangi ülkenin kahve içtiğini biliyor musunuz? O ülke aşağıdakilerden hangisidir:)

a) Egypt (Mısır)
b) Finland (Finlandiya)
c) Italy (İtalya)

Finn: I think they're all coffee-drinking countries but I’ll say b) Finland.
(Bence hepsi kahve içen ülkeler ama ben b (şıkkı) Finlandiya diyeceğim.)

Rob: OK. As always, I will let you know the answer at the end of the programme. OK Finn, I haven’t asked you yet if you drink coffee. So do you?
(Tamam. Her zaman olduğu gibi, sana cevabı programın sonunda söyleyeceğim. Pekala Finn, sana kahve içip içmediğini daha sormadım. -Kahve- İçer misin/içiyor musun?)

Finn: I do Rob, yes, but only in moderation – so that means not too much.
(Evet içiyorum Rob. Ama sadece kararınca/aşırıya kaçmadan. Yani çok fazla aşırı değil.)

I love the taste and the smell especially – we could call that the aroma 
(Tadını ve özellikle kokusunu seviyorum, aroma dediğimiz şey var ya.)

but it's the caffeine contained in the drink that can have a bad effect.
(Fakat kahvenin içinde olumsuz etki yapabilen kafein bulunuyor.)

If I drink too much it can give me headaches.
(Çok fazla içersem baş ağrısı yapabiliyor.)

Rob: Right. Well, for me, it's the caffeine that keeps me awake.
(Doğru. Kahvedeki kafein benim de uykumu kaçırıyor.)

It stimulates my brain – it makes me more alert – that's why we call caffeine a stimulant.
(Kafein beynimi uyarıyor, beni daha da canlandırıyor, zaten bu yüzden kafeine uyarıcı diyoruz.)

Caffeine can also be found in energy and cola drinks and even in tea.
(Kafein enerji ve kola/asitli içeçeklerde de bulunabiliyor, hatta çay da bile.)

Finn: The New Scientist magazine says caffeine is a ‘psychoactive drug’ and that 90% of people in the United States consume it every day.
(The New Scientist dergisi kafeinin bir psikoaktif ilaç olduğunu ve Birleşik Devletlerde insanların yüzde doksanının bunu her gün tükettiğini/kullandığını söylüyor/yazıyor.)

Rob: Psychoactive drug – so what does that mean?
(Psikoaktif ilaç ne demek?)

Finn: It's a drug that affects how a person feels and sometimes how they behave.
(İnsanların duyularını bazen de davranışları etkileyen bir ilaç/madde.)

The drug can be found in food like waffles and chewing gum, surprisingly – not just in drinks.
(İlaç/madde sadece içeceklerde değil, şaşılacak bir şekilde gözleme, sakız gibi yiyeceklerde de bulunabiliyor.

Rob: That’s why scientists who study public health are worried people don’t know how much caffeine they are taking.
(Halk sağlığı üzerine çalışan bilim adamlarının, insanların ne kadar kafein aldıklarının farkında olmamalarından endişeli olmaları/endişelenmeleri bu yüzden zaten.)

Finn: Indeed. Too much caffeine can lead to insomnia.
(Kesinlikle (çok haklısın). Aşırı derecede kafein uykusuzluğa yol açabilir.)

Rob: So that’s when you can’t sleep.
(Yani uyuyamadığın durum/hal.)

Finn: And indigestion.
(Ve sindirim güçlüğü.)

Rob: So that’s a pain in your stomach when it can’t process the food that you've just eaten.
(Yediğin yiyecekleri sindiremediğin zaman karnında duyduğun acı/sıkıntı.)

Finn: And finally, high blood pressure.
(Ve son olarak da yüksek kan basıncı (yüksek tansiyon/hipertansiyon).)

Rob: So blood flowing around your body at a higher pressure than is normal.
(Yani kanın vücudunda normalden daha fazla yüksek basınçla dolaşması/akması.)

That's dangerous. Well, sometimes drinking coffee does stop me sleeping and sometimes I feel very alert and then very lethargic – you know, that's not having any energy. But I still can’t give up!
(Tehlikeli bir şey (bir durum). Kahve içmek bazen beni uyutmuyor, bazen de acaip canlandırıyor, ardından da aşırı halsiz hissediyorum, yani hiç enerjim kalmıyor. Fakat hala bırakamıyorum/içmeye devam ediyorum.)

Finn: And Rob, you're not alone. We asked people on our BBC Learning English Facebook page how they felt about coffee, and we had a lot of responses.
(Yalnız değilsin Rob (senin gibi/senin durumunda olan bir sürü insan var). Facebook sayfamızda insanlara kahve hakkında duygularını sorduk ve bir çok cevap aldık.)

Rob: Yumiko says: “My happiest time is smelling coffee beans just after grinding it.
Yumiko diyor/demiş ki: En mutlu anım, çektirdikten/öğüttükten hemen sonra kahve çekirdeklerini kokladığım andır.

Fresh roasted coffee has a really good fragrance!
(Taze/yeni kavrulmuş kahvenin de gerçekten çok hoş bir kokusu oluyor.)

Fragrance is a word usually associated with perfume – but I think she just means the good smell.
(Fragnance genellikle parfümle alakalı bir kelime ama galiba güzel kokulu manası var.)

Finn: Samuele says: “One cup of good espresso is the daily energy for my body and mind”.
(Samuele demiş ki:  Bir fincan güzel bir espresso, vücudum ve zihnim için günlük enerjim demektir.)

Rob: And Rasha claims: “A cup of coffee every day is useful for our health”.
(Rasha da her gün bir fincan kahvenin sağlığımız için faydalı olduğunu iddia ediyor/etmiş.)

Finn: Ahmed loves coffee too, but he says: “Be aware that too much coffee is not good for your health”.
(Ahmed de kahveyi çok seviyor fakat demiş ki: Çok fazla kahve içmenin sağlığınıza zararlı olduğunu unutmayın.)

So, there seem to be some good effects and some bad – or negative – effects of drinking coffee, Rob.
(Görünüşe göre/anlaşılan Rob, kahve içmenin bazı olumlu ve olumsuz/kötü etkileri var.)

Rob: Well, I find that if I try to give up drinking coffee, I’ll also get headaches and feel tired.
(Şunu fark ettim/öğrendim ki, eğer kahve içmeyi bırakmaya çalışırsam, diğer bir yandan baş ağrılarım olacak ve yorgunluk hissedeceğim.)

Finn: And these are what we call withdrawal symptoms – the nasty physical and mental effects of stopping.
(Bunlara bırakmanın rahatsızlık verici fiziksel ve zihinsel etkileri denilen geri çekilme semptomları adını veriyoruz.)

Rob: Well, I may drink lots of coffee but not as much as people in another country.
(Çok kahve içiyor olabilirim ama diğer ülkelerdeki insanlar kadar çok değil.)

Finn, earlier I asked you if you knew the people of which country drink the most coffee?
(Finn, daha önce/programın başında sana en fazla kahveyi hangi ülkenin içtiğini/tükettiğini bilip bilmediğini sormuştum.)

Finn: And I said b) Finland.
(Ben de b (şıkkı) Finlandiya demiştim.)

Rob: And guess what – you were right!
(Bilin bakalım neymiş… doğru bilmişsin.)

Yes, the people of Finland consume an incredible 12 kilograms of coffee per person every year.
(Evet, Finlandiya halkı (Finlandiya’da insanlar) senede kişi başına ,inanılmaz bir rakam, 12 kilo kahve tüketiyor-muş).

That compares with the average consumption of 1.3 kilograms per person.
(Kişi başına 1.3 kiloluk ortalama tüketim ile kıyaslayın.)

OK Finn, before we go, there’s just time for you to remind us of some of the words that we heard today.
(Pekala Finn, -programı- kapatmadan/bitirmeden önce bugün duyduğumuz/öğrendiğimiz bazı kelimeleri bize hatırlatman için az bir vaktimiz var/kaldı.)

Finn: We heard: (Duyduğumuz kelimeler)

addict, consuming, in moderation, aroma, caffeine, stimulant, psychoactive drug, insomnia, indigestion, high blood pressure, lethargic, withdrawal symptoms

Rob: Thanks, Finn.

Finn: Thank you, Rob.

Rob: Do join us again for another edition of 6 Minute English from BBC Learning English. Bye for now!
(Başka bir programda tekrar bekleriz. Şimdilik hoşçakalın.)

Finn: Bye!