26 Ocak 2016 Salı

Çeviri Çalışmaları 17

Dialogue 2- A Holiday



- Hey Tom.
- Ey Tim. Have you had a haircut?
- Yeah, a few days ago. Does it look good?
- Yeah, I like it. It's certainly better than it was.

- I haven't seen you around for a while Tom, where have you been?
- I've been away on business.
  I'm exhausted, thank God we're going on holiday next week.
- Holiday? Nice, where to?
- We fancy going to Turkey this year.
- I went there last year.
  What part are you going to go to, the Aegean or the mediteranean?
- Fethiye, on the Aegean coast.
  Did you have a nice time there?
- Yeah, we went to Bodrum, it was amazing.

- Where are you going to stay in Fethiye?
- There's a holiday village there called Lykia World.
  Have you heard of it?
- No, I haven't. Why did you choose that one?
- The woman at the travel agency recommended it and the photos of it look awesome.
- What did she say it's like?
- Where do I start?
  She said it's got loads of stuff to do and she's never spoken to anybody unsatisfied with it.
  It sounded just like what we need.

- What about you Tim, are you going on holiday this summer?
- We're not sure yet.
  Of course, we want to, but I've got a bit of a cash flow problem.
- Again?
- Well, we really needed that new car and life's not worth living without a home cinema.
- Come on Tim! Did you really need that stuff?
  Is it a good idea to put yourself into all that debt?
- Actually, yeah it is. Everything I've bought is completely necessary.
- If you say so, Tim.

- Are you going to the club tonight?
- Probably, but I'll let you know if something comes up, allright?
- Ok, see you later buddy.
- Have fun.
-------- -----------
Hey Tom.
(Merhaba/Selam Tom.)

Ey Tim. Have you had a haircut?
ey= hey= selam
to have a haircut= to get a haircut= saçını kestirmek, saç tıraşı olmak
* I need to have a haircut.
  (Saçımı kestirmem lazım/Saç tıraşı olmam lazım.)
(Selam Tim. Sen saçını mı kestirdin/Sen tıraş mı oldun?)

Yeah, a few days ago. Does it look good?
a few days ago= bir iki gün önce, bir kaç gün önce
* You'll never guess who I ran across a few days ago.
  (Bir kaç gün önce kime rastladığımı hayatta tahmin edemezsin.)
to look good= iyi/güzel/hoş görünmek
* Does my hair look good?
  (Saçım güzel/iyi görünüyor mu/Saçım güzel olmuş mu?)
(Evet, bir iki gün önce-kestirdim- Güzel görünüyor mu/Nasıl güzel olmuş mu?)

Yeah, I like it. It's certainly better than it was.
to like= sevmek, beğenmek, hoşuna gitmek
* Do you know what I like about this?
  (Bunun nesini beğeniyorum biliyor musun/Bunun nesi hoşuma gidiyor biliyor musun?)
certainly= kesinlikle, mutlaka, hiç şüphen olmasın
* I'll certainly be there.
  (Mutlaka orada olacağım/geleceğim.)
better= daha iyi/güzel/hoş
* Are you feeling better?
  (Daha iyi hissediyor musun/Nasıl daha iyi oldun mu?)
than= ..den/dan
* Her grades are better than mine.
  (Onun notları/puanları benden daha iyi.)
it= o zamiri. "hair/saç" kelimesine refer ediyor/kelimesinin yerine kullanılıyor.
(Evet, -saçını- beğendim -saçın güzel olmuş-. -saçının- Önceki halinden kesinlikle daha iyi/güzel -olmuş-.)

I haven't seen you around for a while Tom, where have you been?
to see= görmek
* Never thought I'd see you here.
  (Seni burada göreceğimi hiç ummazdım/Seni burada göreceğim aklımın ucundan geçmezdi.)
around= buralarda, ortalıkta, görünürlerde
* We don't see you around here much anymore.
  (Seni artık buralarda pek göremiyoruz/Seni bu aralar göremez olduk/Yüzünü gören cennetlik yahu!)
for a while= bir süredir
Where have you been?= Nerelerdeydin?
(Seni bir süredir buralarda göremiyordum/Bir süredir ortalıkta görünmüyordun Tom, nerelerdeydin?)

I've been away on business.
to be away on business= iş için/nedeniyle şehir vb. dışında/uzakta olmak, iş gezisine gitmiş/çıkmış olmak
* My father is still away on business.
  (Babam hala iş gezisinde/Babam iş gezisinden henüz/daha dönmedi.)
(İş gezisindeydim/İş gezisine çıkmıştım/İş gezisi nedeniyle şehir dışındaydım.)

I'm exhausted, thank God we're going on holiday next week.
to be exhausted= çok yorgun/bitkin/halsiz olmak, iflahı kesilmek, hoşafı/haşatı çıkmak, yorgunluktan ölmek/tükenmek
* We were all rather exhausted.
  (Hepimizin iflahı kesilmişti/haşatı çıkmıştı/Hepimiz yorgunluktan ölüyorduk.)
thank God= Allah'tan, neyse ki çok şükür
* Thank God we don't need to check this room.
  (Allah'tan/Neyse ki bu odayı kontrol etmemize/bu odaya bakmamıza gerek yok.)
to go on holiday= tatile çıkmak, tatile gitmek
* You should go on holiday.
  (Tatile çıkmalısın/Tatile çıksan iyi edersin/Senin tatilin gelmiş/Seni tatil paklar.)
next week= gelecek/önümüzdeki hafta
(Yorgunluktan ölüyorum/Haşatım çıktı, Allah'tan gelecek hafta tatile çıkıyoruz/çıkacağız.)

Holiday? Nice, where to?
holiday= tatil
* How was your holiday?
  (Tatilin nasıldı/nasıl geçti?)
nice= hoş, güzel
(Tatil?-Tatile mi çıkacaksın?- Ne güzel, nereye?-nereye tatile gideceksin?-)

We fancy going to Turkey this year.
to fancy (doing something)= istemek, düşünmek, tasarlamak, planlamak
* We fancy going to the Caribbean for our holiday.
  (Tatile Karayipler'e gitmek istiyoruz/gitmeyi düşünüyoruz/planlıyoruz.)
this year= bu sene/yıl
(Bu sene Türkiye'ye gitmeyi düşünüyoruz/planlıyoruz.)

I went there last year.
to go (went-gone)= gitmek
* I go to school on foot.
  (Okula yürüyerek/yayan gidiyorum.)
there= ora, oraya, orası, orada
* Don't make me come out there.
  (Beni oraya getirmeyin/Bak ben oraya gelmeyeyim/Oraya gelirsem fena olur.)
last year= geçen/geçtiğimiz/önceki sene/yıl
* I'm wearing clothes from last year.
  (Geçen seneki kıyafetleri giyiyorum/Geçen sene aldığım kıyafetleri giyiyorum.)
(Geçen sene oraya-Türkiye'ye- gitmiştim/Geçen yıl oradaydım.)

What part are you going to go to, the Aegean or the mediteranean?
part= kısım, bölge
what part= hangi kısım/bölge, nere, neresi
* What part of Turkey are you from?
  (Türkiye'nin neresindensin?)
Aegean= Ege bölgesi
mediteranean= Akdeniz
(-Türkiye'nin- Neresine/Hangi bölgesine gideceksiniz, Ege mi, Akdeniz mi?)

Fethiye, on the Aegean coast.
coast= sahil, kıyı
(Fethiye'ye -gideceğiz-, Ege kıyısında/Ege sahilleri.)

Did you have a nice time there?
to have a nice time= güzel/eğlenceli/hoşça vakit geçirmek
* Are you having a nice time?
  (Güzel vakit geçiriyor musun/Eğleniyor musun?)
(Orada -Türkiye'de- güzel vakit geçirdin mi/geçirmiş miydin/Türkiye'de tatilin nasıl geçti/geçmişti?)

Yeah, we went to Bodrum, it was amazing.
amazing= harika, büyüleyici
* You look amazing tonight.
  (Bu gece harika/muhteşem/büyüleyici görünüyorsun.)
(Evet-tatilimiz güzel geçmişti- Bodrum'a gittik/gitmiştik biz, harika/çok güzel bir yerdi.)

Where are you going to stay in Fethiye?
to stay= kalmak, konaklamak
* Find yourself a place to stay.
  (Kendine kalacak bir yer bul.)
(Fethiye'de nerede kalacaksınız/konaklayacaksınız?)

There's a holiday village there called Lykia World.
holiday village= tatil beldesi/köyü
called= isimli, isminde, adında, diye, denilen
* I have a cat and a dog and a sheep called Sydney and two gold fish.
  (Bir kedim ve köpeğim, Sydney adında bir koyunum ve iki de japon balığım var.)
(Orada-Fethiye'de- Lykia World adında bir tatil köyü var.-orada kalacağız-)

Have you heard of it?
to hear of (heard)= (adını) duymak, bilmek
* I've never heard of this actor.
  (Bu aktörü/oyuncuyu hiç duymadım/bilmiyorum.)
(-o yeri- Duymuş muydun/Duydun mu/Biliyor musun?)

No, I haven't. Why did you choose that one?
to choose= seçmek, tercih etmek, kararlaştırmak
* Why did you choose this profession?
  (Niye bu mesleği seçtiniz/Bu mesleği tercih etmenizin nedeni ne?)
one= pronoun/zamir, holiday village/tatil köyü kelimesine refer ediyor/kelimesinin yerini tutuyor.
one/ones kullanımı hakkında geniş bilgi için tıklayınız
(Hayır, duymadım/bilmiyorum. Neden orayı/o tatil beldesini seçtiniz?)

The woman at the travel agency recommended it and the photos of it look awesome.
woman= kadın, bayan
travel agency= seyahat acentası/firması
to recommend= tavsiye etmek, önermek
* What do you recommend?
  (Ne önerirsiniz/Sizin tavsiyeniz/öneriniz nedir?)
* Can you recommend a good hotel?
  (İyi/Güzel bir otel tavsiye edebilir misin/eder misin/Tavsiye edebileceğin iyi bir otel var mı?)
photo= fotoğraf
to look awesome= çok güzel görünmek, harika/şahane görünmek
* Those threads look awesome!
  (Şu kıyafetler şahane görünüyor/duruyor.)
(Seyahat acentasındaki bayan/kadın orayı önerdi, fotoğrafları da çok güzel görünüyor.)

What did she say it's like?
to say= söylemek, demek
* What did you just say?
  (Demin/Az önce ne dedin sen?)
like= gibi
(-orayla/tatil beldesiyle ilgili- Ne gibi şeyler söyledi/Orayla ilgili ne/neler söyledi?)

Where do I start?
to start= başlamak
* The class starts at seven o'clock.
  (Ders saat yedide başlıyor.)
(Nereden başlayayım/Hangisinden başlayayım/Hangisini söyleyeyim?-orayla ilgili o kadar olumlu şeyler söyledi ki-)

She said it's got loads of stuff to do and she's never spoken to anybody unsatisfied with it.
loads of= bir sürü
stuff= şey, faaliyet, aktivite, iş
to do= yapmak
* What did you do yesterday?
  (Dün ne yaptın?)
to have got loads of stuff to do= yapacak bir sürü şey/aktivite olmak
* I've still got some stuff to do.
  (Hala yapacak işlerim var/Yapacak işlerim henüz bitmedi.)
never= asla, hiç, hiçbir zaman, şu ana kadar hiç
to speak to (spoke-spoken)=  (bir kimseyle ) konuşmak
* My son hasn't spoken to me in years.
  (Oğlum yıllardır/senelerdir benimle konuşmuyor.)
anybody= bir kimse, herhangi biri, birisi
* Do you know anybody here?
  (Burada tanıdığın kimse/herhangi biri var mı?)
unsatisfied with= ..den hoşnutsuz kimse, ..den memnun olmayan/kalmamış kimse
* The boss is unsatisfied with the result.
  (Patron sonuçtan memnun değil/sonucu beğenmedi.)
(-Seyahat acentasındaki kadın- yapacak bir sürü şeyin/aktivitenin olduğunu ve şu ana kadar oradan memnun kalmamış biriyle konuşmadığını/birine rastlamadığını söyledi.)

It sounded just like what we need.
to sound= gibi görünmek/gelmek/durmak, kulağa gibi gelmek, hissini vermek
* It sounded easy.
  (Kolay gibi görünüyordu/duruyordu.)
just like= exactly= tıpkı, tam
* I can see by your photo that you are just like you say.
  (Tıpkı/Tam da anlattığın/dediğin gibi biri olduğunu fotoğrafından görebiliyorum/anlayabiliyorum.)
  (Tıpkı/Tam da anlattığın/dediğin gibi biri olduğun fotoğrafından anlaşılıyor.)
what= şey
* I am not interested in what you're going to say.
  (Söyleyeceğin şeylerle ilgilenmiyorum/Söyleyeceklerin beni ilgilendirmiyor/ilgimi çekmiyor.)
to need= ihtiyaç duymak, istemek, aramak
* Another delay is the last thing I need!
  (-şu an- İhtiyacım olan/İstediğim en son şey bir gecikmenin daha olması/yaşanması!)
(Tam ihtiyacımız olan/aradığımız/istediğimiz şey gibi görünüyordu/geldi.)

What about you Tim, are you going on holiday this summer?
What about you?= ya sen?/sen peki?
this summer= bu yaz
(Ya siz Tim, bu yaz tatile gidecek misiniz/çıkacak mısınız?)

We're not sure yet. 
sure= emin, kesin, tam karar vermiş
* I am sure she will forgive you.
  (Eminim ki/Kesinlikle seni affedecektir/bağışlayacaktır/Seni affedeceğine eminim.)
* The surest way to lose weight is with diet and exercise.
  (Kilo vermenin en kesin/garanti yolu, diet ve spor yapmaktır.)
yet= henüz, daha
* I haven't made up my mind yet.
  (Henüz/Daha kararımı vermedim.)
(Henüz/Daha kesin/belli değil.)

Of course, we want to, but I've got a bit of a cash flow problem.
of course= elbette, tabi ki, şüphesiz
to want= istemek
* I want to hold your hand.
  (Elini tutmak istiyorum.)
a bit= bir parça, biraz, az
* He is a bit quiet today.
  (Bugün biraz sessiz.)
* I've had a bit of a rough day myself.
  (Biraz zor/yorucu/zorlu/sıkıntılı bir gün geçirdim.)
cash flow problem= nakit sıkıntısı/sorunu/problemi/sıkışıklığı
* Due to his cash flow problem, he was unable to pay his employees that month.
  (Nakit sıkıntısı yaşadığı için o ay çalışanlarının ücretlerini/maaşlarını ödeyemedi.)
to have got a bit of a cash flow problem= nakit sıkıntısı yaşamak/çekmek, nakit sıkışıklığı içinde olmak
(Elbette -tatile gitmek/çıkmak- istiyoruz, ama biraz nakit sıkışıklığı içindeyim.)

Again?
(Yine mi?)

Well, we really needed that new car and life's not worth living without a home cinema.
really= gerçekten, cidden
* Did you ever really love me?
  (Beni gerçekten hiç sevdin mi?)
new car= yeni araba
life= yaşam, hayat
be worth (doing something)= (bir şey yapmaya) değer olmak
* That castle is not worth seeing.
  (O kale görülmeye/görmeye/ziyarete/gidip gezmeye değmez.)
to live= yaşamak
without= ..sız, olmadan
* I can't live without you.
  (Sensiz yaşayamam.)
home cinema= ev sinema sistemi
(Gerçekten de o yeni arabaya ihtiyacımız vardı ve ev sinema sistemi olmadan hayatı yaşamanın bir anlamı yok.)

Come on Tim! Did you really need that stuff?
come on= yapma, hadi oradan, yeme beni, pöh, yürü git
* Oh, come on! Only a fool would believe a story like that!
  (Pöh/Hadi oradan! Sadece bir aptal/aptalın teki böyle bir hikayeye inanır.)
* Oh come on, Kylie, you made the same excuse last week!
  (Of yapma Kylie, geçen hafta da aynı mazereti ileri sürmüştün/aynı şeyi bahane etmiştin.)
stuff= eşyalar, şey
* How are we to get the stuff home?
  (Bu eşyayı eve nasıl götüreceğiz/taşıyacağız?)
(Yeme beni Tim! O şeylere/eşyalara gerçekten ihtiyacın var mıydı/O aldıkların gerçekten ihtiyaç mıydı?)

Is it a good idea to put yourself into all that debt?
good idea= iyi/güzel fikir
* If he's getting a divorce, is it a good idea to date him?
  (Eğer boşanıyorsa, onunla çıkman iyi bir fikir mi/akıllıca/doğru bir hareket mi?)
debt= borç
to put oneself into debt= kendini borcun içine sokmak, borç yükünün altına girmek
* I didn't want to put myself into debt unless I could be sure I could make the repayments.
  (Ödeyebileceğime emin olmadıkça kendimi borcun içine sokmak istemiyordum.)
(Kendini bu kadar borcun içine sokmak iyi bir fikir mi/akıllıca/doğru bir şey/hareket mi?)

Actually, yeah it is. Everything I've bought is completely necessary.
actually= aslında, doğrusu, aslına bakılırsa
* We've actually already met.
  (Aslında/Aslına bakılırsa biz daha önceden tanışmıştık/birbirimizi tanıyorduk.)
everything= herşey, ne varsa, hepsi
to buy (bought)= satın almak
* There are some things money can't buy.
  (Paranın satın alamayacağı şeyler vardır/Paranın geçmediği şeyler/yerler vardır.)
completely= tamamen, bütünüyle
* I completely forgot.
  (Tamamen unutmuşum/aklımdan çıkmış.)
necessary= gerekli, lazım, ihtiyaç, lüzumlu, şart
* Food is necessary for life.
  (Yaşam için yiyecek/beslenme şarttır/gereklidir.)
(Aslında evet iyi bir fikirdi/yanlış bir şey değildi. Aldığım her şey tamamen gerekli/lüzumlu/ihtiyaç olan şeyler.)

If you say so, Tim.
(Sen öyle diyorsan doğrudur/öyledir Tim/Madem öyle diyorsun, doğrudur/öyledir Tim)

Are you going to the club tonight?
to go to the club= gece kulübüne/bara gitmek
tonight= bu akşam, bu gece
(Bu akşam gece kulübüne gidecek misin/gidiyor musun?)

Probably, but I'll let you know if something comes up, allright?
probably= belki, galiba, muhtemelen, büyük ihtimalle/olasılıkla
to let someone know= haber vermek, bildirmek
* Will you let me know when he comes?
  (Geldiğinde/geldiği zaman/gelirse bana haber verir misin?)
something come up= bir iş çıkmak, işi çıkmak, beklenmedik/ani bir iş çıkmak/gelişme olmak
* Sorry I couldnt come to your birthday party yesterday – something came up.
  (Dün doğum günü partine gelemedim, kusura bakma, bir işim çıktı.)
allright?= tamam mı?, olur mu?
(Muhtemelen -gideceğim-, ama bir işim çıkarsa sana haber veririm, tamam mı/olur mu?)

Ok, see you later buddy.
see you later= sonra görüşürüz, görüşmek üzere
buddy= dost, kanka, kardeş
(Tamam, görüşmek üzere dostum/kanka.)

Have fun. 
(İyi eğlenceler.)

23 Ocak 2016 Cumartesi

İngilizce Deyimler ve İfadeler 95

to go by (1)

to be anything to go by


= to base an opinion, decision, or judgment on something
    to use as a basis for forming an opinion or judgment

= ..e bakarak bir hükme varmak
    göre hareket etmek/hüküm vermek
    ...doğrultusunda belirlemek

ingilizce bakacak olursak bakılırsa
to go by phrasal verb English

* It's wise not to go only by appearances.
  (Sadece görünüşe bakarak bir hükme varmak akıllıca bir şey/davranış değildir/olmaz.)

* If the two trailers are anything to go by it should be a masterpiece.
  (Eğer sadece -yayınlanan- iki fragmanına bakacak olursak, film bir şaheser olmalı/olması gerek/film bir şaheser gibi duruyor/gözüküyor.)

* Going by her clothes, she must be very rich.
  (Giyimine bakılırsa çok zengin biri olmalı.)

* If past experience is anything to go by, they'll be late.
  (Eğer sadece geçmiş tecrübelerimize/Daha önceki deneyimlerimize bakarsak, yine/bugün de geç kalacaklar/vaktinde gelmeyecekler diyebiliriz.)

* Going by my watch, it's nearly six o'clock.
  (Benim saatime göre/bakarsak saat hemen hemen altı denilebilir.)

* If her smile is anything to go by, I think she likes me.
  (Eğer sadece gülümsemesine bakacak olursak, sanırım/bence beni seviyor/benden hoşlanıyor/bana karşı boş değil.)

* It's never very wise to go by appearances.
  (Görünüşe/Dış görünüşe bakarak hareket etmek asla pek akıllıca bir şey değildir.)

* If the first story is anything to go by, the stories are bleak and depressing.
  (Şayet sadece ilk hikayeye/hikayesine bakıp bir şey söyleyecek olursak, hikayeleri iç karartıcı ve moral bozucu.)

* If his bad attitude is anything to go by, then he is an awful person.
  (Şayet sadece onun kötü/kaba davranışından hareket edersek/edecek olursak, o halde onun kötü/fena bir insan/kişi olduğunu söyleyebiliriz.)

* If today's teenagers are anything to go by, then heaven help the next generation.
  (Sadece bugünün gençliğine bakarsak, öyleyse Allah gelecek neslin yardımcısı olsun/öyleyse gelecek neslin işi çok zor.)

* What do you go by when you're deciding whether or not to employ someone?
  (Bir insanı işe alıp almamaya karar verirken neye göre hareket ediyorsun/nelere bakıyorsun?)

* Going by what she said yesterday, I would say she's about to resign.
  (Onun dünkü sözlerine/konuşmasına bakılırsa/bakacak olursak, bence istifa etme aşamasında.)

* If past experience is anything to go by, he'll completely ignore our suggestions and then change his mind at the last minute.
  (Şayet sadece geçmiş tecrübelerimize bakacak olursak, yine önerilerimize hiç kulak asmayacak ve ardından da son dakikada fikrini değiştirecektir.)

* If my taste in pastas are anything to go by, this has got to be one of the best pastas I've tried hands down.
  (Makarna damak tadıma/gurmeliğime bakacak olursam/bakılırsa, bu makarnanın hiç tartışmasız/açık ara bugüne dek yediğim en iyi makarnalardan biri olduğunu söyleyebilirim.)

* If the forum rules are anything to go by, I am sure your posts will be deleted.
  (Forum kurallarına bakacak olursak/hareketle, yayınlarının silineceğinden eminim.)

* If his past plays are anything to go by, this should be a play worth watching.
  (Önceki/Geçmiş maçlarına bakılırsa/bakacak olursak, bu izlenmeye değer bir maç olmalı/gibi görünüyor.)

* A: Do you think Mary likes me?
  (Sence Mary beni seviyor mu/benden hoşlanıyor mu?)
  B: Well, yesterday she asked me your name, if that's anything to go by.
  (Dün bana senin adını sormuştu, eğer bu bir anlam ifade ediyorsa/eğer bundan bir anlam çıkarmamız gerekiyorsa.)

* A: When is the next train to London?
  (Bir sonraki Londra treni kaçta geliyor/gelir?)
  B: Well, if previous trains are anything to go by, it will be half an hour late.
  (Önceki trenlere bakacak olursak/bakılırsa, yarım saat gecikecek gibi duruyor.)

* If the experience of earlier Asian economic miracles like Japan and South Korea is anything to go by, China should carry on growing at this hectic pace for another twenty or thirty years.
  (Japonya ve Güney Kore gibi Asya'da görülen daha önceki ekonomik mucizelere bakacak olursak, Çin bir yirmi ya da otuz yıl daha yoğun tempoda büyümeye devam edecekmiş gibi duruyor/devam edeceğini söyleyebiliriz.)

21 Ocak 2016 Perşembe

Çeviri Çalışmaları 16

Dialogue 1 - A Movie


- Hi Tom!
- Ah, hi Tim! How's it going?
- Not bad. What about you?
- Pretty good.

- So, what have you been up to?
- Well, I went to the cinema last night.
- Really? What movie did you watch?
- I watched the new Terminator film.
- Cool! Was it good?
- Well, I wasn't disappointed this time.
I reckon most of the films recently have sucked big time but this one is well worth watching.

- Who did you go with?
- I went on my own.
I quite like watching movies by myself, there's noone to moan or nag about stuff.
Have you seen it?
- No, not yet, maybe next weekend.

- Was Arnie in the film?
- Yeap, he sure was.
Yeah he's a bit old for the part but I liked him in the film.
But, the new Sarah Conor was beyond awful.
- What was wrong with her?
- What was right with her?
My grandma could have played the role better and she's been dead 20 years.

- I don't like 3 hour movies. How long was it?
- I'm not sure, but it must have been about 2 hours.

- Where did you watch it?
- I watched it at the shopping centre in Atakum.
- Was it crowded?
- No, not at all. Most people around here don't like to go to the cinema in the summer so it was quite empty.
If you ask me, it deserved more.

- How many films have you watched this month?
- I've watched 3 so far. Apart from Terminator, I've watched Jurassic World and Antman.
- What were they like?
- They were good too, especially Jurassic World.

- What kind of films do you like?
- That usually depends on my mood but if it's good, I usually like it.
The problem with films, like music and books, is that some are great, many are good but most are just rubbish.
The difficulty is finding the good ones.

- Do you prefer to go to the cinema or to watch the movie at home?
- That changes from movie to movie.
I find the sci-fi or action films more enjoyable at the cinema but comedies and dramas are best watched at home.

- Have you heard about the upcoming new Star Wars movie?
- Who hasn't? Yeah I'm really looking forward to it.
If the two trailers are anything to go by it should be a masterpiece.
And you know, Star Wars is more than a film for many people, it's a part of their childhood.
There is a special place in my heart for that epic.

- Tom, I've got to go.
- Ok Tim, What are you up to tomorrow?
- Not much. Let me call you tomorrow morning, ok?
- Sounds good, speak to you then Tim. Take care.
- Seeya later Tom.
---------------------------------- ------------------------
Hi Tom!
(Merhaba/Selam Tom!)

Ah, hi Tim! How's it going?
How's it going?= Nasıl gidiyor/Ne var ne yok/Naber?
(Aa merhaba Tim! Naber?)

Not bad. What about you?
not bad= İyiyim/İyi sayılır/Fena değil/Fena sayılmaz/Eh işte/İdare eder
What about you?= ya sen?/sen peki?/seni sormalı
(İyiyim. Senden naber/Sende ne var ne yok?)

Pretty good.
(Çok iyiyim/Gayet iyiyim/Her şey yolunda/Hiçbir yaramazlık yok.)

So, what have you been up to?
(Ee/Anlat bakalım, neler yaptın/neler yapıyorsun?)

Well, I went to the cinema last night.
well= İngilizce'de "so" gibi konuşmaya/cümleye başlarken çok sıkça kullanılan bir ifadedir. Türkçe'de günlük konuşmamızda "hımm, ee" gibi duraksama/düşünme/söyleyeceği sözleri toparlama manası taşıyor.
to go to the cinema= sinemaya gitmek
last night= dün gece
(Dün gece sinemaya gittim.)

Really? What movie did you watch?
really?= gerçekten mi?/öyle mi/hadi ya?
movie= film
to watch= izlemek, seyretmek
* Did you watch the news yesterday?
  (Dün haberleri izledin mi?)
(Öyle mi/Hadi ya, hangi filmi izledin/hangi filme -hangi filmi izlemeye- gittin?)

I watched the new Terminator film.
new= yeni, yeni çıkmış/çıkan, yeni tarihli
(Yeni tarihli/Son çıkan Terminatör filmini izledim.)

Cool! Was it good?
Cool!= Çok iyi/Harika/Ne güzel!
(Harika! -film- Güzel miydi/İyi miydi?)

Well, I wasn't disappointed this time.
to be disappointed= hayal kırıklığına uğramak, beklediğini/umduğunu bulamamak, beklediği gibi çıkmamak
* I am disappointed in him.
  (O beni hayal kırıklığına uğrattı/Onda hayal kırıklığı yaşadım/Beklediğim/Umduğum gibi biri değilmiş.)
(Bu sefer hayal kırıklığına uğramadım/bu sefer-ki film- beni hayal kırıklığına uğratmadı/beklediğim/umduğum gibi çıktı.)

I reckon most of the films recently have sucked big time but this one is well worth watching.
to reckon= to think= düşünmek, zannetmek, sanmak
* How much do you reckon (that) he earns?
  (Sence ne kadar kazanıyordur/Sence geliri ne kadardır/Sence ne kadar geliri vardır?)
I reckon= (I think, I guess, I suppose)= sanırım, bence, bana kalırsa
* I reckon it's going to rain.
  (Sanırım/Galiba yağmur yağacak.)
most of the films recently= son çıkan/zamanlardaki filmlerin çoğu
to suck= çok kötü/başarısız olmak, berbat olmak, çok boktan olmak
* This show sucks.
  (Bu gösteri/şov/program çok kötü/berbat/Bu gösteriyi/programı hiç beğenmedim.)
big time= çok, iyice, epeyce, fena halde, fena bir şekilde
* He fell for her big time.
  (Ona fena halde bağlandı/vuruldu/aşık oldu/gönlünü kaptırdı.)
big time hakkında geniş bilgi için tıklayınız
one= pronoun/zamir, movie/film kelimesine refer ediyor/kelimesinin yerini tutuyor.
one/ones kullanımı hakkında geniş bilgi için tıklayınız
be well worth doing= yapmaya/yapılmaya fazlasıyla/ziyadesiyle/kesinlikle değer olmak
* Turkey is a very beautiful country and well worth visiting.
  (Türkiye çok güzel bir ülke ve ziyaret edilmeye kesinlikle değer/ziyaret edilmeyi fazlasıyla hak ediyor.)
(Bana göre/kalırsa son çıkan filmlerin çoğu baya bir kötüydü/berbattı ama bu film izlenmeye fazlasıyla değer/izlenmeyi kesinlikle/fazlasıyla hak ediyor.)

Who did you go with?
to go= gitmek
(-filmi izlemeye- Kiminle gittin/Kimle birlikte gittin?)

I went on my own.
on one's own= kendi başına, tek başına, yalnız
(Yalnız/Tek başıma gittim.)

I quite like watching movies by myself, there's noone to moan or nag about stuff.
quite= epeyce, oldukça
* I'm quite busy.
  (Çok yoğunum/Hiç müsait değilim/Hiç boş vaktim yok.)
to like= sevmek, hoşlanmak, hoşuna gitmek
* Do you like reading?
  (-kitap- Okumayı sever misin/Okumaktan hoşlanır mısın?)
by oneself= kendi başına, tek başına, yalnız
noone (= nobody, anyone)= kimse, hiç kimse
* Noone was able to escape from Yedikule Prison.
  (Kimse Yedikule Hapishanesi'nden kaçamadı.)
to moan= mırıldanmak, homurdanmak
* She's always moaning about something.
  (Daima bir şeylerle ilgili homurdanıp duruyor.)
to nag= vır vır etmek, dırdır etmek, kafa ütülemek, başının etini yemek
* Quit nagging! I already said I'm not going.
  (Vır vır etmeyi bırak/Kes vır vırı! Gitmeyeceğim diye daha önce söyledim.)
stuff= şey
(Filmleri tek başıma izlemek daha çok hoşuma gidiyor, bir şeyler hakkında mırıldanan ya da vır vır eden kimse olmuyor.)

Have you seen it?
to see= seyretmek, izlemek
* Did you see that documentary on Channel 4 last night?
   (Dün gece 4. Kanal'daki belgeseli izledin mi/seyrettin mi?)
(Sen filmi izledin mi?)

No, not yet, maybe next weekend.
not yet= daha değil, henüz değil
maybe= belki, muhtemelen, bakarsın
next= gelecek, önümüzdeki
weekend= hafta sonu
(Hayır, henüz değil, belki önümüzdeki hafta sonu -izlemeye giderim-)

Was Arnie in the film?
Arnie= Arnold Schwarzenegger
(Arnold filmde/oyuncu kadrosunda var mıydı/filmde oynuyor muydu?)

Yeap, he sure was.
yeap= yes= evet
(Evet, tabi ki vardı/onsuz/o olmadan olur mu ya!) 

Yeah he's a bit old for the part but I liked him in the film.
yeah= yes= evet
a bit= biraz
old= yaşlı
part= rol
(Evet rolü için biraz yaşlı-kalıyor/duruyor- ama onun/Arnold'un filmdeki oyunculuğunu/performansını beğendim.)

But, the new Sarah Conor was beyond awful.
but= ama
beyond awful= iğrenç ötesi, çok çok kötü
(Ama son Sarah Conor-karakterinin oyunculuğu- çok çok kötüydü/çok boktandı.)

What was wrong with her?
wrong= sorun, kusur, hata, yanlış, kötü
(-onun hoşuna gitmeyen-Neyi/Ne sorunu/yanlışı vardı ki/Neyi kötüydü?)

What was right with her?
right= doğru, güzel, düzgün
(Doğru/Güzel olan nesi vardı ki?/Doğru/Güzel yaptığı hiçbir şeyi yoktu ki!)

My grandma could have played the role better and she's been dead 20 years.
grandma=grandmother= anane, babane
could have done= Geçmişe yönelik kesin olmayan görüş ve tahmin belirten ifadelerde kullanılır.
* Things could have been much worse than they are.
  (İşler/Durum daha da kötüye gidebilirdi/daha da kötüsü olabilirdi.)
to play a role= rol oynamak, rolü/karakteri canlandırmak
better= daha iyi/güzel
to die= ölmek
* How many more people have to die before this is over?
  (Bu sona ermeden/Bunun sona ermesi için daha kaç kişi ölmek zorunda?)
(Ananem o rolü daha iyi/güzel oynardı, ki öleli 20 yıl oldu.)

I don't like 3 hour movies. How long was it?
3 hour movie= 3 saatlik film, 3 saat süren film
how long= ne kadar uzun, ne kadar süre
* How long did your affair go on?
  (İlişkiniz/Beraberliğiniz ne kadar sürdü/devam etti?)
(3 saatlik/Çok uzun filmleri sevmiyorum. -filmin-Süresi ne kadardı/-film-Ne kadar sürdü?)

I'm not sure, but it must have been about 2 hours.
must have been= ..mış olmalı, olsa gerek. Geçmişe yönelik kuvvetli tahmin ifadesi. Bu tahmin bir şeylerden çıkarım/varsayım yapılarak söylenir.
* My mother is coughing a lot. She must have caught cold.
  (Annem çok öksürüyor. Soğuk almış olmalı.)
  (Bu cümlede kişi annesinin soğuk almış olabileceği tahmininde bulunurken bu sonuca annesinin öksürüklerinden varıyor.)
* The ground is wet. It must have rained during the night.
  (Yerler ıslak. Gece yağmur yağmış olsa gerek.)
  (Gece yağmur yağmış olabileceği sonucuna/tahminine yerlerin ıslak olmasından varılıyor.)
(Tam emin değilim/Tam/Kesin bilmiyorum ama -filmin süresi/uzunluğu- yaklaşık 2 saat olmalı.)
(Kişi burada filmin süresini kafasından atmıyor. Filmi izlemiş ve ona göre yaklaşık bir tahminde bulunuyor.)

Where did you watch it?
(-filmi- Nerede izledin?)

I watched it at the shopping centre in Atakum.
shopping centre= alışveriş merkezi
(-filmi- Atakum'daki bir alışveriş merkezinde izledim.)

Was it crowded?
crowded= kalabalık, yoğun, dolu
(-filmi izlediğin yer/sinema- kalabalık mıydı?)

No, not at all. Most people around here don't like to go to the cinema in the summer so it was quite empty.
not at all= hiç de değil, alakası yok
* A: Are you ill? B: Not at all.
  (A: Hasta mısın? B: Hiç de değil/Hiç hasta değilim/Hayır hiçbir şeyim yok/Hayır, turp gibiyim.)
most people= insanların çoğu
around here= bu civarda, burada
* Do you live around here?
  (Bu civarda mı/Buralarda mı oturuyorsun/yaşıyorsun?)
most people around here= bu civardaki insanların çoğu, burada/bu civarda yaşayan/oturan insanların çoğu/geneli
summer= yaz, yaz mevsimi
so= bu yüzden, bundan dolayı
empty= boş, tenha
(Hayır, -sinema- hiç kalabalık değildi. Burada oturan/yaşan insanların çoğu yazın sinemaya gitmeyi sevmezler, bu yüzden -sinema- baya bir boştu/tenhaydı.)

If you ask me, it deserved more.
if you ask me= bana kalırsa, bana sorarsanız, bence
to deserve= hak etmek, layık olmak
* What have I done to deserve this?
  (Bunu hak edecek ne yaptım?)
(Bence daha fazla seyirciyi/izleyici hak eden/daha fazla seyirciye layık bir filmdi.)

How many films have you watched this month?
how many= kaç, kaç tane (countable/sayılabilir isimler için)
* How many children do you have?
  (Kaç çocuğun var?)
month= ay
(Bu ay kaç film izledin?)

I've watched 3 so far. Apart from Terminator, I've watched Jurassic World and Antman.
so far= şimdiye kadar, şu ana kadar
* I haven't found anything so far.
  (Şu ana kadar bir şey bulamadım.)
apart from= ..nın haricinde/dışında, ..den başka, ..yı saymazsak/bir kenara bırakırsak
* Good work, apart from a few slight faults.
  (Birkaç ufak hata/yanlış dışında, başarılı/güzel olmuş/beğendim.)
(Şu ana kadar 3 film izledim. Terminatör'ün dışında/Terminatör'den başka, Jurassic Wold ve Antman filmlerini izledim.)

What were they like?
What to be someone/something like= nasıl biri/bir şey?
* What is he like?
  (Nasıl biri/birisi?)
* What is the weather like in Samsun?
  (Samsun'da hava nasıl?)
(Filmler nasıldı/Nasıl filmlerdi?)

They were good too, especially Jurassic World.
good= iyi, güzel
too= de, da, dahi
too kullanımı hakkında geniş bilgi için tıklayınız
especially= özellikle, bilhassa
(Onlar da güzel filmdi, özellikle Jurassic World -filmi-)

What kind of films do you like?
what kind of= ne tür, ne çeşit
* What kind of books do you read?
  (Ne tür kitaplar okursun/okuyorsun?)
(Ne tür filmlerden hoşlanıyorsun/Ne tür filmleri seviyorsun?)

That usually depends on my mood but if it's good, I usually like it.
usually= genellikle, çoğunlukla
* This street is usually crowded.
  (Bu cadde genellikle/umumiyetle kalabalık/işlek olur/oluyor.)
to depend on= ..ya bağlı olmak, ..ya göre değişmek
* It depends on the situation.
  (Duruma bağlı/Duruma göre değişir.)
mood= mod, ruh hali, keyif, hava
* I'm not in the mood (= I'm in no mood) for laughing.
  (Hiç gülecek havam yok/Hiç gülecek havada değilim/Gülmek içimden gelmiyor.)
if= eğer, şayet
* Correct me if I am wrong.
  (-eğer- Yanılıyorsam/Yanlışım varsa düzelt beni.)
(Genellikle keyfime/ruh halime göre değişiyor/farklılık gösteriyor ama eğer film güzelse, genelde beğenirim.)

The problem with films, like music and books, is that some are great, many are good but most are just rubbish.
the problem with films= filmlerin sorunu/filmlerdeki/filmlerle ilgili sıkıntı/sorun
like= tıpkı, aynı, ..de olduğu gibi
some= bir kaç, biraz
great= harika, çok güzel, muhteşemi on numara
many= çoğu, bir çoğu
most= genel, ekseriyet
just= tek kelimeyle, tam anlamıyla
rubbish= işe yaramaz, beş para etmez, çöp, abuk subuk
(Filmlerle ilgili sorun şu, müzik ve kitaplarda da aynı sorun/sıkıntı oluyor/yaşanıyor, filmlerin bir kaçı harika, çoğu güzel ama geneli de tek kelimeyle beş para etmez oluyor.)

The difficulty is finding the good ones.
difficulty= zorluk, güçlük, sıkıntı
to find= bulmak
* Where can I find that book?
  (O kitabı nerede bulabilirim?)
finding= bulma,
ones= movies/filmler kelimesine refer ediyor/kelimesinin yerini tutuyor
(Buradaki zorluk/güçlük güzel olanlarını bulmada oluyor/yaşanıyor.)

Do you prefer to go to the cinema or to watch the movie at home?
to prefer= tercih etmek, daha çok sevmek
* Do you prefer to cook at home or eat out?
  (Evde yemek yapmayı mı yoksa dışarıda yemeyi mi tercih edersin/daha çok seviyorsun?)
home= ev
(Sinemaya gitmeyi mi/Sinemada film izlemeyi mi yoksa evde film izlemeyi mi daha çok seviyorsun?)

That changes from movie to movie.
to change= değişmek
* You've changed such a lot since I last saw you.
  (Görmeyeli ne kadar/amma da değişmişsin!)
from something to something= ..den ...e
(Filmden filme değişiyor/Filmine bağlı/Filmine göre değişiyor.)

I find the sci-fi or action films more enjoyable at the cinema but comedies and dramas are best watched at home.
to find= bulmak, olarak görmek/gelmek
* Do you find it funny?
  (Komik mi buluyorsun/Sana komik mi geldi?)
* I find that fascinating.
  (Onu/Bu durumu çok ilginç/enteresan buluyorum/O/Bu durum bana çok ilginç/enteresan geliyor.)
sci-fi= bilim-kurgu
action= aksiyon, vurdulu kırdılı, hareketli
enjoyable= güzel, zevkli, eğlenceli
to find something more enjoyable= daha güzel/zevkli/eğlenceli bulmak/gelmek
comedy= komedi, güldürü
drama= acıklı, duygusal
best= en iyi, en güzel
(Bilim-kurgu ve aksiyon filmleri bana sinemada daha güzel geliyor ama komedi ve romantik filmler en güzel evde izleniyor.)

Have you heard about the upcoming new Star Wars movie?
to hear about= duymak, haberini olmak
* How did you hear about this job?
  (Bu işten nasıl haberiniz oldu/Bu işi nereden duydunuz?)
upcoming= gelecek, önümüzdeki, yakındaki
(Yakında çıkacak/gösterime girecek olan son Star Wars filmini duydun mu/filminden haberin var mı?)

Who hasn't? Yeah I'm really looking forward to it.
to look forward to= sabırsızlıkla/dört gözle beklemek, iple çekmek
* I look forward to your reply.
  (Cevabını sabırsızlıkla bekliyorum.)
(Duymayan/Haberi olmayan var mı ki?/Duymaz mıyım ya! -gösterime gireceği günü/anı- dört gözle/sabırsızlıkla bekliyorum/iple çekiyorum.)

If the two trailers are anything to go by it should be a masterpiece.
trailer= fragman, filmlerin kısa tanıtım videosu
anything= hepsi, her şey
* Anything you say can and will be used against you in a court of law.
  (Söylediğin/Söyleyeceğin her şey mahkemede aleyhine delil olarak kullanılabilir.)
to go by= ..e bakarak bir hükme varmak
* Going by her clothes, she must be very rich.
  (Giyimine bakılırsa çok zengin olmalı.)
should= birtakım verilere dayanarak çıkarılan mantıklı bir sonucu, kişisel görüşü, beklentiyi, tahmini veya yargıyı ifade etmek için kullanılan modal
* The bus should be here soon.
  (Otobüs yakında burada olur.)(Çünkü otobüs tarifelerini biliyor.)
* Your son has been living in England for two years. So he should speak English very well.
  (Oğlun iki senedir İngiltere'de yaşıyor. Öyleyse çok iyi İngilizce konuşuyordur/konuşuyor olmalı.)
  (Öküz değil ya, iki senede öğrenmiştir İngiltere'de İngilizce'yi demeye getiriyor :) )
masterpiece= şaheser, başyapıt
(Yayınlanan iki fragmanına bakacak olursak, film bir şaheser olmalı/olması gerek/film bir şaheser gibi duruyor/gözüküyor.)

And you know, Star Wars is more than a film for many people, it's a part of their childhood.
to know= bilmek
* Do you know how to use this?
  (Bunun nasıl kullanıldığını biliyor musun?)
more than= ..den daha fazla, ..den öte
part= parça, kısım
childhood= çocukluk, çocukluk dönemi/çağı/devresi
(Sen de bilirsin ki çoğu insan için Star Wars bir filmden öte bir şeydir- onlar için bir filmden daha fazla şey ifade eder- çocukluklarının bir parçasıdır.)

There is a special place in my heart for that epic.
speacial place= özel yer, müstesna yer, farklı yer
heart= kalp
epic= destan, destansı, efsanevi, destansı hikayelerin anlatıldığı uzun film, roman vb yapıt
(Bu destansı/efsanevi filmin kalbimde/bende özel bir yeri var.)

Tom, I've got to go.
(Tom, gitmem lazım/gerekiyor/ben artık kaçayım.)

Ok Tim, What are you up to tomorrow?
(Tamam Tim, yarın ne yapıyorsun/yapacaksın/Yarın programın ne?)

Not much. Let me call you tomorrow morning, ok?
not much= yeni bir şey yok, farklı bir şey yapmayacağım, aynı şeyler işte, her zamanki şeyler işte
to let= izin vermek, imkan vermek, olanak tanımak
* Let me explain the truths.
  (Gerçekleri açıklamama izin ver/Bırak da/Müsaade et de gerçekleri açıklayayım/izah edeyim.)
to call= aramak, telefon etmek
* I was about to call you.
  (Ben de tam seni arıyordum/aramak üzereydim.)
tomorrow morning= yarın sabah
(Farklı/Özel bir şey yapmayacağım. Yarın sabah seni ararım/telefonlaşalım, olur mu?)

Sounds good, speak to you then Tim. Take care.
(it/that) sounds good= iyi fikir, anlaştık, olur, pekala, bana uyar, hay hay
speak to you then= görüşürüz o halde/o zaman/öyleyse
take care= kendine iyi bak, kal sağlıcakla
(Anlaştık, görüşürüz öyleyse Tim. Kendine iyi bak.)

Seeya later Tom.
seeya later= görüşürüz, görüşmek üzere, hoşçakal ("see you later" ifadesinin günlük konuşmadaki informal/gayrı resmi hali)
(Görüşürüz Tom)

18 Ocak 2016 Pazartesi

İngilizce Deyimler ve İfadeler 94

big time


= very much; a lot
    on a large scale; to a great extent
    if you do something ​big ​time, you do it to a ​great ​degree

= çok, iyice, epeyce, fena halde, fena bir şekilde

ingilizce çok, fena halde, iyice, epeyce
big time English expression daily phrase

* I owe you big time.
  (Sana çok borçlandım/Sana borcumu ödeyemem.)

* John is into ​skiing ​big ​time.
  (John kaymayı/kayak yapmayı çok seviyor/John kayağa çok aşırı düşkün/tam bir kayak hastası.)

* He fell for her big time.
  (Ona fena halde bağlandı/vuruldu/aşık oldu/gönlünü kaptırdı.)

* I messed up big time.
  (Fena halde sıçtım/İşleri fena halde/acaip batırdım/berbat ettim.)

* This sucks big time.
  (Rezil mi rezil bir şey bu/Çok/Acaip berbat bir şey bu.)

* I'm hungry big time.
  (Fena/Çok acayip açım/acıktım/Kurt gibi açım.)

* The school was into discipline big time.
  (Okul-yöneticileri- disipline büyük/aşırı önem veriyordu.)
  (Okulda çok sıkı/aşırı bir disiplin vardı/hakimdi.)

* I got screwed big time when I signed that agreement.
  (O anlaşmayı/sözleşmeyi imzalamakla acayip/fena halde kazık yedim/kazıklandım/göte geldim.)

* A: Did you have problems with him?
   (Onunla sorunların oldu mu/sorun yaşadın mı?)
   B: Yeah, big time.
   (Evet, hem de çok/çok büyük sorunlar.)

* After she wrecked her parents car, she was in trouble big time.
  (Anne babasının arabasıyla kaza yaptığı için/arabasını hurdaya çevirdiği/pert ettiği için başı çok büyük/acayip belaya girdi.)

17 Ocak 2016 Pazar

İngilizce Deyimler ve İfadeler 93

I'd say  (= I would say)


= It is my estimate or opinion.
    used to introduce an estimate
    used for giving your opinion even though other people may not agree

= bence, bana kalırsa, benim görüşüm, bana sorarsanız
    muhtemelen, tahminimce

ingilizce bence bana kalırsa muhtemelen tahminimce
I'd say English expression phrase

* I am no doctor, but I'd say he needs an ambulance.
  (Doktor değilim ama bence durumu ambulanslık/bence/bana sorarsanız ambulansa ihtiyacı var.)
  (Doktor değilim ama bence ambulans çağırılmalı.)

* Since you ask me I'd say the blue one is best.
  (Madem sordun/Sordun diye diyorum, bence mavi olan en iyisi/en güzeli.)

* I'd say there were about 100 people there.
  (Tahminimce/Bence orada yaklaşık 100 kişi vardı.)

* A: Do you think I can do it?
  (Sence ben bunu yapabilir miyim?)
   B: I'd say so.
  (Bence yapabilirsin/evet)

* I'd say you are about 40.
  (-yaş- Tahminimce 40 civarı falansın.)

14 Ocak 2016 Perşembe

Çeviri Çalışmaları 15

Translating Activity English - Turkish


İngilizce-Türkçe Çeviri Çalışması



When I set off for work this morning, my car broke down, so I ended up taking the bus.
As soon as I got off, I bumped into an old schoolmate, Mark.
While we were talking, he brought up something I had already found out from some mutual friends-
that he'd come into some money and had set up his own business.
He told me that there was a lot to sort out, and offered to take me on, but I turned him down straight away.

ingilizce phrasal verb örnek cümle
English Turkish Translating İngilizce Türkçe çeviri çalışması
------------ -------------
When I set off for work this morning, my car broke down, so I ended up taking the bus. 
to set off= yolu koyulmak, yola çıkmak
* The bus set off first and we followed on behind in the car.
  (Önce otobüs yola çıktı, biz de arabayla arkadan takip ettik.)
to set off ile ilgili geniş bilgi için tıklayınız
morning= sabah, sabah vakti
car= araba
to break down= bozulmak, arızalanmak, arıza yapmak
* My car broke down and I was wondering if I could use your phone.
  (Arabam arıza yaptı da telefonunuzu kullanabilir miyim diye soracaktım.)
to break down ile ilgili geniş bilgi için tıklayınız
to end up (by) doing something= sonunda ... yapmak
* He ended up taking his father's advice.
  (Sonunda babasının tavsiyesini dinledi/tavsiyesine uydu/sözünü dinledi/dediğini yaptı.)
to end up ile ilgili geniş bilgi için tıklayınız
to take the bus= otobüse binmek, otobüsle gitmek
(Bu sabah işe gitmek için yola çıktığımda arabam arıza yaptı, ben de bunun üzerine/sonucunda otobüse bindim.)

As soon as I got off, I bumped into an old schoolmate, Mark.
as soon as= ..er ..emez, gibi, ile birlikte
* I will let you know as soon as I figure out.
  (Öğrenir öğrenmez/Öğrendiğim gibi sizi bilgilendireceğim/size haber vereceğim/veririm.)
to get off= (bir vasıtadan) inmek
* I got off the train when I learnt that it wasn't stopping at Oxford.
  (Oxford'da durmadığını/Oxford'dan geçmediğini öğrenince trenden indim.)
to get off ile ilgili geniş bilgi için tıklayınız
to bump into= tesadüfen karşılaşmak, rastlamak
* Guess who I bumped into on the way to the office.
  (Tahmin et bakalım, ofise giderken kiminle karşılaştım/kime rastladım/kimi gördüm?)
to bump into ile ilgili geniş bilgi için tıklayınız
(-otobüsten- İndiğim gibi/İner inmez eski okul arkadaşım Mark'a rastladım/Mark'la karşılaştım.)

While we were talking, he brought up something I had already found out from some mutual friends- that he'd come into some money and had set up his own business.
while= ..erken
to talk= konuşmak, sohbet etmek
to bring up= bahsetmek, bahsini/konusunu açmak, söz etmek
* I'm glad you brought this up.
  (Bu konuyu açmana sevindim/Bu konuyu açman iyi oldu.)
to bring up ile ilgili geniş bilgi için tıklayınız
already= daha önceden/evvel, zaten
to find out= öğrenmek, haberdar olmak, duymak
* I don't know, but I'll find out for you.
  (Bilmiyorum ama senin için öğrenirim.)
to find out ile ilgili geniş bilgi için tıklayınız
mutual friend= ortak arkadaş
to come into= miras kalmak, mirasa konmak
* I came into a little money and bought a house.
  (Miras olarak biraz para kaldı bana, ben de ev aldım.)
to come into ile ilgili geniş bilgi için tıklayınız
to set up= (iş vb) kurmak, (şirket, işyeri vb) açmak
* She plans to set up her own business.
  (Kendi işini/şirketini kurmayı planlıyor.)
to set up ile ilgili geniş bilgi için tıklayınız
(Konuşurken bana zaten daha önce ortak arkadaşlarımızdan öğrendiğim/duyduğum ona miras olarak para kaldığından ve o parayla kendi işini kurduğundan bahsetti.)

He told me that there was a lot to sort out, and offered to take me on, but I turned him down straight away.
to tell= söylemek, anlatmak
to sort out= çözmek, halletmek, çaresine/icabına bakmak
* It took me an hour to sort out the problem with my reservation.
  (Rezervasyonumla ilgili sorunu çözmem/halletmem bir saatimi aldı.)
to sort out ile ilgili geniş bilgi için tıklayınız
to offer= teklif etmek
* He offered her a trip to Australia but she turned it/him down.
  (Ona birlikte/beraber Avustralya'ya gitmeyi teklif etti ama o kabul etmedi/teklifi geri çevirdi.)
to take on someone= işe almak, çalıştırmak, istihdam etmek
* Our company has taken on four new employees this month.
  (Firmamız bu ay dört yeni işçi/personel aldı.)
to take on someone ile ilgili geniş bilgi için tıklayınız
to turn down= geri çevirmek, reddetmek, olumsuz cevap vermek
* Why did you turn down his offer?
  (Teklifini niçin geri çevirdin/kabul etmedin?)
to turn down ile ilgili geniş bilgi için tıklayınız
straight away= hemen, duraksamadan, tereddütsüz
(Halledilmesi gereken bir sürü şeyin/işin olduğundan bahsetti ve bana onun yanında çalışmayı teklif etti ama teklifini tereddüt etmeden/hemen/anında geri çevirdim.)

İngilizce Deyimler ve İfadeler 92

turn down someone/something

(turn someone/something down)


= to refuse to accept or agree to something, or to someone's idea
    to reject an offer or application made by someone
    to give a negative response, to say no

= geri çevirmek, reddetmek
    kabul etmemek, onaylamamak
    olumsuz cevap vermek, hayır demek

ingilizce geri çevirmek reddetmek kabul etmemek
to turn down someone something English phrasal verb

* Why did she turn down your invitation?
  (Davetini neden kabul etmedi/geri çevirdi?)

* Bill asked me out, but I turned him down. He’s just not my type.
  (Bill bana çıkma teklif etti ama ben ona olumsuz cevap verdim/onun çıkma teklifini kabul etmedim. Tipim değil/Bana uygun biri değil.)

* The board turned our request down.
  (Yönetim kurulu isteğimizi/talebimizi kabul etmedi/reddetti.)

* Why did you turn down his offer?
  (Teklifini niçin geri çevirdin/kabul etmedin?)

* She had turned down John's offer of help, too.
  (John'un da yardım teklifini kabul etmedi/etmemiş/geri çevirmiş.)
  (John'un da yardım teklifine hayır demiş.)

* Why did you turn down such a fantastic job, I don't get it.
  (Böyle fantastik/harika bir işi neden kabul etmedin, anlamıyorum/aklım almıyor.)

* We turned them down because their offer was too low.
  (Çok düşük olduğu için onların teklifini kabul etmedik/geri çevirdik.)

* Joe was turned down at four schools before he was finally accepted.
  (Nihayet bir okula girmeden önce Joe dört okuldan ret yemişti.)
  (Sonunda bir okula girmeden önce Joe'yu dört okul almamıştı/kabul etmemişti.)

* We had to turn Joan down, even though her proposal was okay.
  (Uygun olmasına rağmen John'un teklifini geri çevirmek zorunda kaldık.)

* It was hard for me to turn down his demand.
  (Onun talebine/isteğine hayır demek benim için/adıma kolay olmadı/değildi.)
  (Onun talebini/isteğini geri çevirirken/talebine olumsuz cevap verirken zorlandım.)

* Go ahead and ask her out, if you're prepared for her to turn you down.
  (Seni geri çevirmesine/Sana hayır demesine hazırsan had gidip çıkma teklif et ona.)
  (Seni geri çevirmesi/Sana hayır demesi sana koymayacaksa hadi gidip benimle çıkar mısın diye sor ona.)

* The bank turned down their request for a loan.
  (Banka, kredi başvurularını kabul etmedi/geri çevirdi.)

* It was stupid of him to turn down his offer.
  (Teklifini kabul etmemekle aptallık etti.)

* We turned down Joan, even though her credentials were good.
  (Referansları her ne kadar iyi olsa da John'u/John'un başvurusunu geri çevirdik/kabul etmedik.)

* He never asks for help and he turns you down when you offer it.
  (Asla yardım istemez, teklif ettiğinde de/etsen de kabul etmez.)

* You would not complain if you were turned down in a job application for health reasons.
  (İş başvurun sağlık nedenleriyle reddediliyorsa/kabul edilmiyorsa, şikayet edemezsin/şikayetçi olmaya hakkın yok.)

* The RAF (Royal Air Force) turned him down on medical grounds.
  (Kraliyet Hava Kuvvetleri tıbbi gerekçelerle onu/onun başvurusunu kabul etmedi.)
  (Sağlık gerekçeleriyle RAF'tan ret yedi/RAF'a kabul edilmedi.)

* How could you turn down such a fantastic job?
  (Böyle harika bir işi/işte çalışma teklifini nasıl kabul etmezsin/geri çevirirsin?)

* I don't believe it: he turned me down flat!
  (İnanmıyorum ya, açık açık/düpedüz beni reddetti/bana hayır dedi.)

* He offered her a trip to Australia but she turned it/him down.
  (Ona birlikte Avustralya'ya gitmeyi teklif etti ama o teklifi kabul etmedi.)

* He turned down the job because it involved too much travelling.
  (Çok fazla seyahat etmek gerektiği/gerekeceği için işi kabul etmedi.)

* She turned down the opportunity to work in Paris.
  (Paris'te çalışma fırsatını geri çevirdi/tepti.)

* I heard that he turned down a knighthood.
  (Şövalye nişanını kabul etmediğini/geri çevirdiğini duydum.)

* He turned down the chance to have his own exhibition.
  (Kendi sergisini açma şansını/fırsatını geri çevirdi/tepti.)

* Would you turn down the chance to meet Arda Turan?
  (Arda Turan ile tanışma fırsatını/şansını geri çevirir miydin?)

* The bank turned down my application for a loan.
  (Banka, kredi başvurumu kabul etmedi/onaylamadı.)

* He has been turned down for ten jobs so far.
  (Şu ana kadar on iş teklifini kabul etmedi/geri çevirdi.)

* I'm not going to turn down an invitation to go to New York!
  (Biri gel New York'a gidelim dese, geri çevirmem/hayır demem!)

* We would like to help him with his money problems, but he always turns down our offers of help.
  (Onun parasal/ekonomik sorunlarına/problemlerine yardımcı olmak istiyoruz ama o bizim yardım teklifimizi hep geri çeviriyor.)

* He applied for a promotion twice this year, but he was turned down both times.
  (Bu sene iki defa terfi etmek için talepte bulundu ama her iki seferde de geri çevrildi/talebi kabul edilmedi/reddedildi.)

* My credit card application was turned down by the bank because of my bad credit.
  (Kredi batağımdan/borcumdan/kötü kredi geçmişimden dolayı banka, kredi kartı başvurumu kabul etmedi/reddetti.)

* I thought I could borrow some money from Joe, but when I asked, he turned me down.
  (Joe bana biraz borç para verir sanmıştım/diye düşünmüştüm, ama istediğimde/sorduğumda bana hayır dedi/borç vermeyi kabul etmedi.)

* He was offered a job there but he turned it down as it was too far from home.
  (Orada ona iş teklif edildi/teklifi geldi ama o eve çok uzak olduğu için teklifi kabul etmedi.)

* I turned down an invitation to dinner to come and spend the evening with you.
  (Gelip geceyi seninle geçirmek için/geçireyim diye yemek davetini geri çevirdim/yemek davetine/teklifine hayır dedim.)

* If I had a nickel for everytime a woman has turned me down, I'd be a rich man!
  (Bir kadın tarafından her reddedilişimde/geri çevrilişimde beş sent/kuruş alsaydım, zengin olmuştum/köşeyi dönmüştüm.)

* When I asked him to lend me some money, he turned down my request.
  (Ondan borç para istediğimde, olumsuz cevap verdi/olmaz veremem/vermem dedi.)

* I was invited last week as well, but it was late so I regretfully turned them down.
  (Geçen hafta ben de davetliydim/beni de davet ettiler, ama çok geç vakitteydi, bu yüzden istemeye istemeye/üzülerek daveti geri çevirdim/davete olumsuz cevap verdim.)

* It's a tempting offer but I'm afraid I'm going to have to turn you down.
  (Çok çekici/cazip bir teklif ama maalesef/ne yazık ki teklifinize hayır demek zorundayım.)

* I think he's making a big mistake by turning down the job.
  (Bence işi kabul etmeyerek/etmemekle büyük bir hata yapıyor.)

* I'm afraid your request for a pay raise was turned down again.
  (Maalesef/Ne yazık ki maaşınıza zam talebiniz yine reddedildi/kabul edilmedi.)

* That's a very generous offer, but I have to turn it down.
  (Çok cömert bir teklif ama reddetmek zorundayım/kabul edemeyeceğim.)

* Robert was so busy he had to turn down an invitation to play golf.
  (Robert o kadar yoğundu ki golf oynama davetini/teklifini geri çevirmek/davetine hayır demek zorunda kaldı.)

* I can't understand why John turned down a job as good as that.
  (John bu kadar iyi bir işi nasıl kabul etmez anlayamıyorum/aklım almıyor.)

* John applied for a credit card, but he was turned down.
  (John kredi kartı için başvurdu ama başvurusu kabul edilmedi/reddedildi.)

* John asked Jeny for a date, but she turned him down.
  (John, Jeny'ye çıkma teklif etti ama Jeny kabul etmedi/olumsuz cevap verdi.)

* He applied for the job but was turned down on the spot.
  (İş için başvurdu ama daha dakkasında/anında red yedi/daha orada olumsuz cevap aldı.)

* I'm afraid of asking her to dance and being turned down.
  (Onu dansa davet edip reddedilmekten/geri çevrilmekten korkuyorum/çekiniyorum.)

* She had no choice but to turn down his proposal.
  (Onun teklifini geri çevirmekten başka çaresi yoktu.)

* I politely turned down his offer and hung up.
  (Teklifini kibarca geri çevirip telefonu kapattım.)

* To put it briefly, she turned down his proposal.
  (Uzun lafın kısası/Kısaca söylemek gerekirse, teklifini kabul etmedi/geri çevirdi.)

* He turned down my request for a day off.
  (Bir günlük izin isteğimi kabul etmedi/izin istedim hayır/olmaz dedi.)

* The offer is too good to be turned down.
  (Reddedilemeyecek/Geri çevrilemeyecek kadar iyi bir teklif.)

* The company turned him down for no apparent reason.
  (Firma görünürde/ortada hiçbir neden/sebep yokken onu reddetti/onun teklifini/başvurusunu geri çevirdi/kabul etmedi.)

* Her suggestion seems to have been turned down.
  (Teklifi/Önerisi kabul edilmedi/reddedildi gibi görünüyor.)
  (Görünüşe göre/Muhtemelen önerisi/teklifi kabul edilmedi.)

* You were wrong to turn down his help.
  (Yardımını/Yardım teklifini kabul etmemekle/reddetmekle hata ettin/yanlış/hata yaptın.)

* She turned down the subsidy that I offered.
  (Para yardımı teklifimi kabul etmedi/geri çevirdi.)

* Jeny turned down three dinner invitations last week.
  (Jeny geçen hafta üç yemek davetini geri çevirdi.)

* Jeny turned down all of her suitors.
  (Jeny tüm taliplerini geri çevirdi/kendisine evlenme teklif eden tüm erkeklere hayır dedi/olumsuz cevap verdi.)

* John's loan request was turned down.
  (John'un kredi başvurusu/talebi reddedildi.)

13 Ocak 2016 Çarşamba

İngilizce Deyimler ve İfadeler 91

to take on someone

to take someone on


= to hire or employ someone
    to give someone work or a job
    to engage an employee; to begin to employ someone

= (bir kimseyi) işe almak/başlatmak, (bir kimseye) görev/vazife vermek
    iş vermek, işe almak, adam çalıştırmak, tutmak

ingilizce işe almak istihdam etmek iş vermek çalıştırmak
to take on someone to take someone on English phrasal verb

* The factory took on fifty new employees last month.
  (Fabrika geçen ay elli yeni işçi/personel aldı.)

* I promised to take Francine's sister on if we needed another typist.
  (Bir sekretere daha ihtiyacımız olursa Francine'in kız kardeşini işe alacağıma söz verdim.)

* She was taken on as a temporary assistant at first, and now she's the office manager.
  (İlk başta işe geçici asistan olarak alınmıştı, şimdi/artık ofis müdürü oldu.)

* We need to take on more employees.
  (Daha fazla işçi/personel almamız/çalıştırmamız gerekiyor.)

* The law firm took on a new partner.
  (Hukuk firması yeni bir ortak aldı.)

* She wasn't sure if she should take a new programmer on right now.
  (Şu an yeni bir bilgisayar programcısı işe almam gerekir mi gerekmez mi diye emin değildi.)

* We need to take on two more workers in the warehouse.
  (Depoya/Ambara iki işçi/personel daha almamız gerekiyor.)

* We're taking on 50 new staff this year.
  (Bu yıl 50 yeni personel alacağız/istihdam edeceğiz.)

* We're not taking on any new staff at the moment.
  (Şu anda yeni bir personel alımımız yok.)

* Our company has taken on four new employees this month.
  (Firmamız bu ay dört yeni işçi/personel aldı.)

* The restaurant takes on extra staff in the summer.
  (Restoran/Lokanta yazın/yazları ilave işçi/personel alıyor/çalıştırıyor/istihdam ediyor.)

* We aren't taking on any more staff this year.
  (Bu sene başka personel almayacağız/istihdam etmeyeceğiz.)

* I hear they're taking on extra staff for this event.
  (Bu etkinlik/organizasyon için ilave personel aldıklarını/alacaklarını duydum.)
  (Bu etkinlik/organizasyon için ilave personel aldıkları/alacakları söyleniyor.)

* He's spoken to a publishing firm. They're going to take him on.
  (Bir yayıneviyle konuştu/görüştü. Onu işe alacaklar.)

* The big department store took on three new cashiers before Christmas time.
  (Büyük perakende satış mağazası/Alış veriş merkezi Christmas'tan önce üç yeni kasiyer işe aldı/istihdam etti.)

* We need to take on at least three more people for the Christmas period.
  (Christmas döneminde en az üç personel daha işe almamız gerekiyor.)

* We need to take on a couple of extra sales people as business is growing very fast.
  (İşler çok hızlı arttığından/Firma çok hızlı büyüdüğünden bir kaç ilave satış elemanı/personeli almamız gerekiyor.)

* We'll be taking on two new members of staff.
  (İki yeni personel alacağız/istihdam edeceğiz.)

* She was taken on as a trainee.
  (Stajer olarak işe alınmıştı.)

* I was taken on by the company after they saw I had good experience.
  (Deneyimli olduğumu görmelerinin/anlamalarının ardından/gördüklerinden şirket tarafından işe alındım/şirket beni işe aldı.)

* I can't believe they took her on, I am much more qualified for the job.
  (Onu işe aldıklarına inanamıyorum/Onu işe nasıl alırlar ya, ben iş için daha fazla donanımlıyım.)

* The shop has taken four trainees.
  (Mağaza dört stajer işe aldı.)

* He was taken on as a part time teacher.
  (Yarı zamanlı öğretmen olarak işe alındı.)

* We need to take on more staff to cope with the work.
  (İşle baş edebilmemiz/İşin üstesinden gelebilmemiz için daha fazla eleman/personel almamız lazım/gerekiyor.)

* The company has taken on three new staff members.
  (Şirket/Firma üç yeni personel/eleman/işçi aldı.)

* They want to take on ten more assistants.
  (On tane daha asistan almak istiyorlar.)

* She loves to be taken on by that company.
  (O firma tarafından işe alınmayı çok istiyor.)

* When Tim took me on as a chef, he promised to trust me more.
  (Tim beni aşçıbaşı/şef olarak işe aldığında bana daha fazla güveneceğinin sözünü vermişti.)

* Chuck was taken on by a very important company las week.
  (Chuck geçen hafta çok önemli/büyük bir firma tarafından işe alındı.)

* You will have to take on someone to do this work.
  (Bu işi yapacak birini işe alman gerekecek.)

* The company is doing so well that we'll have to take on more staff.
  (Şirket çok iyi gidiyor/iş yapıyor, bu yüzden daha fazla eleman almamız gerekecek.)

* Sophie has just been taken on with a permanent contract.
  (Sophie geçici/süreli bir kontratla işe alındı.)

* I think we could take you on as an assistant editor, but it doesn't pay very well.
  (Sanırım seni asistan editör/editör yardımcısı olarak işe alabiliriz, ama çok iyi/yüksek maaşlı bir iş değil/çok yüksek maaş veremeyiz.)

* I'm sorry, but at the moment our company isn't taking on any more staff.
  (Kusura bakmayın ama şu anda firmamız başka eleman/personel almıyor/alımı yapmıyor.)

* If that goes well, the employer will take him on as an apprentice.
  (Bir aksilik olmazda, işveren onu stajer olarak işe alacak.)

* We plan to take on an additional ten employees over the next year.
  (Önümüzdeki/Gelecek yıl içinde ilave on personel/on personel daha işe almayı planlıyoruz.)

* The department store took on more staff over the busy Christmas period.
  (Alışveriş mağazası yoğun Christmas dönemi boyunca daha fazla personel/eleman işe aldı/istihdam etti/çalıştırdı.)

* The council has had to take on twenty extra employees to handle their increased workload.
  (Yönetim artan iş yüküyle baş edebilmek için ilave 20 personel almak zorunda kaldı.)

* The company has really grown over the last few years. This year we have taken on ten new employees.
  (Şirket geçen beş yıl boyunca çok büyüdü. Bu sene on yeni personel/eleman/işçi aldık.)