30 Aralık 2015 Çarşamba

Çeviri Çalışmaları 14

Harry: Tom, have you met your new neighbour yet?
Tom  : As a matter of fact, yes I have. He came round the other day asking if he could borrow some sugar.
Harry: Really? What's he like?
Tom  : Well, he comes across as being a little eccentric, but is in fact quite pleasant.
Harry: I heard he came into a fortune.
Tom  : Yes, that's right. His mother came down with pneumonia shortly after coming back from a holiday in India. Unfortunately, she died. She was 84! He was an only son.
Harry: I heard he has come up with the idea of renovating the ruined castle. That is wonderful!

come phrasal verbs
English Turkish Translating İngilizce Türkçe çeviri çalışması

------------------- ----------------
Harry: Tom, have you met your new neighbour yet?
to meet= tanışmak, karşılaşmak
* Have we met? You look familiar.
  (Tanışmış mıydık/Daha önce karşılaşmış mıydık? Tanıdık geliyorsun/Yabancı gelmiyorsun.)
neighbour= komşu
yet= henüz, daha
* Did you talk to your mom yet?
  (Annenle daha konuşmadın mı?)
(Tom, yeni komşunla daha tanışmadın mı?)

Tom  : As a matter of fact, yes I have. He came round the other day asking if he could borrow some sugar.
as a matter of fact= doğrusu, doğrusunu istersen, aslına bakarsan/bakılırsa
to come round/around= uğramak, ziyaret etmek, ziyarete gelmek
* He comes round once a week.
  (Haftada bir uğrar/ziyarete gelir.)
to come round/around phrasal verb hakkında ayrıntılı bilgi için tıklayınız
the other day= geçen gün, geçenlerde
to ask if= ..ıp ..mayacağını/.. mı diye sormak
* A: How much is this?
  (Bunun/Bu elbisenin fiyatı ne/ne kadar/bu kaç para?)
  B: I don't think this will fit you.
  (Onun/O elbisenin size olacağını/uyacağını sanmam.)
  A: Well, I didn't ask if it would fit, I asked how much it was.
  (-bana- olup olmayacağını/olur mu diye sormadım, fiyatını sordum/kaç para diye sordum.)
to borrow= ödünç almak
* I had to borrow a pen from the invigilator to do the exam.
  (Sınav sorularını yapabilmek için gözetmenden ödünç/kullanıp geri vermek üzere bir kalem almak zorunda kaldım.)
(Aslına bakılırsa evet tanıştım/tanıştık. Geçen gün biraz şeker alabilir miyim diye sormak için evime/bana uğradı/geldi.)

Harry: Really? What's he like?
to be like someone= birine benzemek
* She's not at all like her sister.
  (Kız kardeşine hiç benzemiyor/Kız kardeşinden bambaşka biri/Kızkardeşiyle alakası yok.)
(Öyle mi/Hadi ya? Nasıl birisi/Nasıl birine benziyor?)

Tom  : Well, he comes across as being a little eccentric, but is in fact quite pleasant.
to come across= izlenimi yaratmak/bırakmak, gibi gelmek/görünmek
* She comes across as a very cold person.
  (Çok soğuk biri gibi duruyor/gözüküyor/biriymiş izlenimi uyandırıyor.)
to come across phrasal verb hakkında ayrıntılı bilgi için tıklayınız
eccentric= garip/tuhaf bir kişi, aykırı, antika, kaçık
in fact= aslında, doğrusu, oysa
quite= oldukça
pleasant= hoş, sevimli, cana yakın
(Biraz tuhaf/garip biriymiş gibi duruyor ama aslında oldukça cana yakın/sevimli biri.)

Harry: I heard he came into a fortune.
to hear= duymak, işitmek, haber almak, öğrenmek
* I'll let you know if I hear anything.
  (Bir şey duyarsam/öğrenirsem sana haber veririm/bildiririm.)
to come into= mirasa konmak, miras olarak almak
* She came into a bit of money when her grandfather died.
  (Dedesi ölünce/öldüğünde ona bir miktar para miras kaldı.)
to come into phrasal verb hakkında ayrıntılı bilgi için tıklayınız
to come into a fortune= miras kalmak, mirasa konmak
(Ona miras kalmış/Mirasa konmuş diye duydum.)

Tom  : Yes, that's right. His mother came down with pneumonia shortly after coming back from a holiday in India. Unfortunately, she died. She was 84! He was an only son.
that's right= doğru, aynen öyle
mother= anne
to come down with= hastalanmak, hastalığa/hastalığına yakalanmak/tutulmak, hastalığı nedeniyle yatağa düşmek
* I think I'm coming down with a cold.
  (Galiba nezle oluyorum/nezleye yakalanıyorum.)
to come down with phrasal verb hakkında ayrıntılı bilgi için tıklayınız
pneumonia= zatürre
shortly after= ..den kısa bir süre sonra, hemen sonra/ardından/akabinde
* He left shortly after you did.
  (Senden hemen sonra/Senin hemen ardından o da çıktı/ayrıldı.)
to come back from= ..den geri gelmek, dönmek
holiday= tatil
unfortunately= maalesef, ne yazık ki
to die= ölmek
* She came into a bit of money when her grandfather died.
  (Dedesi ölünce/öldüğünde ona bir miktar para miras olarak kaldı.)
only= tek
son= erkek çocuk/evlat
(Evet, doğru. Annesi Hindistan tatilinden döndükten kısa bir süre sonra zatürreye yakalanmış. Maalesef ölmüş. 84 yaşındaymış. Tek çocuğuymuş o da.)

Harry: I heard he has come up with the idea of renovating the ruined castle. That is wonderful!
to come up with= (fikir vb) bulmak, üretmek, ortaya atmak, öne sürmek, önermek
* You won't come up with good ideas until you think outside the box.
  (Farklı açılardan bakmadıkça/Alışılmışın dışına çıkmadıkça iyi fikirler bulamazsınız.)
renovating= yenileme, restorasyon, onarım
ruined= harabe, yıkık, viran
castle= kale
wonderful= harika, çok güzel
(Harabe kalenin onarılmasını/yenilenmesini önermiş/onarımı fikrini/düşüncesini ortaya atmış diye duydum. Bu harika bir şey.)

İngilizce Deyimler ve İfadeler 81

to come down with (something)


= to become sick with some illness, to fall ill
    to catch or show signs of an illness
    to start to suffer from an illness, especially one that is not serious

= hastalanmak, bir hastalığa yakalanmak/tutulmak
    hastalıktan yatağa düşmek

ingilizce hastalanmak hastalığa yakalanmak yatağa düşmek
to come down with English phrasal verb


* Susan came down with a bad cold and had to cancel her trip.
  (Susan ağır bir gribe yakalandı ve seyahatini/gezisini iptal etmek zorunda kaldı.)
  (Susan çok kötü üşütünce/soğuk alınca/baya bir şifayı kapınca gezisini/seyahatini iptal etmek zorunda kaldı.)

* I didn't go to work because I came down with the flu.
  (Nezle/Grip olduğum için/Gribe yakalandığım için işe gitmedim.)

* Since the outbreak of measles, over 30 children have come down with the disease.
  (Kızamık salgını dolayısıyla 30'un üzerinde çocuk hastalandı/hastalığa yakalandı.)

* I think I'm coming down with a cold.
  (Galiba nezle oluyorum/nezleye yakalanıyorum/soğuk algınlığı geçiriyorum.)

* Thomas came down with chickenpox at the weekend.
  (Thomas hafta sonu suçiçeğine yakalandı/suçiçeği oldu/geçirdi.)

* The twins have come down with measles.
  (İkizler kızamıktan dolayı yatağa düştü/İkizler kızamığa yakalandılar.)

* Jon isn’t going to go with us tonight. He thinks he is coming down with the flu.
  (Jon bu akşam bizimle gelmiyor/gelmeyecek. Grip/Nezle olduğunu/Gribe yakalandığını düşünüyor/söylüyor.)

* You sound like you have a sore throat. I hope you don't come down with a cold before your exam.
  (Farenjit olmuşsun gibi duruyorsun. İnşallah/Umarım sınavlardan önce gribe yakalanmazsın/grip olmazsın.)

* I feel like I am coming down with something. I'm going to go to bed early tonight.
  (Sanırım hasta oldum/şifayı kaptım. Bu akşam erkenden yatacağım.)

* I can't come to your party, I’m coming down with a cold.
  (Partiye gelemiyorum, nezle olmuşum/oldum/Soğuk almışım.)

* She came down with a virus.
  (Bir virüse yakalanmış/Bir virüs kapmış.)

* I don't feel very well, I must be coming down with something.
  (Kendimi iyi hissetmiyorum, anlaşılan/öyle görünüyor ki/galiba hasta olmuşum/oldum.)

* Did you come down with a cold often this past winter?
  (Bu geçtiğimiz kış sık sık nezle oldun mu/gribe yakalandın mı?)

* With a scratchy throat and a cough, it feels like I'm coming down with a cold.
  (Boğazımda kaşıntı/gıcıklanma var ve öksürüyorum, öyle görünüyor ki/anlaşılan nezle olmuşum/üşütmüşüm/soğuk almışım.)

* Tom seems to be coming down with a cold.
  (Tom nezleymiş/üşütmüş gibi duruyor/görünüyor.)

* We all came down with the mumps.
  (Hepimiz kabakulak olduk/kabakulağa yakalandık.)

* After being out in the rain, George came down with a cold.
  (Yağmurda dışarıda kaldıktan sonra/kalınca George nezleye/gribe yakalandı.)

* Oh that new disease is terrible. I hope I don't come down with it.
  (Of bu yeni hastalık çok fena/berbat bir şey. İnşallah/Umarım o hastalığa yakalanmam.)

* Cover your mouth when you cough, or we're all gonna come down with a cold.
  (Öksürürken ağzını kapa, yoksa hepimiz nezle olacağız/gribe yakalanacağız.)

* Trinity was sent to the school nurse because she had come down with a fever.
  (Trinity, ateşi olduğu için/soğuk algınlığına yakalandığı için okul revirine sevk edildi/kaldırıldı.)

* Candice Swanepoel has come down with the flu days before the Victoria's Secret Fashion Show.
  (Candice Swanepoel, Victoria Secret defilesine günler kala grip oldu.)

* If you don't wear enough protective clothing during cold weather, you'll come down with something.
  (Soğuk havalarda yeterince koruyucu giysiler giymezseniz, hasta olursunuz/hastalığa yakalanırsınız/şifayı kaparsınız.)

* Martin, do you feel okay? It seems like you're coming down with something.
  (Martin, iyisin değil mi/hasta değilsin değil mi? Sanki hastaymışsın/hasta olmuşsun gibi duruyorsun/görünüyorsun.)

* A: I feel really tired and chilled.
  (Kendimi çok yorgun/bitkin hissediyorum ve üşüyorum.)
  B: You must be coming down with a cold.
  (Nezleye/Gribe yakalanmış olmalısın/Anlaşılan/Öyle görünüyor ki üşütmüşsün.)

* A: You don’t look too good.
  (Çok iyi görünmüyorsun.)
  B: I feel terrible.
  (İyi hissetmiyorum/İyi değilim/Kendimi berbat/çok kötü hissediyorum.)
  A: Are you coming down with a cold?
  (Nezle mi oluyorsun/Soğuk algınlığı mı geçiriyorsun?)
  B: I think so. I’d better buy lots of vitamin C.
  (Sanırım evet/Öyle görünüyor. Bol bol C vitamini alsam iyi olacak.)

* I eat a lot of fresh ginger during flu season because I don't want to come down with anything.
  (Bir hastalığa yakalanmamak/Hasta olmamak için grip mevsiminde bol bol taze zencefil tüketirim.)

* By Friday night Lucy had come down with a terrible illness that kept her feverishly in bed on Saturday, Sunday and Monday.
  (Cuma gecesi Lucy ağır bir hastalığa yakalandı ve hastalık nedeniyle Cumartesi, Pazar ve Pazartesi günleri ateşler içinde yatakta yattı.)

* In my opinion, people who have a poor diet are three times more likely to come down with something more often than people who have a healthy diet.
  (Benim düşünceme göre, sağlıksız beslenenler sağlıklı beslenenlerden üç kat daha fazla hastalığa yakalanma riskine sahiptirler.)

* Imagine the scenario: you are in a foreign country, you do not speak a word of the language and you come down with some mystery illness.
  (Şöyle bir durumun olduğunu/yaşandığını varsay: Yabancı bir ülkedesin, bir kelime bile dillerini bilmiyorsun/konuşamıyorsun ve gizemli bir hastalığa yakalanmışsın.)

* My head hurts, my eyes itch, my nose is running and I’ve got a high temperature. I must be coming down with the flu.
  (Başım ağrıyor, gözlerimde kaşıntı var, burnum akıyor ve ateşim de yüksek. Öyle görünüyor ki/Anlaşılan grip/nezle olmuşum/şifayı kapmışım/üşütmüşüm/soğuk almışım.)

* To avoid coming down with the illness, he recommends that elders, the very young, or caregivers receive flu shots.
  (Hastalığa yakalanmamak için/Hastalıktan korunmak için yaşlıların, gençlerin ve hasta bakıcıların grip aşısı olmalarını tavsiye ediyor/salık veriyor/olmaları tavsiyesinde bulunuyor.)

29 Aralık 2015 Salı

İngilizce Deyimler ve İfadeler 80

to come into line with


= to conform or cause to conform or agree

= uymak, uyuşmak, uyumlu olmak
    uyumlu hale gelmek/getirmek
   
ingilizce uymak uyumlu olmak, uyumlu hale getirmek
to come into line with English phrase

* They were persuaded to come into line with the party's policy.
  (Parti politikalarıyla uyumlu hareket etmeye razı oldular/etmeyi kabul ettiler.)

* He is not the sort of man to come easily into line with the rest of his colleagues.
  (O, diğer çalışma arkadaşlarıyla kolay kolay uyuşacak/çalışma arkadaşlarına uyum sağlayacak bir tip/biri değil.)

* Swiss alternative investment fund rules come into line with EU regulations.
  (İsviçre'nin/İsviçre'de alternatif yatırım fonu yasaları Avrupa Birliği yasaları ile uyumlu hale getiriliyor/AB yönetmeliklerine uygun hale getiriliyor.)

* He will soon be convinced of the correctness of the proposal and come into line with us.
  (Fazla uzun sürmez, teklifin uygun/münasip olduğuna ikna olup bize uyar/bizimle birlikte hareket eder.)

* Britain has come into line with other Western democracies in giving the vote to its citizens living abroad.
  (Britanya/Birleşik Krallık yurt dışında yaşayan vatandaşlarına oy kullanma hakkı vererek/tanıyarak diğer batılı demokrasilerle uyumlu hale geldi.)

* Why can't the British manage to come into line with most of the rest of the world and use standard international units of measurement?
  (İngilizler neden uluslararası standart ölçü birimlerini kullanıp dünyanın geri kalan büyük bölümüyle uyumlu hale gelmeyi halletmiyorlar?)

* The purpose of change application of the companies operating in the construction sector in Turkey are to come into line with changes in internal and external environment therefore adapt to intense competitive environment, oversee the interests of customers and employees, keep in the forefront efficiency and productivity, provide an easy fit to developments and the competition.
  (Türkiye’deki inşaat sektöründe faaliyet gösteren firmaların değişimi uygulama amaçları, iç ve dış çevredeki değişimlere uyumlu hale gelip bu sayede yoğun rekabet ortamına uyum sağlamak, müşterilerinin ve çalışanlarının çıkarlarını gözetmek, etkinliği ve verimliliği ön planda tutmak, gelişmelere ve rekabete kolay uyum sağlayabilmektir.)

28 Aralık 2015 Pazartesi

İngilizce Deyimler ve İfadeler 79

to come into the open


= to talk frankly/clearly
    to become evident or public
    to appear in public

= özgürce konuşmak, içini dökmek, açık konuşmak
    açığa/ortaya/meydana/su yüzüne çıkmak, öğrenilmek
    belli etmek, dışa vurmak, göstermek

açık konuşmak, ortaya çıkmak, açığa çıkmak, belli etmek
to come into the open English phrase


* Why don't you come into the open and say exactly what's on your mind?
  (Neden açıkça konuşup tam olarak ne düşündüğünü söylemiyorsun?)
  (Açık açık konuşup ne düşündüğünü tam olarak söylesene!)

* We have never let our dislike for him come into the open.
  (Onu sevmeyişimizi/Ondan hoşlanmayışımızı hiçbir zaman belli etmedik/göstermedik/açığa vurmadık.)

* Will you please come into the open? You're embarrassing me.
  (Açık konuşur musun lütfen? Beni şaşırtıyorsun.)

* When all of the deception has come into the open, the characters begin to accept each other.
  (Tüm dalavere ortaya çıktığında/öğrenildiğinde kişiler/olayın kahramanları birbirini normal karşılamaya başlar.)

* Everything that is hidden will eventually come into the open despite numerous attempts to omit facts by some "analysts".
  (Bir takım analistlerin gerçekleri es geçtikleri sayısız girişimlerine rağmen saklı/gizli olan her şey eninde sonunda açığa çıkacak.)

* His hatred of his brother would have come into the open long before if he had not left home at such an early age.
  (Şayet erken yaşlarda evden ayrılmamış olsaydı erkek kardeşine olan nefreti/düşmanlığı çok daha önceden/uzun sürmez açığa çıkardı/nefretini dışa vururdu.)

* Physical violence intended for women in virtual enviroment has caused to come into the open this topic which individuals hide in their subconsciousness.
  (Kadına yönelik fiziki şiddetin sanal ortamlarda yaşanması bireylerin bilinç altlarında saklı tuttukları bu konunun açığa çıkmasına neden olmaktadır.)

* Alzheimer's is a disease. Like Cancer once was, decades ago, it seems to be a hidden disgraceful ailment. It is NOT! Like cancer it has now come into the open.
  (Alzheimer bir hastalıktır. Eskiden, on yıllar öncesinde kanser hastalığında olduğu gibi, alzheimer da gizlenmesi gereken utanılacak bir hastalık olarak görünüyor. Bu doğru değil/yanlış. Kanser gibi o da artık meydana çıktı/insanlarca bilinmeye başladı.)

* They ask "Where does the Maestro stand?" "Why does he not come into the open?" I will answer the second question by saying that I have no need to "come into the open" because I have never been hiding.
  ("Maestro nerede duruyor, neden ortaya çıkmıyor/kendini göstermiyor?" diye soruyorlar. İkinci soruya şöyle diyerek cevap vereceğim: Benim ortaya çıkmama gerek yok, çünkü ben asla kendimi gizlemedim.)

* Thanks to the excavations around altar, the infrastructure of altar and a lot of superstructural architectural elements of it have come into the open and it is obvious now that there was another altar even before that Augustian one.
  (Altar çevresinde yapılan kazılarda; Altarın alt yapısı ve üst yapısına ait çok mimari elemanlar açığa çıkarıldı ve Augustus Döneminde yapılan Altardan önce yapılan eski bir Altarın varlığı kesinlik kazandı.)

25 Aralık 2015 Cuma

İngilizce Deyimler ve İfadeler 78

to come into prominence


= to become notable/important/famous/renowned/noticeable

= sivrilmek, ön plana/öne çıkmak, önem kazanmak, yıldızı parlamak
    dikkat çekmeye başlamak, kendini göstermek, göze çarpmak
    bilinen bir sima olmak, ünlenmeye/tanınmaya başlamak, isim yapmak, üne kavuşmak

ingilizce yıldızı parlamak öne çıkmak önem kazanmak sivrilmek dikkat çekmek
to come into prominence English phrase

* He came into prominence during the World Cup in Italy.
  (İtalya'daki Dünya Kupası'nda kendini gösterdi/dikkatleri çekmeyi başardı/yıldızı parladı.)

* She came into prominence as an artist in the 1960s.
  (Bir sanatçı/ressam olarak 1960'lı yıllarda ön plana çıktı/dikkatleri çekti/ünlendi/yıldızı parladı.)

* He came into prominence in the Cuba affair.
  (Küba meselesinde/sorununda ön plana çıktı/dikkatleri çekti/tanınmaya başladı.)

* He quickly came into prominence in medical circles.
  (Tıp dünyasında/çevrelerinde kısa sürede adını duyurdu/yıldızı parladı/isim yaptı.)

* Tales come into prominence in oral narrative traditions through their universal characteristics.
  (Sözlü anlatım türleri içinde masallar, evrensel nitelikleriyle ön plana çıkar/çıkmaktadır.)

* Tina Fey came into prominence as a writer and comedian on "Saturday Night Live".
  (Tina Fey, "Saturday Night Live" programında yazarlık ve komedyenlik özellikleriyle dikkatleri çekti/sivrildi/yıldızı parladı.)

* She first came into prominence as an artist in 1989.
  (Bir sanatçı/ressam olarak ilk 1989 yılında tanınmaya başladı/yıldızı parladı.)

* He is a young actor who has recently come into prominence.
  (Son zamanlarda dikkat çekmeye başlayan/yıldızı parlayan genç bir aktördür/oyuncudur.)

* She came into national prominence as an artist in the 1960s.
  (1960'lı yıllarda bir sanatçı/ressam olarak ulusal/ülke çapında bir üne kavuştu.)

* She first came into prominence during the late forties, when she starred in a few movies.
  (Bir kaç filmde başrol oynadığı kırklı yaşların sonlarına doğru bir üne kavuştu.)
  (İlk yıldızı parladığında/ünlü olduğunda bir iki filmde başrol oynadığı kırklı yaşların sonlarına gelmişti.)

* Wally came into prominence when he won the state championship.
  (Vally eyalet şampiyonluğunu kazandığında dikkatleri çekti/isim yaptı/üne kavuştu.)

* If a band becomes famous, they've come into prominence.
  (Eğer bir müzik gurubu ünlü oluyorsa, dikkatleri çekmişler demektir.)

* In 1965, two important figures came into prominence.
  (1965 yılında iki isim/şahsiyet dikkatleri çekti/ön plana çıktı.)

* He's obviously one of those officers who's come into prominence in Afghanistan.
  (O hiç şüphesiz Afganistan'da dikkatleri çeken/sivrilen askerlerden biridir.)

* This book is about research in architecture, a subject that has recently come into prominence.
  (Bu kitap/Elinizdeki bu kitap mimaride son zamanlarda önem kazanan/öne çıkan bir konuyla ilgili araştırma/çalışma hakkındadır/araştırmayı/çalışmayı içermektedir.)

* Today's data technologies are developing at a speed that is hard to keep up with. In this process, a factor coming into prominence as much as processing and presentation of data, is "storage requirements".
  (Günümüz veri teknolojileri, neredeyse hızına ayak uydurulamayacak bir ivmeyle gelişmektedir. Bu süreç içerisinde ise verilerin işlenmesi ve sunulması kadar ön plana çıkan faktör/unsur "depolama ihtiyaçları"dır.)

* BAHÇIVAN, adding new solutions of the period to its product range, such as Industrial Exhausters, Ventilator with Shutter and Draught Inducer, started to come into prominence in domestic exhibitions and sectoral magazines.
  (Ürün gamına sanayi aspiratörleri, kapaklı ve baca aspiratörleri gibi dönemin yeni çözümlerini ekleyen BAHÇIVAN, yurt içi fuarlarda ve sektörel dergilerde ön plana çıkmaya/dikkat çekmeye başladı.)

24 Aralık 2015 Perşembe

İngilizce Deyimler ve İfadeler 77

to come into collision 


= to crash together with a violent impact
    to conflict in attitude/opinion/desire

= (araba vb) çarpmak, çarpışmak
    çatışmak, tartışmak, ihtilafa düşmek, fikir ayrılığı yaşamak/çıkmak

ingilizce çarpışmak, çarpmak, ihtilafa düşmek, çatışmak
to come into collision English phrase

* Their car had come into collision with a lorry.
  (Arabaları bir kamyonla çarpışmıştı.)

* His car came into collision with a bus at the crossroads.
  (Arabası kavşakta/dört yolda bir otobüsle çarpıştı.)

* The two vehicles came into collision at great speed.
  (İki araç büyük bir süratle/hızla çarpıştılar.)

* Russian Bear aircraft could come into collision with UK aircraft, it has been suggested.
  (Rus savaş uçaklarıyla İngiliz uçaklarının havada çarpışabilecekleri söyleniyor/iddia ediliyor.)

* Do not let the digital control come into collision with other objects.
  (Elektronik kumandanın diğer nesnelere çarpmamasına dikkat edin.)

* "Fortunately for that fellow too," said Tip, "or he and I might have come into collision."
  (Tip, "o öğretim üyesi de şanslıymış yoksa o ve ben çatışabilirdik/ihtilafa düşebilirdik" dedi.)

* When principle and prejudice come into collision, principle retires and leaves prejudice the victor.
  (Prensip ile ön yargı çatıştığı/ters düştüğü zaman, prensip geri çekilir ve zafer ön yargının olur.)

* When her love and her conscience came into collision, as they did so often, her conscience won but her love did not diminish.
  (Aşkı ile vicdanı çatıştığı zaman/arasında kaldığı zaman, ki bu sık sık olurdu/bunu sık sık yaşardı, vicdanı galip gelirdi ama aşkı/sevgisi azalmazdı/aşkında azalma olmazdı.)

23 Aralık 2015 Çarşamba

İngilizce Deyimler ve İfadeler 76

to come into leaf/flower/blossom/bloom


= to start to produce leaves or flowers
    to start to produce leaves in spring
    to have or start growing leaves, at a particular time of year
    when a plant comes into leaf, it has or gets leaves on it
    (for a flower) to bloom, (for a plant, bush, or tree) to begin to have many blossoms

= yeşermek, dallanıp budaklanmak
    yapraklanmak, tomurcuklanmak, yaprak açmak/çıkarmak/vermek
    çiçeklenmek, çiçek açmak

ingilizce yeşermek çiçek açmak çiçeklenmek yapraklanmak dallanıp budaklanmak
to come into leaf to come into flower


* The roses are just coming into flower.
  (Güller yeni yeni/daha yeni açmaya/çiçek açmaya başladı/başlıyor.)

* The trees began to come into leaf.
  (Ağaçlar yeşermeye/yapraklanmaya başladı.)

* It is in early spring that daffodils come into bloom.
  (Fulya/Nergis çiçekleri baharın başında açarlar/çiçeklenirler.)

* When do they normally come into blossom?
  (Normalde/Genellikle ne zaman çiçek açarlar/çiçeklenirler?)

* Bulbs planted late in winter come into flower in early summer.
  (Kışın sonlarına doğru dikilen/ekilen çiçek/lale soğanları yazın başında çiçek açar/çiçeklenmeye başlar.)

* The crocuses are late coming into flower.
  (Safranların çiçeklenmesi gecikti.)

* Roses start to come into flower in June.
  (Güller Haziran'da çiçek açmaya başlar.)

* The bushes are just coming into leaf.
  (Fidanlar daha yeni yeşeriyor/yapraklanıyor/dallanıp budaklanıyor.)

* The trees have come into leaf early this year.
  (Ağaçlar bu sene erkenden yapraklanmaya/yeşermeye başladı.)

* Look at the roses are just coming into bloom.
  (Yeni yeni açan/çiçeklenen güllere bakın.)

* This rose comes into bloom later in the summer.
  (Bu gül-çeşidi/türü- yazın sonlarına doğru açar/çiçeklenir.)

* When do these bushes come into bloom?
  (Bu fidanlar ne zaman yeşeriyor/dallanıp budaklanıyor?)

* The forest was just coming into leaf.
  (Orman yeni yeni yeşeriyordu/daha yeni yeşermeye başlamıştı.)

* The trees have not yet come into leaf.
  (Ağaçlar henüz daha yeşermedi/Ağaçların henüz yaprakları çıkmaya başlamadı.)

* The lilacs have begun to come into flower.
  (Leylaklar çiçek açmaya başladı.)

* The hedgerows were just coming into leaf.
  (Çalılıklar yeni yeni yeşeriyordu/dallanıp budaklanıyordu.)

* There is a marked difference in the times trees come into leaf between London and North Wales.
  (Londra ile Kuzey Galler arasında ağaçların yeşermeye başladığı zaman/dönem bakımından belirgin/bariz bir fark vardır/bulunmaktadır.)

* The Japanese maple that stands across the drive had just come into leaf.
  (Araba yolunun/Caddenin ortasında duran/bulunan japonakçaağacı daha yeni yeşermişti/dallanıp budaklanmıştı.)

22 Aralık 2015 Salı

İngilizce Deyimler ve İfadeler 75

to come into the world


= to be born

= doğmak, dünyaya gelmek

ingilizce doğmak dünyaya gelmek
come into the world English phrase

* I came into this world nearly seventy years ago.
  (Bu dünyaya yaklaşık yetmiş yıl önce geldim/Bu dünyaya gelelik yaklaşık yetmiş yıl oldu.)

* Little Timmy came into the world on a cold and snowy night.
  (Bebek Timmy soğuk ve karlı bir gecede dünyaya gelmişti/doğmuştu.)

* I did not come into the world of own choice.
  (Kendi isteğimle dünyaya gelmedim/Doğmak/Dünyaya gelmek benim tercihim değildi.)

* He came into the world kicking and screaming just like the rest of us.
  (O da tıpkı diğerlerimiz gibi tepik atarak ve feryatlarla dünyaya geldi.)

* I came into the world a subject of King George the Third.
  (Ben Kral Üçüncü George'un bir kulu olarak dünyaya geldim/doğdum.)

* We come into this world crying while all around us are smiling.
  (Etrafımızdakiler gülümserken biz ağlayarak bu dünyaya geliyoruz/doğuyoruz.)

* Whatever comes into this world has to end too.
  (Doğan her şey ölümlüdür de.)

* Every child deserves to come into this world safe and sound.
  (Her çocuk bu dünyaya sağ salim bir şekilde gelmeyi hak ediyor.)
  (Sağ salim/Kazasız belasız bir şekilde bu dünyaya gelmek/doğmak her çocuğun hakkıdır.)

* Watching a baby come into this world is an amazing experience!
  (Bir bebeğin/çocuğun dünyaya gelişini izlemek müthiş/anlatılmaz bir deneyim!)

* Babies come into the world ready to learn language.
  (Bebekler dil öğrenmeye hazır bir şekilde/halde doğarlar/dünyaya gelirler.)

* Much unhappiness has come into the world because of bewilderment and things left unsaid.
  (Mutsuzluğun çoğu dünyaya şaşkınlık ve söylenmeden kalmış şeyler nedeniyle gelmiştir.)

* No individual has any right to come into the world and go out of it without leaving something behind.
  (Hiç kimsenin dünyaya gelip geride hiçbir şey bırakmadan dünyadan ayrılma hakkı yoktur.)

* You have come into a hard world. I know of only one easy place in it, and that is the grave.
  (Zorlu/Sıkıntılarla dolu bir dünyaya geliyoruz. Burada sadece bir tek rahat yer biliyorum, o da mezar.)

* Sex education is legitimate in that girls cannot be taught soon enough how children don't come into the world.
  (Cinsellik eğitimi kadınlar çocuk doğurmamayı/dünyaya getirmemeyi yeterince çabuk öğrenemezler diye yasaldır/verilmektedir.)

* We come into the world the way we come into the world, it's not our choice, but at lease we're here.
  (Doğarak bu dünyaya geldik, bu bizim seçimimiz/elimizde olan bir şey değildi, aman neyse buradayız işte/dünyaya gelmişiz işte.)

* I came into the world without anything. I will leave the world without anything but love. Everything else is borrowed.
  (Dünyaya geldiğimde/Doğduğumda hiçbir şeyim yoktu. Dünyadan göçerken de/Ölürken de aşktan/sevgiden başka bir şeyim olmayacak. Sevgiden başkası emanettir/borçtur/sana gerçekten ait değildir.)

21 Aralık 2015 Pazartesi

İngilizce Deyimler ve İfadeler 74

to come into question


= to become a matter for doubt and discussion
    to become an issue for further consideration or discussion

= gündeme gelmek, söz konusu olmak, konuşulmaya başlamak, konusu açılmak
    önem/ağırlık kazanmak
    tartışma konusu olmak/haline gelmek, tartışılmaya başlamak/devam etmek
    sorgulanmaya başlamak, sorgulanır hale gelmek

ingilizce gündeme gelmek tartışılmaya başlamak
come into question English phrase


* My manliness came into question when I started to like the colour pink.
  (Pembe rengini sevmeye başladığımda/başlayınca erkekliğim konuşulmaya/sorgulanmaya/tartışılmaya başladı.)

* On the manuscripts, problems with the orthography may come into question.
  (Yazma eserlerde yazımla ilgili sorunlar söz konusu olabilmektedir.)

* In this context, urban climate studies have come into question in recent years.
  (Bu bağlamda, kent iklimi konusundaki araştırmalar günümüzde giderek ağırlık kazanmaktadır.)

* Our Sunday Trading laws have come into question.
  (Pazar günü işyeri açma/ yasamız/kanunumuz tartışılmaya başladı.)

* If not, everybody's credibility will come into question, said Vondra.
  (Vondra, aksi takdirde herkesin itibarının sorgulanacağını belirtti/söyledi.)

* Credibility of Burma's elections comes into question over exclusion of Muslim minority.
  (Müslüman azınlığın dahil edilmediği/katılmadığı Burma'daki seçimlerin güvenilirliği tartışma yarattı/sorgulanmaya başladı.)

* We must defend Turkey or NATO alliance will come into question.
  (Türkiye'yi savunmak zorundayız, yoksa/aksi takdirde NATO ittifakı sorgulanır hale gelir/ittifakın itibarı konuşulmaya başlanır.)

* Ben Carson’s life stories come into question.
  (Ben Carson'ın hayat hikayeleri gündeme gelmeye/konuşulmaya başladı.)

* Recently, the cumulative costs associated with environmental mandates have come into question.
  (Son zamanlarda çevreyle ilgili mahkeme emirlerinin/kararlarının gittikçe artan/yükselen maliyetleri/bedelleri tartışma konusu olmaya/gündeme gelmeye başladı.)

* When the total solar eclipse came into question, Turkish people connected the eclipse with the earthquake dated 17.08.1999.
  (Güneş tutulması gündeme geldiğinde Türk halkı bunu 17.08.1999 depremi ile ilişkilendirdi.)

* The ethics of being ethical come into question as our urban fabric crumbles.
  (Kent dokumuz bozuldukça/parçalandıkça ahlakilik kuralları gündeme gelmeye başlıyor.)

* Chism murder trial ends for the day after competency comes into question.
  (Chism cinayet davası sanığın yargılanma ehliyetiyle ilgili tartışmaların başlamasının ertesi günü sona erdi.)

* Giants' Fitness Comes Into Question After Loss to Eagles
  (Eagles yenilgisinin ardından Giantslar'ın formu/form durumu tartışılmaya başladı.)

* John Travolta's sexuality has come into question once again, with a new lawsuit claiming he sexually assaulted a male masseur.
  (Erkek bir masöre cinsel tacizde bulunduğu iddiasıyla/suçlamasıyla açılan yeni bir davayla/davanın ardından John Travolta'nın cinsellliği bir kez daha gündeme gelmeye/tartışılmaya/konuşulmaya başladı.)

* Multicultural education has been a matter come into question and discussed in all of the countries recently.
  (Çokkültürlü eğitim son zamanlarda tüm ülkelerde önem kazanmaya ve tartışılmaya başlanmıştır.)

* Beginning with Democratic Party and the establishment of other various parties of different political tendencies, liquidation of the single-party era regulation has come into question.
  (Başta Demokrat Parti olmak üzere farklı siyasi eğilimlerden çeşitli partilerin kurulmasıyla birlikte tek parti döneminden kalan düzenlemelerin tasfiyesi gündeme gelmiştir.)

* "Strategy" term which is used when issues such as economy and foreign policy come into question and "criticism" term which is used issues such as art and politics come into question are prolific thought processes providing development and transformation of societies.
  (Ekonomi ve dış politika gibi konular gündeme geldiğinde kullanılan "strateji" terimi ve sanat ve siyaset konuları gündeme geldiğinde kullanılan "eleştiri" terimi, toplumların gelişme ve değişmesini sağlayan üretken düşünce süreçleridir.)

* Especially by improving technology, communication means, globalization, emerging of new markets at the commercial areas, opportunities presented by the internet channel, and by the information concept that stands just in the middle of these technologies; miscellaneous changes and developments have come into question in both individual and institutional base.
  (Özellikle gelişen teknoloji, iletişim olanakları, küreselleşme, ticari alanlarda yeni pazarların ortaya çıkması, internetin mecra olarak sunduğu olanaklar ve bu teknolojilerin tam ortasında yer alan bilgi kavramı ile gerek bireysel, gerek kurumsal temelde yaşanan çok yönlü değişimler ve gelişmeler söz konusu olmuştur.)

* In recent years, the environment consisting of soil, water and air, is polluted due to agricultural production, in other words environmental pollution has come into question as a major problem.
  (Toprak, su ve havadan oluşan çevrenin, tarımsal üretim nedeniyle kirlenmesi diğer bir ifadeyle tarımsal kaynaklı çevre kirliliği son yıllarda önemli bir sorun olarak gündeme gelmektedir.)

* In the globalizing world, privatization practices has gained a big momentum since 1980. Such practises came into question since 1984 in Turkey  and in this context choosen the way of privatization of KITs which play an important role in development of country.
  (Küreselleşen dünyada özelleştirme uygulamaları 1980’li yıllardan itibaren büyük bir ivme kazanmıştır. Bu uygulamalar Türkiye’de de 1984 yılından itibaren gündeme gelmiş ve bu çerçevede ülke kalkınmasında öncülük yaparak ekonomide önemli roller üstlenen KİT’lerin özelleştirilmesi yoluna gidilmiştir.)

18 Aralık 2015 Cuma

İngilizce Deyimler ve İfadeler 73

to come into possession of

to come into one's possession


= to have/take possession of
    to find, to obtain, to get

= mülkiyetine geçmek/girmek, eline geçmek
    sahibi olmak, temellük etmek
    bulmak, temin etmek

eline geçmek bulmak temin etmek
come into possession of come into one's possession


* She came into possession of a rare silver coin.
  (Gümüş bir nadir sikke/madeni para buldu/Eline gümüş bir nadir sikke geçti.)

* May I ask how it came into your possession?
  (Elinize nasıl geçtiğini/Nereden bulduğunuzu sorabilir miyim?)

* When I received my inheritance I came into possession of several rare coins.
  (Mirasımı aldığımda türüne az rastlanır/az bulunur bir kaç madeni para sahibi oldum/elime geçti.)

* At the same time, some other information came into my possession.
  (Aynı zamanda elime bazı başka bilgiler de geçti/bazı başka bilgiler de öğrendim.)

* My father himself told me how our family came into possession of the necklace.
  (Gerdanlığın ailemizin eline nasıl geçtiğini bana bizzat babam anlatmıştı.)

* No people come into possession of a culture without having paid a heavy price for it.
  (Ağır bedel ödemeden bir kültür sahibi olan hiçbir halk/topluluk yoktur.)

* What should I do if I unexpectedly come into possession of a firearm?
  (Beklenmedik bir şekilde elime ateşli bir silah geçerse/ateşli bir silah bulursam ne yapmalıyım/ne yapmam gerekiyor?)

* How did you first come into possession of the account?
  (Hesabı ilk nasıl edindiniz?)

* I have come into possession of evidence of a crime from a client. What do I do?
  (Bir müvekkilim bana bir suç delili verdi/Bir müvekkilimden bir suç delili elime geçti/öğrendim. Ne yapayım?)

* How did Muslims (Arabs) come into possession of Greek philosophical and scientific texts?
  (Müslümanlar yani Araplar Yunanlılar felsefe ve bilimsel metinlerine/eserlerine nasıl sahip oldular/ulaştılar?)
  (Yunanlıların felsefe ve bilimsel metinleri/eserleri müslümanların yani Arapların eline nasıl geçti?)

* We have recently come into possession of a couple copies of Elliot first two films "They Killed My Cat" and " Stalker and the Hero".
  (Geçenlerde Elliot'un ilk iki filmi olan "They Killed My Cat" ve " Stalker and the Hero" filmlerinden bir iki adet elimize geçti/bulduk.)

* On March 31st 1917 the United States came into possession of the famous Virgin Islands in the Caribbean.
  (31 Mart 1917 tarihinde Birleşik Devletler Karayipler'deki ünlü Virgin adalarının sahibi oldu/adalarını topraklarına kattı.)

* Good Evening. I hope you'll excuse me if I appear a trifle excited.... but I've just come into possession of a cure for insomnia.
  (İyi akşamlar. Biraz heyecanlı gözükmemi umarım mazur görürsünüz, uykusuzluk hastalığının ilacı elime geçti de.)

İngilizce Deyimler ve İfadeler 72

to come into focus


= to become clear, to start to be seen clearly and sharply
    to start to notice more
    if something comes into focus, people start to talk about it and pay attention to it

= belli olmak, belirginleşmek, açık ve belirgin olmak/hale gelmek
    anlaşılır olmak, netlik kazanmak, aydınlanmak

ingilizce belirginleşmek belli olmak ortaya çıkmak
come into focus English phrase


* These issues have recently come into sharp focus.
  (Bu konular son günlerde iyice ayyuka çıktı/herkesin dilinde.)

* When I got glasses suddenly the whole world came into focus.
  (Gözlüğü taktığımda/takınca bir anda bütün dünya/her taraf daha net görünmeye başladı/her tarafı net bir şekilde görmeye başladım.)

* The importance of support and resistance will come into focus very soon.
  (Israr etmenin ve direnmenin önemi çok yakında daha iyi anlaşılacak.)

* When he started asking me for money, his true intentions came into focus.
  (Benden para istemeye başladığında gerçek niyeti belli oldu/ortaya çıktı/gerçek niyetini belli etmiş/göstermiş oldu.)

* Foggy economics in Macedonia come into focus.
  (Makedonya ekonomisindeki belirsizlikler ortaya çıkıyor/kendini göstermeye/belli etmeye başlıyor.)

* 2006 will be remembered by climatologists as the year in which the potential scale of global warming came into focus.
  (2006 yılı iklim bilimciler tarafından/açısından küresel ısınmanın potansiyel çapının netlik kazandığı/kendini iyice belli ettiği bir yıl olarak hatırlanacak/anımsanacak.)

* Dad's face gradually came into focus in the viewfinder.
  (Babamın yüzü yavaş yavaş kadrajda/vizörde daha net görünmeye başladı.)

* The question of compensation comes into focus.
  (Tazminat konusu/sorunu kendini göstermeye/ortaya çıkmaya başlıyor.)

16 Aralık 2015 Çarşamba

İngilizce Deyimler ve İfadeler 71

to come into contact with


= to touch someone or something, to be exposed to
    to meet up with and learn about someone or something
    to be in a place where you meet someone or experience something

= temas etmek, dokunmak, maruz kalmak
    iletişime/temasa geçmek, iletişim/bağlantı/temas kurmak
    karşılaşmak, tecrübe etmek

ingilizce temas etmek bağlantı kurmak
come into contact with English phrase


* How many people have come into contact with the sick man?
  (Hasta adamla/kişiyle/Hastayla kaç kişinin teması oldu/olmuş?)

* Don't ​let that ​glue come into contact with ​your ​skin.
  (O tutkal derine temas etmesin/O tutkalın derine/vücuduna temas etmesine izin verme/etmemesine dikkat et.)

* She first came into contact with Japanese culture last year.
  (Japon kültürüyle ilk defa geçen sene tanıştı/temas kurdu.)

* I come into contact with all kinds of people in my work.
  (İş yerimde/İşim gereği her türlü insanla muhatap oluyorum/karşılaşıyorum.)

* Have you come into contact with anyone with the ​disease?
  (Bu hastalığa/virüse yakalanmış birine dokundun mu veya yakınında bulundun mu?)

* Many ​tribes ​became ​extinct when they came into contact with ​Western ​illnesses.
  (Batı kökenli hastalıklara maruz kalmalarıyla bir çok kabilenin soyu kurudu/kabile ortadan kalktı.)

* When water comes into contact with air, carbon dioxide is released.
  (Su havayla temas ettiğinde/edince, karbon dioksit açığa çıkar.)

* Don't ​let the ​cloth come into contact with anything ​greasy.
  (Elbiseni yağlı bir şeye değdirme/Elbisenin yağlı bir şeye değmemesine dikkat et.)

* He came into contact with almost no one.
  (Hemen hemen/Neredeyse hiç kimseyle teması olmadı/kimseye dokunmadı/kimseyle görüşmedi/bağlantıya geçmedi.)

* Have you ever come into contact with trigonometry before?
  (Daha önce hiç trigonometri görmüş müydün/Trigonometriyle daha önce hiç ilgilendin mi?)

* I have never come into contact with anything so difficult.
  (Çok zor bir şeyle hiç karşılaşmadım/Çok zor bir şey hiç yaşamadım.)

* Could she have come into contact with the disease at school?
  (Hastalığı/Virüsü okulda/okuldan kapmış olabilir mi?)

* He comes into contact with all kinds of people.
  (Her türlü insanla karşılaşıyor/temas kuruyor.)

* I phoned the doctor as soon as I found out I had come into contact with someone who had Swine Flu.
  (Domuz gribi bulaşmış/gribine maruz kalmış birine temas ettiğimi/dokunduğumu anladığım/öğrendiğim/fark ettiğim gibi hemen doktoru aradım.)

* By studying overseas, students can come into contact with other manners and customs.
  (Yurt dışında eğitim görerek öğrenciler başka örf ve adetler ile temas kurabilirler/tanışabilirler/adetleri tecrübe edebilirler.)

* If your origami comes into contact one of these candles, it will catch fire.
  (Origaminiz bu mumlardan biriyle temas ederse tutuşur/ateş alır.)

* We came into contact with this vessel en route to our second destination.
  (İkinci varış noktamızın rotasında/noktamıza giderken bu gemiyle karşılaştık/karşımıza bu gemi çıktı.)

* Do not let the solvent come into contact with the sealing lips of the oil seals.
  (Solventin, yağ keçelerinin sızdırmazlık halkalarına temas etmesine izin vermeyin/temas etmemesine dikkat edin.)

* I did not come into contact with any Muslim before I embraced Islam. I read the Qur'an first and realized no person is perfect, Islam is perfect, and if we imitate the conduct of the Holy Prophet... we will be successful.
  (İslam dinine girmeden/Müslüman olmadan önce hiç bir müslümanla tanışmamıştım. İlk Kuran'ı okudum ve anladım ki kimse kusursuz değil, kusursuz olan İslam dini ve eğer Sevgili Peygamberimizin davranışlarını/ahlakını taklit edersek/uygularsak/örnek alırsak başaracağız.)

15 Aralık 2015 Salı

İngilizce Deyimler ve İfadeler 70

to come into power/office


= to have a political control in a country or an area
    to accede to power or office

= iktidara/yönetime/göreve/iş başına gelmek/geçmek

ingilizce iktidara gelmek göreve gelmek yönetime gelmek
to come into power English phrase

* When did this government come to power?
  (Bu hükumet ne zaman iktidara geldi?)

* The economy was quite good when Bush came into office.
  (Bush iktidara geldiğinde ekonomi oldukça iyi durumdaydı.)

* Obama praises Buhari for coming into office with clear agenda
  (Obama'dan şeffaf/net bir ajandayla göreve/iktidara gelen Buhari'ye övgü)

* The party came into power at the last election.
  (Parti son seçimde iktidara geldi.)

* How did the Nazis come into power in Germany?
  (Naziler Almanya'da nasıl iktidara geldi?)

* Dictators can come into power in a variety of different ways.
  (Diktatörler çok değişik yollarla/yöntemlerle iktidara gelebilirler.)

* Is the claim that Hitler came into power democratically justified?
  (Hitler'in demokratik yollarla/bir şekilde iktidara geldiği iddiası doğru mudur?)

* The Great Depression helped the Nazi come into power in 1933.
  (Nazilerin 1933'de iktidara gelmesinde Büyük Buhran'ın katkısı oldu/olmuştur.)

* The provisional government came into power six months ago.
  (Geçici hükumet altı ay önce yönetime/iktidara geldi/gelmişti.)

* He came into office in 1820 and served three terms.
  (1820'de iktidara geldi/başa geçti ve üç dönem görev yaptı.)

* When the Conservatives came into power they continued these policies.
  (Muhafazakarlar/Sağcılar iktidara geldiklerinde/başa geçtiklerinde bu politikaları sürdürdüler/devam ettirdiler.)

* After coming into power, the President tried to resolve the conflict.
  (İktidara gelmesinin ardından başkan anlaşmazlığı/ihtilafı çözmeye/gidermeye çalıştı/uğraştı.)

* In 1603, when King James I came into power, football was allowed again.
  (1603'te Kral James iktidara geldiğinde, futbol tekrar serbest bırakıldı/futbola tekrar izin verildi.)

* The new right-wing government that came into power in July halted the sale, claiming irregularities.
  (Temmuz ayında iktidara gelen yeni sağ/sağcı/muhafazakar hükümet, usulsüzlük yapıldığı iddiasıyla satışı durdurdu.)

* Since Barack Obama has come into office, has federal spending not gone up and the deficit gone down?
  (Barack Obama'nın iktidara/göreve gelmesinden beri/bu yana, kamu harcamaları artmayıp bütçe açığı azaldı mı?)

İngilizce Deyimler ve İfadeler 69

to come into view/sight 


= to start to be able to be seen, to appear
    to become visible; to move closer so as to be seen

= görünmek, görünmeye başlamak
    görüş açısına/alanına girmek,
    ortaya/meydana çıkmak, belirmek, belirivermek

görünmek, belirmek, ortaya çıkmak
come into view English phrase


* The ship soon came into view.
  (Gemi çok geçmeden görünmeye başladı/beliriverdi.)

* The tall buildings of the city came into sight first.
  (İlk olarak şehrin yüksek binaları/gökdelenleri görünmeye başladı/göründü.)

* The cloud lifted, and the tops of the mountains suddenly came into view.
  (Bulutların kalkmasıyla/dağılmasıyla bir anda dağların zirvesi/dorukları ortaya çıktı/beliriverdi/görünmeye başladı.)

* A large herd of elephants came into view in the distance.
  (Uzakta kalabalık bir fil sürüsü beliriverdi/göründü.)
 
* Another ship suddenly came into view.
  (Aniden bir gemi daha beliriverdi/ortaya çıktı.)

* As we turned the corner, the distant mountains came into sight.
  (Virajı döndüğümüzde/aldığımızda uzaktaki dağlar görünmeye başladı.)

* As we turned the corner, the top of the Eiffel Tower came into view.
  (Köşeyi döndüğümüzde Eyfel Kulesi'nin en üst katı görünmeye başladı.)

* As we drove over the hill, the ocean came into view.
  (Tepeyi aştığımızda okyanus görünmeye başladı.)

* The mountains were just coming into view.
  (Dağlar yeni yeni görünmeye başlıyordu.)

* A bicycle came into sight on the main road.
  (Ana yolda bir bisiklet ortaya çıktı/beliriverdi.)

* The small island came into sight.
  (Küçük ada göründü/görünmeye başladı/görüş alanına girdi.)

* As we went around the corner, the lake came into view.
  (Virajı döndüğümüzde göl göründü/karşımızdaydı.)

* The castle came into sight as we went round a bend in the road.
  (Yolda virajı döndüğümüzde/aldığımızda kale görünmeye başlamıştı/görüş alanımıza girdi.)

14 Aralık 2015 Pazartesi

İngilizce Deyimler ve İfadeler 68

to come into being


= to start to exist, to begin existence
    to be born, to form, to come to life
 
= var olmak, var olmaya başlamak, meydana çıkmak
    oluşmak, vücut bulmak, yaratılmak, doğmak

oluşmak, ortaya çıkmak, meydana gelmek, kurulmak
come into being English phrase


* This idea came into being during the last decade.
  (Bu düşünce/fikir son on yılda ortaya çıktı/doğdu.)

* The new law comes into being next month.
  (Yeni yasa gelecek ay çıkıyor/çıkacak.)

* We do not know exactly how life first came into being.
  (Yaşamın/Hayatın ilk olarak nasıl başladığını/ortaya çıktığını tam olarak bilmiyoruz.)

* How do new words come into being?
  (Yeni sözcükler/kelimeler nasıl oluşuyor/türetiliyor?)

* The single market came into being in 1993.
  (Ortak Pazar 1993 yılında oluştu/doğdu/kuruldu.)

* When did this organization come into being?
  (Bu organizasyon/örgüt/kuruluş/dernek ne zaman kuruldu/ortaya çıktı?)

* Do you know how the orcs first came into being?
  (Orkların ilk nasıl ortaya çıktığını biliyor musun?)

* Do you know when the first parliament came into being?
  (İlk parlamentonun/meclisin ne zaman var olduğunu/oluştuğunu/kurulduğunu biliyor musun?)

* The Internet didn't just come into being spontaneously. It is the result of decades of research and development.
  (İnternet öylece kendiliğinden ortaya çıkmadı/meydana gelmedi. İnternet onlarca yıllık araştırma ve geliştirmenin ürünüdür/sonucudur.)

* Sociologists would like to study how this phenomenon came into being.
  (Sosyologlar bu olayın/hadisenin/vakanın nasıl ortaya çıktığını/meydana geldiğini/yaşandığını araştırmak/incelemek isterler.)

* How did the world come into being?
  (Dünya nasıl meydana geldi/oluştu?)

* No one knows when the Earth came into being.
  (Yeryüzünün/Dünyanın ne zaman oluştuğu/meydana geldiği bilinmemektedir.)

* All living creatures are thought to descend from an organism that came into being three billion years ago.
  (Tüm yaşayan canlıların üç milyar yıl önce meydana gelen/ortaya çıkan bir organizmadan türediği düşünülmektedir/türediğine inanılmaktadır.)

13 Aralık 2015 Pazar

İngilizce Deyimler ve İfadeler 67

to come into force


= (of a law, rule, etc.) to start being used
    to become applicable, to active
    to become valid or active (of a law, regulation etc.)
    to enter into force

= yürürlüğe girmek, uygulamaya konulmak, meriyete girmek
    yürürlük/geçerlilik kazanmak

ingilizce yürürlüğe girmek uygulamaya konulmak
to come into force English phrase


* When do the new regulations come into force?
  (Yeni düzenlemeler/yönetmelik/mevzuat ne zaman yürürlüğe giriyor/girecek?)

* The new law does not come into force until February of next year.
  (Yeni yasa/kanun bir dahaki senenin Şubat ayına kadar/ayından önce yürürlüğe girmeyecek.)

* That requirement will come into force on 19 September 2016.
  (Bu koşul/şart 19 Eylül 2016'da uygulamaya konulacak/geçerlilik kazanacak.)

* The reforms will come into force on 1 January 2016.
  (Reformlar 1 Ocak 2016'da yürürlüğe girecek/uygulamaya konulacak.)

* The law on the minimum wage is due to come into force in 2016.
  (Asgari ücretle ilgili yasa 2016 senesinde yürürlüğe girecek/yürürlük kazanacak.)

* These rates will come into force from 1 October 2016.
  (Bu oranlar/fiyat listeleri 1 Ekim 2016'dan itibaren geçerli olacak.)

* The original plan was for the reform treaty to come into force on January 1st.
  (En başta planlanan, reform anlaşmasının 1 Ocak'ta yürürlüğe girmesiydi.)

* The government next announces that measures are due to come into force that will change the whole process.
  (Hükumet yetkililerince yapılan son açıklamada tüm süreci değiştirecek tedbirlerin/önlemlerin yürürlüğe gireceği/uygulamaya konulacağı duyuruldu.)

* The new traffic regulations come into force tomorrow.
  (Yeni trafik düzenlemeleri/yönetmeliği/mevzuatı yarın yürürlüğe giriyor.)

* The document is expected to come into force in January 2016.
  (Belgenin Ocak 2016'da yürürlüğe girmesi bekleniyor.)

* All of the signatories, including the EU, must ratify the treaty for it to come into force.
  (Anlaşmanın yürürlüğe girebilmesi için AB de dahil olmak üzere sözleşmeye taraf tüm ülkeler tarafından onaylanması gerekiyor.)

* The Convention against Corruption was adopted by the UN General Assembly on October 15th and came into force on December 1st.
  (Yolsuzlukla Mücadele Sözleşmesi/Konvansiyonu BM Genel Kurulu'nda 15 Ekim'de kabul edildi ve 1 Aralık'ta yürürlüğe girdi.)

* But the Netherlands is not the only country preventing the agreement from coming into force-- there are still many countries yet to ratify the agreement.
  (Ancak anlaşmanın yürürlüğe girmesini engelleyen tek ülke Hollanda değil. Anlaşmayı henüz/daha onaylamayan pek çok ülke var.)

12 Aralık 2015 Cumartesi

İngilizce Deyimler ve İfadeler 66

to come into existence


= to come about, to be created

= meydana gelmek, ortaya çıkmak, oluşmak, hasıl olmak
    var olmak, türemek, var olmaya başlamak, kurulmak

ingilizce meydana gelmek oluşmak ortaya çıkmak türemek
come into existence English phrase


* The universe came into existence with a big bang.
  (Evren/Kainat büyük patlama ile/sonucunda oluştu/meydana geldi.)

* There are many ways in which new words come into existence.
  (Yeni kelimeler türetmenin/oluşturmanın bir çok yolu/yöntemi vardır/bulunuyor.)

* When did atheism come into existence?
  (Ateizm ne zaman ortaya çıktı?)

* Malaysia came into existence in 1957.
  (Malezya 1957 senesinde kuruldu.)

* Pakistan came into existence as an independent country in 1947.
  (Pakistan 1947 yılında bağımsız bir ülke olarak varlık kazandı/kuruldu.)

* This law came into existence in 1918.
  (Bu yasa 1918 yılında çıktı/oluşturuldu.)

* The council does not come into existence until September 2016.
  (Meclis/Konsey Eylül 2016'ya kadar/2016'dan önce kurulmaz.)

* The first electric calculator came into existence toward the end of the 19th century.
  (İlk elektrikli hesap makinesi 19. yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıktı/üretildi.)

* The earth came into existence about five thousand million years ago.
  (Yeryüzü/Dünya yaklaşık beş milyar yıl önce meydana geldi.)

* Modern cosmology believes the universe to have come into existence about 15 billion years ago.
  (Modern evrenbilimi kainatın/evrenin yaklaşık 15 milyar yıl önce meydana geldiğine inanmaktadır/düşünmektedir.)

İngilizce Deyimler ve İfadeler 65

to come into effect/operation (from)


= if a new rule or law comes into effect, it starts to be used
    to start doing something
    to come into use; to begin to apply
    to start working; to start having an effect
    to come/enter into force
    to become enforceable/applicable

= yürürlüğe girmek, uygulamaya konulmak/geçmek
    kullanılmaya başlanmak, uygulanmaya başlamak
    faaliyete geçmek, hayata geçirilmek, işletmeye başlamak

ingilizce yürürlüğe girmek uygulamaya konmak hayata geçirilmek
come into effect English phrase

* New controls come into effect next month.
  (Yeni düzenlemeler önümüzdeki/gelecek ay uygulamaya konuluyor/konulacak.)

* The law came into effect on New Year's Day.
  (Yasa yeni yılın ilk gününde/1 Ocak'ta yürürlüğe girdi/uygulamaya konuldu.)

* The new Council Tax rates came into effect from 1st April.
  (Yeni belediye vergisi oranları 1 Nisan'dan itibaren yürürlüğe girdi/uygulamaya konuldu.)

* The new safety regulations come into effect at the beginning of the month.
  (Yeni güvenlik mevzuatı/yönetmeliği ay başında/bu ayın başında yürürlüğe giriyor/girecek.)

* The new rules come into operation from next week.
  (Yeni yasalar gelecek haftadan itibaren/başlayarak yürürlüğe giriyor/girecek.)

* The new rules will come into effect on the 1st of January.
  (Yeni yasalar 1 Ocak'ta yürürlüğe girecek/uygulamaya konacak.)

* The new tax rules come into effect from next Monday.
  (Yeni vergi kanunları gelecek/önümüzdeki Pazartesi'den itibaren yürürlüğe giriyor/girecek.)

* When the changes come into effect, productivity is certain to rise.
  (Değişiklikler/Düzenlemeler hayata geçince/geçtiğinde verimlilik mutlaka/kesinlikle artacak/yükselecek.)

* The new tax system comes into effect next year.
  (Yeni vergi sistemi gelecek yıl yürürlüğe giriyor/girecek.)

* A: When did these rules come into effect?
  (Bu mevzuat/tüzük/kurallar ne zaman yürürlüğe girdi/kullanılmaya başlandı?)
  B: They came into effect while you were on vacation.
  (Siz seyahatteyken yürürlüğe girdi/kullanılmaya başlandı.)

* Previously, the two countries signed a free trade agreement that will come into effect by the end of this year.
  (Daha önce, iki ülke bu yılın sonunda yürürlüğe girecek bir serbest ticaret anlaşması imzalamıştı.)

* A law allowing gay and lesbian couples to marry and have the right to adopt comes into effect in Mexico City.
  (Meksiko City'de gay ve lezbiyen/eşcinsel çiftlerin evlenmelerine ve evlat edinmelerine izin veren bir yasa yürürlüğe giriyor.)

9 Aralık 2015 Çarşamba

İngilizce Deyimler ve İfadeler 64

to come into use


= to start being used by people

= kullanılmaya başlamak, kullanıma girmek
    hizmete girmek/sunulmak

kullanılmaya başlanmak
come into use English phrase


* Computers first came into use in the early 1950s.
  (Bilgisayarlar ilk defa 1950'lerin başında kullanılmaya başlandı.)

* When did the word "biotechnology" come into common use?
  ("Biotechnology/Biyoteknoloji" kelimesi yaygın olarak ne zaman kullanılmaya başlandı?)

* The computerised system came into use at the end of last year.
  (Bilgisayarlı sistem geçen/geçtiğimiz senenin sonunda kullanılmaya başlandı/hizmete girdi/sunuldu.)

* Air conditioners have come into wide use recently.
  (Klimalar son zamanlarda yaygın şekilde kullanılmaya başlandı.)

* In 1918, when I was 6 or 7 years old, radio was just coming into use in the Great War.
  (1918 senesinde, ki ben o zaman 6 ya da 7 yaşındaydım, telsiz Büyük Savaşta/1.Dünya Savaşında daha yeni yeni kullanılmaya başlanmıştı.)

* As more paper money came into use, the value fell.
  (Fazla miktarda kağıt para kullanıma girdiği/piyasaya sürüldüğü için değeri düştü.)
  (Fazla miktarda kağıt para kullanıma girdikçe/piyasaya sürüldükçe değeri düştü.)

8 Aralık 2015 Salı

İngilizce Deyimler ve İfadeler 63

to come into play


= to become involved/an important factor in something
    to start to happen or have a use or an effect in a particular situation
    to go into force

= devreye girmek, işin içine girmek/katılmak
    karışmak, bulaşmak, ilgisi olmak, alakalı olmak
    etkili olmak, rolü olmak, sahne almak
    kullanılmaya başlamak, yürürlüğe girmek, faaliyete geçmek

ingilizce devreye girmek karışmak kullanılmaya başlamak
come into play English phrase

* Oh, I'm sure personalities always come into play in situations like this.
  (Oh, bu gibi durumların her zaman kişilikle/şahsiyetle alakalı olduğundan eminim.)
  (Oh, Çok iyi biliyorum ki bu gibi durumlarda her zaman işin içine kişilikler/şahsiyetler girer.)

* When the new policy comes into play, fewer people will have control.
  (Yeni politika uygulamaya geçtiğinde/yürürlüğe girdiğinde kontrol/otorite/güç çok az insanda olacak.)

* This rule will come into play immediately.
  (Bu yasa/kural acilen/ivedilikle yürürlüğe girecek/hayata geçirilecek.)

* In the summer months a different set of climatic factors come into play.
  (Yaz aylarında farklı iklim koşulları devreye giriyor/etkili oluyor/sahne alıyor.)

* In sales, all of your skills come into play. You use them all.
  (Satışta/Satış yaparken sahip olduğunuz tüm yetenekler işin içine girer. Hepsini/Bütün yeteneklerinizi kullanınırsınız/yeteneklerinizden faydalanınırsınız.)

* All your hard practice and preparation will now come into play in the finals.
  (Bütün o zorlu/sıkı idman/antrenman ve hazırlıklarınızın önemini/faydasını şimdi finallerde göreceksiniz.)
  (Bütün o zorlu/sıkı idman/antrenman ve hazırlıklarınız şimdi finallerde etkisini gösterecek/devreye girecek.)
 
* New 20 euro notes come into play on Wednesday
  (Yeni 20 Euroluk kağıt paralar Çarşamba günü tedavüle giriyor/girecek/piyasaya sürülüyor.)

* In the recent Sheena Bora murder case, the entire Mumbai police department has come into play.
  (Geçenlerdeki Sheena Bora cinayeti davasında Mumbai polis departmanının tamamı işin içine girmiş/dava üzerinde çalışmış.)

* When the case couldn't be solved by the police department alone, that's when the experts came into play.
  (Davayı/Dosyayı ne zamanki polis tek başına çözemezse işte o zaman devreye uzmanlar girer.)

* The task of conducting attack on the enemy will be coming into play shortly.
  (Düşmana taarruz/saldırı düzenlenmesi/gerçekleştirilmesi görevi kısa süre içerisinde tatbik edilecek/uygulamaya/faaliyete geçirilecek.)

* The airbus flight will come into play the moment the sky is clear.
  (Hava açıldığı/Hava şartları normalde döndüğü an/gibi uçakların uçuşu başlayacak/faaliyete geçecek.)

* The electric power comes into play to run various machines.
  (Elektrik gücü çeşitli makineleri çalıştırmak için devreye girer/çalıştırmada kullanılmaktadır.)

7 Aralık 2015 Pazartesi

İngilizce Deyimler ve İfadeler 62

to come into one's own 

to come into your own/its own

= to be your natural best, to find your voice, to realize your potential, to discover one's inner strength
    to become very good/useful/successful or important in a particular situation
    to have the opportunity to show how good/effective or useful you are or something is
    to reach a point in one's development where one's comfortable with one's self
    to begin to have the kind of success that you are capable of having : to become very skillful, successful, etc.
    to become independent; to be recognized as independent and capable, usually after much effort or time
    to obtain rightful recognition or prosperity

= layık olduğu/hak ettiği yere gelmek
    kendini göstermek/kanıtlamak, rüşdünü ispatlamak, potansiyelini göstermek, kendini bulmak
    sivrilmek, öne çıkmak, dikkat çekmek
    yeteneği takdir edilmek/kabul edilmek, itibar kazanmak/sahibi olmak
    çok iyi/yararlı/faydalı olmak, çok işe yaramak, çok iş görmek, avantaj sağlamak
    bağımsızlığını kazanmak, kendi ayakları üstünde durmaya başlamak, kendini toparlamak

kendini göstermek potansiyelini açığa çıkarmak
come into your own English phrase
* She has really started to come into her own recently.
  (Son zamanlarda yeteneğini/gerçek potansiyelini iyice göstermeye/ortaya koymaya başladı.)

* The town comes into its own during the wine festival.
  (Şarap festivalinin kasabaya/şehre büyük getirisi/avantajı oluyor.)

* Technology came into its own during the last century.
  (Teknoloji son yüzyılda/asırda sivrildi/kendini gösterdi/ön plana çıktı.)

* Mexico will come into its own as a vacation spot.
  (Meksika bir turizm merkezi olarak kendini kabul ettirecek/layık olduğu yere/konuma gelecek.)

* All I'm saying is you're finally in a place where you're coming into your own.
  (Tek söyleyebileceğim sonunda/nihayet kendini gösterebileceğin/kanıtlayabileceğin bir yerdesin/konumdasın.)

* I'm so pleased to see you coming into your own.
  (Hak ettiğin yere geldiğini/Kendini kanıtladığını görmek beni çok sevindirdi/mutlu etti.)

* You were never gonna come into your own when he was around.
  (O yanında/çevrende/yakınında olduğu sürece asla kendini gösteremeyecektin/kendi ayakların üzerinde duramayacaktın.)

* After five years in medicine, he came into his own. He became an excellent doctor.
  (Tıp alanında geçen/Doktorlukla geçen beş seneden sonra kendini kanıtladı/ne kadar başarılı olduğunu gösterdi. Harika bir doktor oldu.)

* The company was struggling for many months, but now it really seems to be coming into its own.
  (Firma aylardır ayakta kalma/batmama mücadelesi veriyordu/zor durumdaydı ama artık toparlanmış/düzlüğe çıkmış gibi görünüyor.)

* In the wintry conditions the Norwegian team really came into their own.
  (Kışa özgü koşullarda/Kış şartlarında Norveç takımı/ekibi çok etkili/başarılı olduklarını/üstün olduklarını gösterdi/kanıtladı.)

* On bad roads this little car really comes into its own.
  (Bozuk yollarda bu küçük araba büyük avantaj sağlıyor/çok işe yarıyor.)

* Since he was appointed to vice-president, he's really come into his own.
  (Başkan yardımcılığına atandığından/getirildiğinden beri kendini/potansiyelini/ne kadar başarılı/yetenekli biri olduğunu gösteriyor/ortaya koyuyor.)

* Keep working hard. One day you'll come into your own.
  (Çok çalışmaya devam et. Bir gün hak ettiğin yere geleceksin/kendini gösterme fırsatı yakalacaksın.)

* Ferragamo came into his own in last Sunday's match, scoring three goals in the first half.
  (Ferragamo son Pazar günkü maçta ilk yarıda üç gol atarak kendini/potansiyelini gösterdi/kanıtladı.)

* When the traffic's this bad, a bicycle really comes into its own.
  (Trafiğin böyle/bu şekilde kötü/berbat olduğu zamanlarda, bir bisiklet çok işe yarıyor/iş görüyor/avantajlı oluyor.)

* On icy roads, a four-wheel drive vehicle really comes into its own.
  (Buzlu yollarda dört çeker bir aracın büyük avantajı oluyor/dört çeker bir araç çok işe yarıyor.)

* Cars are banned from the city centre so a bicycle really comes into its own here.
  (Arabalar şehir merkezine giremiyor/Arabaların şehir merkezine girmeleri yasak, bu yüzden burada bisikletin çok faydası oluyor/avantajı var.)

* She really came into her own when she got divorced.
  (Boşandığı zaman kendini buldu/kendine geldi/kendi ayakları üzerinde durmaya başladı.)

* Maria is coming into her own as a concert pianist.
  (Maria konser piyanisti olarak kendini kanıtlamaya başladı/rüşdünü ispatlıyor.)

* By the time he was 25, Fox had come into his own as an international soloist.
  (25 yaşına gelmeden Fox uluslararası bir solist olarak kendini kanıtlamıştı/bir itibar sahibi olmuştu.)

* DVD has finally come into its own since its birth in 1994.
  (DVD 1994 senesindeki icadından/ilk üretiminden beri/bu yana sonunda/nihayet hak ettiği yere geldi/itibarı görmeye başladı.)

* He is a writer who has at last come into his own.
  (O sonunda/nihayet kendini kanıtlamayı/göstermeyi başaran bir yazardır.)

* She finally came into her own as a sculptor of the first magnitude.
  (Sonunda alanının en iyi heykeltıraşı olarak rüşdünü ispatladı/kendini kanıtladı.)

* Jill was a shy, awkward girl, but when she went to college she started to come into her own.
  (Jill utangaç ve garip bir kızdı/kızın tekiydi ama üniversiteye gidince gerçek potansiyelini/kişiliğini bulmaya/göstermeye başladı.)

* The two folk languages will at last come into their own.
  (İki akraba dil/Aynı kökene sahip iki dil sonunda layık oldukları yere gelecekler/hak ettikleri itibarı görecekler.)

* The serial composers have finally come into their own.
  (Dizi yazarları/senaristleri sonunda kendilerini gösterebildiler/hak ettikleri yere gelebildiler/itibar görmeye başladılar.)