26 Ocak 2016 Salı

Çeviri Çalışmaları 17

Dialogue 2- A Holiday



- Hey Tom.
- Ey Tim. Have you had a haircut?
- Yeah, a few days ago. Does it look good?
- Yeah, I like it. It's certainly better than it was.

- I haven't seen you around for a while Tom, where have you been?
- I've been away on business.
  I'm exhausted, thank God we're going on holiday next week.
- Holiday? Nice, where to?
- We fancy going to Turkey this year.
- I went there last year.
  What part are you going to go to, the Aegean or the mediteranean?
- Fethiye, on the Aegean coast.
  Did you have a nice time there?
- Yeah, we went to Bodrum, it was amazing.

- Where are you going to stay in Fethiye?
- There's a holiday village there called Lykia World.
  Have you heard of it?
- No, I haven't. Why did you choose that one?
- The woman at the travel agency recommended it and the photos of it look awesome.
- What did she say it's like?
- Where do I start?
  She said it's got loads of stuff to do and she's never spoken to anybody unsatisfied with it.
  It sounded just like what we need.

- What about you Tim, are you going on holiday this summer?
- We're not sure yet.
  Of course, we want to, but I've got a bit of a cash flow problem.
- Again?
- Well, we really needed that new car and life's not worth living without a home cinema.
- Come on Tim! Did you really need that stuff?
  Is it a good idea to put yourself into all that debt?
- Actually, yeah it is. Everything I've bought is completely necessary.
- If you say so, Tim.

- Are you going to the club tonight?
- Probably, but I'll let you know if something comes up, allright?
- Ok, see you later buddy.
- Have fun.
-------- -----------
Hey Tom.
(Merhaba/Selam Tom.)

Ey Tim. Have you had a haircut?
ey= hey= selam
to have a haircut= to get a haircut= saçını kestirmek, saç tıraşı olmak
* I need to have a haircut.
  (Saçımı kestirmem lazım/Saç tıraşı olmam lazım.)
(Selam Tim. Sen saçını mı kestirdin/Sen tıraş mı oldun?)

Yeah, a few days ago. Does it look good?
a few days ago= bir iki gün önce, bir kaç gün önce
* You'll never guess who I ran across a few days ago.
  (Bir kaç gün önce kime rastladığımı hayatta tahmin edemezsin.)
to look good= iyi/güzel/hoş görünmek
* Does my hair look good?
  (Saçım güzel/iyi görünüyor mu/Saçım güzel olmuş mu?)
(Evet, bir iki gün önce-kestirdim- Güzel görünüyor mu/Nasıl güzel olmuş mu?)

Yeah, I like it. It's certainly better than it was.
to like= sevmek, beğenmek, hoşuna gitmek
* Do you know what I like about this?
  (Bunun nesini beğeniyorum biliyor musun/Bunun nesi hoşuma gidiyor biliyor musun?)
certainly= kesinlikle, mutlaka, hiç şüphen olmasın
* I'll certainly be there.
  (Mutlaka orada olacağım/geleceğim.)
better= daha iyi/güzel/hoş
* Are you feeling better?
  (Daha iyi hissediyor musun/Nasıl daha iyi oldun mu?)
than= ..den/dan
* Her grades are better than mine.
  (Onun notları/puanları benden daha iyi.)
it= o zamiri. "hair/saç" kelimesine refer ediyor/kelimesinin yerine kullanılıyor.
(Evet, -saçını- beğendim -saçın güzel olmuş-. -saçının- Önceki halinden kesinlikle daha iyi/güzel -olmuş-.)

I haven't seen you around for a while Tom, where have you been?
to see= görmek
* Never thought I'd see you here.
  (Seni burada göreceğimi hiç ummazdım/Seni burada göreceğim aklımın ucundan geçmezdi.)
around= buralarda, ortalıkta, görünürlerde
* We don't see you around here much anymore.
  (Seni artık buralarda pek göremiyoruz/Seni bu aralar göremez olduk/Yüzünü gören cennetlik yahu!)
for a while= bir süredir
Where have you been?= Nerelerdeydin?
(Seni bir süredir buralarda göremiyordum/Bir süredir ortalıkta görünmüyordun Tom, nerelerdeydin?)

I've been away on business.
to be away on business= iş için/nedeniyle şehir vb. dışında/uzakta olmak, iş gezisine gitmiş/çıkmış olmak
* My father is still away on business.
  (Babam hala iş gezisinde/Babam iş gezisinden henüz/daha dönmedi.)
(İş gezisindeydim/İş gezisine çıkmıştım/İş gezisi nedeniyle şehir dışındaydım.)

I'm exhausted, thank God we're going on holiday next week.
to be exhausted= çok yorgun/bitkin/halsiz olmak, iflahı kesilmek, hoşafı/haşatı çıkmak, yorgunluktan ölmek/tükenmek
* We were all rather exhausted.
  (Hepimizin iflahı kesilmişti/haşatı çıkmıştı/Hepimiz yorgunluktan ölüyorduk.)
thank God= Allah'tan, neyse ki çok şükür
* Thank God we don't need to check this room.
  (Allah'tan/Neyse ki bu odayı kontrol etmemize/bu odaya bakmamıza gerek yok.)
to go on holiday= tatile çıkmak, tatile gitmek
* You should go on holiday.
  (Tatile çıkmalısın/Tatile çıksan iyi edersin/Senin tatilin gelmiş/Seni tatil paklar.)
next week= gelecek/önümüzdeki hafta
(Yorgunluktan ölüyorum/Haşatım çıktı, Allah'tan gelecek hafta tatile çıkıyoruz/çıkacağız.)

Holiday? Nice, where to?
holiday= tatil
* How was your holiday?
  (Tatilin nasıldı/nasıl geçti?)
nice= hoş, güzel
(Tatil?-Tatile mi çıkacaksın?- Ne güzel, nereye?-nereye tatile gideceksin?-)

We fancy going to Turkey this year.
to fancy (doing something)= istemek, düşünmek, tasarlamak, planlamak
* We fancy going to the Caribbean for our holiday.
  (Tatile Karayipler'e gitmek istiyoruz/gitmeyi düşünüyoruz/planlıyoruz.)
this year= bu sene/yıl
(Bu sene Türkiye'ye gitmeyi düşünüyoruz/planlıyoruz.)

I went there last year.
to go (went-gone)= gitmek
* I go to school on foot.
  (Okula yürüyerek/yayan gidiyorum.)
there= ora, oraya, orası, orada
* Don't make me come out there.
  (Beni oraya getirmeyin/Bak ben oraya gelmeyeyim/Oraya gelirsem fena olur.)
last year= geçen/geçtiğimiz/önceki sene/yıl
* I'm wearing clothes from last year.
  (Geçen seneki kıyafetleri giyiyorum/Geçen sene aldığım kıyafetleri giyiyorum.)
(Geçen sene oraya-Türkiye'ye- gitmiştim/Geçen yıl oradaydım.)

What part are you going to go to, the Aegean or the mediteranean?
part= kısım, bölge
what part= hangi kısım/bölge, nere, neresi
* What part of Turkey are you from?
  (Türkiye'nin neresindensin?)
Aegean= Ege bölgesi
mediteranean= Akdeniz
(-Türkiye'nin- Neresine/Hangi bölgesine gideceksiniz, Ege mi, Akdeniz mi?)

Fethiye, on the Aegean coast.
coast= sahil, kıyı
(Fethiye'ye -gideceğiz-, Ege kıyısında/Ege sahilleri.)

Did you have a nice time there?
to have a nice time= güzel/eğlenceli/hoşça vakit geçirmek
* Are you having a nice time?
  (Güzel vakit geçiriyor musun/Eğleniyor musun?)
(Orada -Türkiye'de- güzel vakit geçirdin mi/geçirmiş miydin/Türkiye'de tatilin nasıl geçti/geçmişti?)

Yeah, we went to Bodrum, it was amazing.
amazing= harika, büyüleyici
* You look amazing tonight.
  (Bu gece harika/muhteşem/büyüleyici görünüyorsun.)
(Evet-tatilimiz güzel geçmişti- Bodrum'a gittik/gitmiştik biz, harika/çok güzel bir yerdi.)

Where are you going to stay in Fethiye?
to stay= kalmak, konaklamak
* Find yourself a place to stay.
  (Kendine kalacak bir yer bul.)
(Fethiye'de nerede kalacaksınız/konaklayacaksınız?)

There's a holiday village there called Lykia World.
holiday village= tatil beldesi/köyü
called= isimli, isminde, adında, diye, denilen
* I have a cat and a dog and a sheep called Sydney and two gold fish.
  (Bir kedim ve köpeğim, Sydney adında bir koyunum ve iki de japon balığım var.)
(Orada-Fethiye'de- Lykia World adında bir tatil köyü var.-orada kalacağız-)

Have you heard of it?
to hear of (heard)= (adını) duymak, bilmek
* I've never heard of this actor.
  (Bu aktörü/oyuncuyu hiç duymadım/bilmiyorum.)
(-o yeri- Duymuş muydun/Duydun mu/Biliyor musun?)

No, I haven't. Why did you choose that one?
to choose= seçmek, tercih etmek, kararlaştırmak
* Why did you choose this profession?
  (Niye bu mesleği seçtiniz/Bu mesleği tercih etmenizin nedeni ne?)
one= pronoun/zamir, holiday village/tatil köyü kelimesine refer ediyor/kelimesinin yerini tutuyor.
one/ones kullanımı hakkında geniş bilgi için tıklayınız
(Hayır, duymadım/bilmiyorum. Neden orayı/o tatil beldesini seçtiniz?)

The woman at the travel agency recommended it and the photos of it look awesome.
woman= kadın, bayan
travel agency= seyahat acentası/firması
to recommend= tavsiye etmek, önermek
* What do you recommend?
  (Ne önerirsiniz/Sizin tavsiyeniz/öneriniz nedir?)
* Can you recommend a good hotel?
  (İyi/Güzel bir otel tavsiye edebilir misin/eder misin/Tavsiye edebileceğin iyi bir otel var mı?)
photo= fotoğraf
to look awesome= çok güzel görünmek, harika/şahane görünmek
* Those threads look awesome!
  (Şu kıyafetler şahane görünüyor/duruyor.)
(Seyahat acentasındaki bayan/kadın orayı önerdi, fotoğrafları da çok güzel görünüyor.)

What did she say it's like?
to say= söylemek, demek
* What did you just say?
  (Demin/Az önce ne dedin sen?)
like= gibi
(-orayla/tatil beldesiyle ilgili- Ne gibi şeyler söyledi/Orayla ilgili ne/neler söyledi?)

Where do I start?
to start= başlamak
* The class starts at seven o'clock.
  (Ders saat yedide başlıyor.)
(Nereden başlayayım/Hangisinden başlayayım/Hangisini söyleyeyim?-orayla ilgili o kadar olumlu şeyler söyledi ki-)

She said it's got loads of stuff to do and she's never spoken to anybody unsatisfied with it.
loads of= bir sürü
stuff= şey, faaliyet, aktivite, iş
to do= yapmak
* What did you do yesterday?
  (Dün ne yaptın?)
to have got loads of stuff to do= yapacak bir sürü şey/aktivite olmak
* I've still got some stuff to do.
  (Hala yapacak işlerim var/Yapacak işlerim henüz bitmedi.)
never= asla, hiç, hiçbir zaman, şu ana kadar hiç
to speak to (spoke-spoken)=  (bir kimseyle ) konuşmak
* My son hasn't spoken to me in years.
  (Oğlum yıllardır/senelerdir benimle konuşmuyor.)
anybody= bir kimse, herhangi biri, birisi
* Do you know anybody here?
  (Burada tanıdığın kimse/herhangi biri var mı?)
unsatisfied with= ..den hoşnutsuz kimse, ..den memnun olmayan/kalmamış kimse
* The boss is unsatisfied with the result.
  (Patron sonuçtan memnun değil/sonucu beğenmedi.)
(-Seyahat acentasındaki kadın- yapacak bir sürü şeyin/aktivitenin olduğunu ve şu ana kadar oradan memnun kalmamış biriyle konuşmadığını/birine rastlamadığını söyledi.)

It sounded just like what we need.
to sound= gibi görünmek/gelmek/durmak, kulağa gibi gelmek, hissini vermek
* It sounded easy.
  (Kolay gibi görünüyordu/duruyordu.)
just like= exactly= tıpkı, tam
* I can see by your photo that you are just like you say.
  (Tıpkı/Tam da anlattığın/dediğin gibi biri olduğunu fotoğrafından görebiliyorum/anlayabiliyorum.)
  (Tıpkı/Tam da anlattığın/dediğin gibi biri olduğun fotoğrafından anlaşılıyor.)
what= şey
* I am not interested in what you're going to say.
  (Söyleyeceğin şeylerle ilgilenmiyorum/Söyleyeceklerin beni ilgilendirmiyor/ilgimi çekmiyor.)
to need= ihtiyaç duymak, istemek, aramak
* Another delay is the last thing I need!
  (-şu an- İhtiyacım olan/İstediğim en son şey bir gecikmenin daha olması/yaşanması!)
(Tam ihtiyacımız olan/aradığımız/istediğimiz şey gibi görünüyordu/geldi.)

What about you Tim, are you going on holiday this summer?
What about you?= ya sen?/sen peki?
this summer= bu yaz
(Ya siz Tim, bu yaz tatile gidecek misiniz/çıkacak mısınız?)

We're not sure yet. 
sure= emin, kesin, tam karar vermiş
* I am sure she will forgive you.
  (Eminim ki/Kesinlikle seni affedecektir/bağışlayacaktır/Seni affedeceğine eminim.)
* The surest way to lose weight is with diet and exercise.
  (Kilo vermenin en kesin/garanti yolu, diet ve spor yapmaktır.)
yet= henüz, daha
* I haven't made up my mind yet.
  (Henüz/Daha kararımı vermedim.)
(Henüz/Daha kesin/belli değil.)

Of course, we want to, but I've got a bit of a cash flow problem.
of course= elbette, tabi ki, şüphesiz
to want= istemek
* I want to hold your hand.
  (Elini tutmak istiyorum.)
a bit= bir parça, biraz, az
* He is a bit quiet today.
  (Bugün biraz sessiz.)
* I've had a bit of a rough day myself.
  (Biraz zor/yorucu/zorlu/sıkıntılı bir gün geçirdim.)
cash flow problem= nakit sıkıntısı/sorunu/problemi/sıkışıklığı
* Due to his cash flow problem, he was unable to pay his employees that month.
  (Nakit sıkıntısı yaşadığı için o ay çalışanlarının ücretlerini/maaşlarını ödeyemedi.)
to have got a bit of a cash flow problem= nakit sıkıntısı yaşamak/çekmek, nakit sıkışıklığı içinde olmak
(Elbette -tatile gitmek/çıkmak- istiyoruz, ama biraz nakit sıkışıklığı içindeyim.)

Again?
(Yine mi?)

Well, we really needed that new car and life's not worth living without a home cinema.
really= gerçekten, cidden
* Did you ever really love me?
  (Beni gerçekten hiç sevdin mi?)
new car= yeni araba
life= yaşam, hayat
be worth (doing something)= (bir şey yapmaya) değer olmak
* That castle is not worth seeing.
  (O kale görülmeye/görmeye/ziyarete/gidip gezmeye değmez.)
to live= yaşamak
without= ..sız, olmadan
* I can't live without you.
  (Sensiz yaşayamam.)
home cinema= ev sinema sistemi
(Gerçekten de o yeni arabaya ihtiyacımız vardı ve ev sinema sistemi olmadan hayatı yaşamanın bir anlamı yok.)

Come on Tim! Did you really need that stuff?
come on= yapma, hadi oradan, yeme beni, pöh, yürü git
* Oh, come on! Only a fool would believe a story like that!
  (Pöh/Hadi oradan! Sadece bir aptal/aptalın teki böyle bir hikayeye inanır.)
* Oh come on, Kylie, you made the same excuse last week!
  (Of yapma Kylie, geçen hafta da aynı mazereti ileri sürmüştün/aynı şeyi bahane etmiştin.)
stuff= eşyalar, şey
* How are we to get the stuff home?
  (Bu eşyayı eve nasıl götüreceğiz/taşıyacağız?)
(Yeme beni Tim! O şeylere/eşyalara gerçekten ihtiyacın var mıydı/O aldıkların gerçekten ihtiyaç mıydı?)

Is it a good idea to put yourself into all that debt?
good idea= iyi/güzel fikir
* If he's getting a divorce, is it a good idea to date him?
  (Eğer boşanıyorsa, onunla çıkman iyi bir fikir mi/akıllıca/doğru bir hareket mi?)
debt= borç
to put oneself into debt= kendini borcun içine sokmak, borç yükünün altına girmek
* I didn't want to put myself into debt unless I could be sure I could make the repayments.
  (Ödeyebileceğime emin olmadıkça kendimi borcun içine sokmak istemiyordum.)
(Kendini bu kadar borcun içine sokmak iyi bir fikir mi/akıllıca/doğru bir şey/hareket mi?)

Actually, yeah it is. Everything I've bought is completely necessary.
actually= aslında, doğrusu, aslına bakılırsa
* We've actually already met.
  (Aslında/Aslına bakılırsa biz daha önceden tanışmıştık/birbirimizi tanıyorduk.)
everything= herşey, ne varsa, hepsi
to buy (bought)= satın almak
* There are some things money can't buy.
  (Paranın satın alamayacağı şeyler vardır/Paranın geçmediği şeyler/yerler vardır.)
completely= tamamen, bütünüyle
* I completely forgot.
  (Tamamen unutmuşum/aklımdan çıkmış.)
necessary= gerekli, lazım, ihtiyaç, lüzumlu, şart
* Food is necessary for life.
  (Yaşam için yiyecek/beslenme şarttır/gereklidir.)
(Aslında evet iyi bir fikirdi/yanlış bir şey değildi. Aldığım her şey tamamen gerekli/lüzumlu/ihtiyaç olan şeyler.)

If you say so, Tim.
(Sen öyle diyorsan doğrudur/öyledir Tim/Madem öyle diyorsun, doğrudur/öyledir Tim)

Are you going to the club tonight?
to go to the club= gece kulübüne/bara gitmek
tonight= bu akşam, bu gece
(Bu akşam gece kulübüne gidecek misin/gidiyor musun?)

Probably, but I'll let you know if something comes up, allright?
probably= belki, galiba, muhtemelen, büyük ihtimalle/olasılıkla
to let someone know= haber vermek, bildirmek
* Will you let me know when he comes?
  (Geldiğinde/geldiği zaman/gelirse bana haber verir misin?)
something come up= bir iş çıkmak, işi çıkmak, beklenmedik/ani bir iş çıkmak/gelişme olmak
* Sorry I couldnt come to your birthday party yesterday – something came up.
  (Dün doğum günü partine gelemedim, kusura bakma, bir işim çıktı.)
allright?= tamam mı?, olur mu?
(Muhtemelen -gideceğim-, ama bir işim çıkarsa sana haber veririm, tamam mı/olur mu?)

Ok, see you later buddy.
see you later= sonra görüşürüz, görüşmek üzere
buddy= dost, kanka, kardeş
(Tamam, görüşmek üzere dostum/kanka.)

Have fun. 
(İyi eğlenceler.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder