5 Aralık 2016 Pazartesi

Çeviri Çalışmaları 50

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Terminal-2


A: Do you know a man named Viktor Navorski? B: Yes.
------------- -----------
to know: tanımak
named: adında, isimli
------------- -----------
(A: Viktor Navorski adında bir adam/birini tanıyor musunuz? B: Evet.)

Çeviri Çalışmaları 49

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Sex and the City-6


I've been thinking...
Our pathetic relationship is as close to marriage as either one of us ever hopes to get.
So, I feel I deserve some sort of settlement.
Like, say, a weekend at your house in the Hamptons.
You're not invited. I'll be having a party, you're not invited to that either.
Oh, it's Samantha. Call me.
------------- -----------
* to think: düşünmek, aklından geçirmek
* pathetic: içler acısı, acınası, ümitsiz, hazin
* relationship: ilişki
* as ... as: ... kadar (karşılaştırma yapısı)
* to get close to: ..ya yaklaşmak
* marriage: evlilik
* to be close to marriage: evliliğe yakın/yaklaşmış olmak
* either one: (ikisinden) biri, herhangi biri
* ever: hiç, asla
* to hope to do sth: yapmayı ummak, beklemek, istemek
* so: o yüzden, öyleyse, o halde
* to feel: düşünmek
* to deserve: hak etmek
* some sort of: bir tür, bir nevi
* settlement: ev, mesken
* like: mesela, diyelim ki
* say: mesela, diyelim ki
* weekend: hafta sonu
* house: ev
* invited: davetli
* to have a party: parti vermek
* either: (olumsuz) de/da (dahi anlamında)
* to call: aramak, telefon açmak, telefon etmek
------------- -----------
Düşünüyordum da/Düşündüm de ...
Ümitsiz ilişkimiz ikimizin de hiç beklemediği kadar evliliğe yaklaştı.
O halde bir evi hak ettiğimi düşünüyorum.
Mesela Hamptons'daki evinde bir hafta sonu.
Sen davetli değilsin/gelmiyorsun. Bir parti vereceğim, buna da davetli değilsin/gelmiyorsun.
Ah, ben Samantha. Ara beni.

Çeviri Çalışmaları 48

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Terminal-1


Why are you doing this? Huh?
You don't know him.
You don't know the rules.
Look at me.
------------- -----------
* to do: yapmak
* to know: tanımak
* to know: bilmek
* rule: kural
* to look at someone: birine bakmak
------------- -----------
Bunu neden yapıyorsun?
Onu tanımıyorsun.
Kuralları bilmiyorsun.
Bana bak.

29 Kasım 2016 Salı

Çeviri Çalışmaları 47

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Sex and the City-5


A: In her defence, she's had a very, very bad day.
B: Her boyfriend just broke up with her.
C: On a post-it.
D: Come on. That didn't happen.
   "I'm sorry. I can't. Don't hate me." Wow. Brutal.
------------- -----------
* in one's defence: birini savunmak adına, müdafaa etmek amacıyla
* to have a bad day: kötü bir gün geçirmek
* boyfriend: erkek arkadaş
* just: daha yeni
* to break up with someone: ayrılmak, ilişkiyi bitirmek, bırakmak, terk etmek
- I want you to break up with my daughter.
  (Kızımdan ayrılmanı istiyorum/Kızımı bırakmanı istiyorum/Kızımla olan ilişkini bitirmeni istiyorum.)
* post-it: post-it not kağıdı
* come on: yok canım, olur mu öyle şey, haydi oradan
* to happen: olmak, yaşanmak, meydana gelmek
* to be sorry: özür dilemek, üzüntüsünü ifade etmek
* to hate: nefret etmek
* brutal: acımasız, gaddar
------------- -----------
A: Onu savunmak adına söylüyorum, bugün çok kötü/berbat bir gün geçirdi.
B: Daha yeni erkek arkadaşı onu terk etti.
C: Post-it notuyla -hem de-.
D: Yok daha neler! Öyle bir şey olmadı.
   "Beni affet. Yapamıyorum. Benden nefret etme." Vay be, acımasız biriymiş.

Çeviri Çalışmaları 46

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Shutter Island-1


- I decided to take a long swim in the lake.
------------- -----------
* to decide to do sth: yapmaya karar vermek
- My friend decided to go abroad.
  (Arkadaşım yurtdışına gitmeye karar verdi.)
* to take a swim: yüzmek
- Why don't you go out to the pool and take a swim?
  (Niye havuza gidip yüzmüyorsun? / Havuza gidip yüzsene!)
* long: uzun süre
* lake: göl
------------- -----------
- Gölde uzun bir süre yüzmeye karar verdim.

Çeviri Çalışmaları 45

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Sex and the City- 4



If I hadn't accidentally gotten pregnant by Steve, I never would have had Brady.
I'm not finished. And had no time to eat.
So I never would have fit into my skinny jeans and realize this city is full of cute men.
------------- -----------
* if: eğer, şayet
* accidentally: kazara, istemeden
* to get pregnant by someone: birinden hamile kalmak
- She's been trying to get pregnant for a year now.
  (Bir seneden beri hamile kalmak için uğraşıyor.)
* never: asla, hiçbir zaman
* to have someone: birine sahip olmak, tanımak
* to be finished: (işini/sözünü vb) bitirmiş/tamamlamış olmak
* to have no time to do sth: yapmaya/yapacak vakti olmamak
* to eat: yemek
* so: dolayısıyla, bunun üzerine, böylece
* to fit into: ..e sığmak, ..e girmek, ..e tam gelmek
- I can't fit into those clothes anymore.
  (Artık bu kıyafetler bana olmuyor.)
* skinny jeans: dar kesim kot
* to realize: farkına varmak, fark etmek, görmek
- She realizes how hard you worked.
  (Ne kadar sıkı/yoğun çalıştığının farkında/çalıştığını görüyor/anlıyor.)
* city: şehir
* to be full of: ile dolu olmak, bir sürü ... olmak, ile dolup taşmak, ... kaynamak
- Life is full of suprises.
  (Hayat sürprizlerle doludur.)
* cute: yakışıklı, çekici
------------- -----------
Eğer kazara Steve'den hamile kalmasaydım, asla Brady'ye sahip olamazdım/olamayacaktım.
-Sözlerimi- Bitirmedim. Ve yemeğe de vaktim olmayacaktı.
Böylece hiçbir zaman dar kot giyemeyecek ve şehirde yakışıklı erkek kaynadığını fark edemeyecektim.

23 Kasım 2016 Çarşamba

Çeviri Çalışmaları 44

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Peaceful Warrior-2


- What are you gonna do in eight months?
------------- -----------
* gonna: going to
- I think I'm gonna sneeze. Give me a tissue.
  (Sanırım/Galiba hapşıracağım. Bana bir mendil versene.)
* to do: yapmak
- What are you gonna do?
  (Ne yapacaksın?)
* in: ..de/da, süresince, zarfında, boyunca
* month: ay
------------- -----------
Sekiz ayda/Sekiz ay boyunca ne yapacaksın?

22 Kasım 2016 Salı

Çeviri Çalışmaları 43

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Sex and the City-3


- Big and I, we have this ... thing.
- It's all about the pheromones. We're all just animals reacting to each other's smell.
- And I have this non-married wonderful boyfriend with all his hair, waiting for me, who smells great.
- Don't beat yourself up. Aidan hasn't said "I love you" yet. Until he does, you're a free agent.
------------- -----------
* to have: sahip olmak
* thing: şey, sorun, mesele
* pheromones: feromon, haberleşme hormonu, aynı türün üyeleri arasındaki sosyal ilişkileri düzenleyen kimyasal madde
* to react to: tepki göstermek, tepki vermek
* each other: birbirine
* smell: koku
* non-married: evli olmayan, bekar
* with all one's hair: saçları gür, azıcık bile kelliği olmayan
* to wait for: beklemek
* to smell: kokmak
* to beat oneself up: kendini cezalandırmak, suçlamak, kendine haksızlık etmek, yüklenmek
* to say: demek, söylemek
* to love: sevmek
* yet: henüz, daha
* until: ..e kadar, ..e değin, ..e dek
* free agent: hareketlerinde serbest/özgür kimse, bekar erkek/kız
------------- -----------
- Big ile ben, bu şeyi yaşıyoruz/bu durumdayız işte.
- Bu tamamen feromonlarla alakalı bir şey. Hepimiz birbirimizin kokularına tepki veren hayvanlarız sadece.
- Bir de harika kokan, beni bekleyen ve saçları yerinde bekar harika bir erkek arkadaşım var.
- Kendine bu kadar yüklenme. Aidan henüz seni sevdiğini söylemedi. Söyleyene kadar sen bekar/özgür bir kadınsın.

Çeviri Çalışmaları 42

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Peaceful Warrior -1



- Yeah, why didn't he tell me?
  I mean, I don't know anything about the guy.
------------- -----------
to tell: söylemek
I mean: yani, demek istediğim
to know: bilmek
anything: herhangi bir şey
about: hakkında, ile ilgili, ..e dair
guy: herif, adam
------------- -----------
- Evet, o bana niye söylemedi?
  Demek istediğim şu, herifle ilgili hiçbir şey bilmiyorum.

13 Kasım 2016 Pazar

Çeviri Çalışmaları 41

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Sex and The City-2



A: I missed my prom in high school, because..
B: You were gay.
A: No, my girlfriend and I broke up the night before because..
B: You were gay.
A: No, I wasn't gay until..
B: You were born.
A: Never mind.
------------- -----------
* to miss: kaçırmak, katılamamak, hazır bulunamamak, gidememek
- She missed three days of school when she was sick.
  (Hastalandığında üç gün okula gidemedi.)

* prom: okul balosu, mezuniyet balosu
* high school: lise
* gay: eşcinsel, gey
* girlfirend: kız arkadaşı

* to break up: ayrılmak
- We broke up a few months ago.
  (Bir kaç ay önce ayrıldık/ilişkimiz bitti.)

* the night before: ..dan önceki gece, ..dan bir gece önce, ..ya bir gece kala
- You can check in your bags the night before the flight.
  (Uçuştan önceki gece/Uçuşa bir gece kala bagajlarınızı verebilirsiniz/bagajlarınızın girişini yapabilirsiniz.)

* until: ..e kadar, ..e dek, ..e değin
* to be born= doğmak, dünyaya gelmek
* Where were you born?
  (Nerede doğdun/Nere doğumlusun/Doğum yerin neresi?)

* never mind: neyse boşver, neyse salla gitsin, neyse önemli değil, neyse unut gitsin, neyse siktir et
------------- -----------
A: Lisede mezuniyet balosuna gidemedim/gidememiştim, çünkü/sebebi ...
B: Eşcinseldin/Eşcinsel olduğundan.
A: Hayır, kız arkadaşımla balodan bir gece önce ayrılmıştık, çünkü/sebebi..
B: Eşcinseldin/Eşcinsel olduğundan.
A: Hayır, ben şeye kadar gey/eşcinsel değildim ...
B: (Ta ki) Doğana kadar.
A: Neyse önemli değil.

12 Kasım 2016 Cumartesi

Çeviri Çalışmaları 40

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Pain and Gain-1



A: She's out of your league, bro.
B: Wow.
------------- -----------
* to be out of one's league: biriyle aynı ayarda/kulvarda olmamak, birinin dengi olmamak, kapasitesini aşmak, çapı yetmemek
- Jenny will never go on a date with John. She's out of his league.
  (Jenny John'la asla çıkmaz. John onun dengi değil/Jenny John'u aşar.)

* bro: kardeşim, dostum, adamım

------------- -----------
A: O kız seni aşar kardeşim/dostum.
   (O kız senin ayarın/dengin değil dostum.)
   (O kıza karşı hiç şansın yok dostum.)
B: Vay be/O ne be!

Çeviri Çalışmaları 39

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Sex and the City-1


- Hi.
- Hey. Why the tears?
- Paris is a mess. I never should have come here.
  Everything fell apart.
  We had a big fight and then I got slapped.
- You got what?
- No. He didn't mean it.
  It was an accident.
- He slapped you?
- What? No. It's not like that.
- I'll kick his ass.
- What?

--------- ---------
* tear: gözyaşı

* to be a mess: berbat/rezil bir hal almak, fiyaskoya dönmek, arap saçına dönmek, işler çığırından çıkmak
berbat/rezil/rezalet bir durumda olmak,
- The school system is a mess.
  (Okul sistemi tam bir rezalet.)

* never: asla, hiçbir zaman

* should have done: yapması gerekirdi, yapmaması hata oldu, yapsa iyi olurdu
- You should have come earlier. They have left.
  (Daha erken gelmeliydiniz. Onlar gittiler/çıktılar/ayrıldılar.)

* to come: gelmek

* to fall apart: dağılmak, bozulmak, mahvolmak, altüst olmak, ters gitmek, yolunda gitmemek
- I was going to get married next year, now everything fell apart.
  (Gelecek yıl evlenecektim, şimdi her şey/bütün planlar mahvoldu/bozuldu/suya düştü.)

* to have a fight: kavga etmek, kavga yaşamak, aralarında kavga yaşanmak
- Did he tell you we had a fight?
  (Sana kavga ettiğimizi söyledi mi?)

* to get slapped: tokat yemek, tokatlanmak, fiske yemek
- I got slapped on both cheeks.
  (İki yanağımı da tokat yedim/attı.)

* to mean: istemek, niyetlenmek, amaçlamak, tasarlamak
- I didn't mean to make her cry.
  (Onu isteyerek ağlatmadım/Onu ağlatmak istememiştim/Amacım onu ağlatmak değildi.)

* accident: kaza

* to slap= tokat atmak, tokatlamak
- She was so angry that she all but slapped me.
  (O kadar kızdı ki bana neredeyse tokat atacaktı.)

* like that: öyle, böyle, onun gibi

* to kick one's ass: canına okumak, dersini vermek, haddini bildirmek, gününü göstermek, fena benzetmek, pataklamak, bir güzel benzetmek, anasını ağlatmak
- I'm gonna kick his ass when I get out of here.
  (Buradan çıkınca onu bir güzel benzeteceğim/onun canına okuyacağım.)

--------- ---------
- Merhaba.
- Merhaba. Niye/Neden ağlıyorsun?
- Paris berbat bir yer/tam bir fiyasko. Buraya hiç gelmemeliydim.
  Her şey mahvoldu/altüst oldu/ters gitti / Hiçbir şey yolunda gitmedi.
  Aramızda büyük bir kavga yaşandı ve bana tokat attı.
- Sana ne attı/yaptı?
- Hayır. İsteyerek/Bilerek yapmadı.
  Kazayla oldu/Kazara tokat attı.
- Sana tokat mı attı?
- Ne? Hayır. Öyle bir şey olmadı/Sandığın/Düşündüğün gibi değil.
- Ona gününü göstereceğim.
- Ne?

15 Eylül 2016 Perşembe

Çeviri Çalışmaları 38

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Noah-1



- I can help you get away.
--------- ---------
* can: ..ebilmek (imkan, olanak ifade eden modal)
- Some turtles can live for hundreads of years.
  (Bazı kaplumbağalar yüzlerce yıl yaşayabilir.)

* to help someone do sth: (birinin bir şey yapmasına) yardım etmek, yardımcı olmak
- Our teacher helped me improve English.
  (Öğretmenimiz İngilizcemi geliştirmeme/ilerletmeme yardım etti.)

* to get away: kaçmak
- By the time the police arrived, the robbers had got away.
  (Polis gelene kadar hırsızlar/soyguncular kaçtı.)
--------- ---------
- Kaçmana yardım edebilirim/yardımcı olabilirim.

instagram: tıklayınız

7 Eylül 2016 Çarşamba

Çeviri Çalışmaları 37

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Secret Life of Pets-3



- Who are you, guys?
- Who are we? Who are we? We are The Flushed pets.
  Thrown away by our owners and now we’re out for revenge.
  It's like a club but with biting and scratching.
--------- ---------
* guys: beyler, çocuklar, arkadaşlar
- See you guys later.
  (Sonra görüşürüz arkadaşlar/beyler.)

* flushed: öfkeden yüzü kızarmış, coşkun, öfkeli, kızgın

* pet: evcil hayvan

* to throw away: atmak
- Do you throw away your old clothes?
  (Eski kıyafetlerinizi atar mısınız/atıyor musunuz?)

* to be thrown away: atılmak
- I want this stuff (to be) thrown away.
  (Bu şeyin/Bunun atılmasını istiyorum.)

* by: tarafından

* owner: sahip

* to be out for sth: bir şeyin peşinde olmak, bir şeyi elde etmeye çalışmak, elde etmeyi amaçlamak
- Don't trust him: he's out for your money.
  (Ona güvenme, o senin paranın peşinde.)

* revenge: intikam

* to be out for revenge: intikam peşinde olmak, intikam almayı istemek
- I'm not out for revenge.
  (İntikam peşinde değilim/İntikam kovalamıyorum/aramıyorum.)

* to be like sth: bir şey gibi olmak, bir şeye benzemek
- Trust is like an eraser: it gets smaller and smaller after every mistake.
  (Güven silgi gibidir/silgiye benzer, her hatadan sonra biraz daha/gitgide/gittikçe azalır.)

* club: kulüp, dernek, birlik

* but: ama, fakat

* to bite: ısırmak

* biting: ısırma

* to scratch: tırmalamak

* scratching: tırmalama
--------- ---------
- Siz kimsiniz beyler?
- Biz kim miyiz? Biz kim miyiz? Bizler kızgın evcil hayvanlarız.
  Sahiplerimiz tarafından dışarı atıldık ve şimdi de intikam almanın peşindeyiz.
  Bu bir kulüp gibi bir şey ama bu kulüpte ısırma ve tırmalama var.

for instagram: tıklayınız

Çeviri Çalışmaları 36

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Modern Family-1



- Oh, we can learn so much from the children.
--------- ---------
* can: ..ebilmek, (imkan, olanak ifade eden modal)
- I can put you up.
  (Sizi/Seni misafir edebilirim.)
  (Seni evimde ağırlama/misafir etme imkanım/olanağım var.)

* to learn: öğrenmek
- How did you learn to cook so well?
  (Böyle güzel/Bu kadar güzel yemek yapmayı nasıl öğrendin?)

* so much: çok fazla

* from: ..den, ..dan

* child: çocuk

* children: çocuklar
--------- ---------
- Çocuklardan çok fazla şey öğrenebiliriz.

for instagram: tıklayınız

1 Eylül 2016 Perşembe

Çeviri Çalışmaları 35

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Secret Life of Pets-2



- What are you doing?
- Oh, who, me? What am I doing? Nothing. I'm a cute little doggie, I ...
  Katie knows I wouldn't do anything like this.
- Oh no no no no!
  This could only be the work of a dangerous stray.
--------- ---------
* to do: yapmak
* nothing: hiçbir şey
* cute: sevimli, şirin, cici
* dog: köpek
* doggie: (= doggy) köpekçik, küçük köpek, küçük süs köpeği
* to know: bilmek
* anything: bir şey, herhangi bir şey
* like this: böyle, bunun gibi, öyle
* could: ihtimal, olasılık bildiren modal
* only: sadece, bir tek, yalnızca, olsa olsa

* the work of: ..lık bir iş, ..nın eseri, ..nın işi, ..nın yaptığı/yapacağı bir iş, ..ya göre bir iş
- The riots were the work of political agitators.
  (İsyanlar siyasi provokatörlerin işiydi/İsyanlarda siyasi provokatörlerin parmağı vardı.)

* dangerous: tehlikeli
* stray: sokak hayvanı, başıboş hayvan

--------- ---------
- Ne yapıyorsun?
- Kim, ben mi? Ne mi yapıyorum? Hiçbir şey. Ben küçük cici bir köpek yavrusuyum.
  Katie benim böyle bir şey yapmayacağımı bilir.
  Bu sadece tehlikeli bir sokak hayvanının işi olabilir.

for instagram: tıklayınız

31 Ağustos 2016 Çarşamba

Çeviri Çalışmaları 34

English Through Movies

Filmlerle İngilizce




Maleficent-1

- I like you begging. Do it again.
--------- ---------
* to like someone doing sth: (birinin bir şey yapmasından) hoşlanmak, zevk almak, yapması hoşuna gitmek
- I like you making me laugh.
  (Beni güldürmen/neşelendirmen hoşuma gidiyor.)

* to beg: yalvarmak
- He was ashamed to beg.
  (Yalvarmaya utanıyordu/Yalvarmasına gururu engel oluyordu.)

* to do again: bir daha yapmak, tekrar yapmak
- Never do that again, do you hear?
  (Bunu nir daha asla yapma, duydun mu/anladın mı/tamam mı?)

--------- ---------
- Yalvarman hoşuma gidiyor. Bir daha yap/Bir daha yalvar.)

for instagram: tıklayınız

22 Ağustos 2016 Pazartesi

Çeviri Çalışmaları 33

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Secret Life of Pets-1



- Oh, Duke, Duke, Katie is not... Katie's gonna be so upset when she sees that.
  Katie's ... gonna flip out when she sees how you trashed her whole place.
- Oh, it's just... It's just one vase.
- Is it, Duke, is it?
------  --------
* gonna: konuşma dilinde/resmi olmayan dilde "going to"nun kısaltması
- He's gonna kill me.
  (Bana çok kızacak/Canıma okuyacak/Ağzıma sıçacak.)

* to be upset: sinirlenmek, kızmak, öfkelenmek
- You have every right to be upset with me.
  (Bana kızmak için/kızgın olman için yerden göğe kadar haklısın/hakkın var.)

* to see: görmek
- Can you see far?
  (Uzağı görebiliyor musun?)

* to flip out: tepesi atmak, çok sinirlenmek, öfkeden deliye dönmek
- Mom is going to flip out when she finds out about my F in Math.
  (Annem matematikten F/O aldığımı öğrenince çıldıracak/çok sinirlenecek.)

* to trash: dağıtmak, döküp saçmak, birbirine katmak, çöplüğe çevirmek
- He trashed his room in a fit of rage.
  (Öfkeyle/Sinirle/Cinnet geçirerek odasını döküp saçtı.)

* just: sadece, alt tarafı, topu topu
------  --------
- Katie bunu görünce çok sinirlenecek.
  Bütün evini kırıp döktüğünü gördüğünde Katie çok sinirlenecek/öfkeden deliye dönecek.
- Alt tarafı bir vazo.
- Öyle mi Duke, öyle mi?

for instagram: tıklayınız

19 Ağustos 2016 Cuma

Çeviri Çalışmaları 32

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Lion King-2



- I can't believe it. He's gone back.
------ --------
* to believe: inanmak
- I can't believe you're here.
(Burada olmana inanamıyorum/çok şaşırdım.)

* to go back:dönmek, geri dönmek
- I think we should go back.
(Bence geri dönmeliyiz/dönsek iyi olur.)
------ --------
- Buna inanamıyorum. Geri döndü/dönmüş.

for instagram: tıklayın

18 Ağustos 2016 Perşembe

Çeviri Çalışmaları 31

English Through Movies

Filmlerle İngilizce




Mulan-1

- Come on, smart boy.
  Can you help me with my chores today?
------  --------
* come on: hadi, hadi bakalım

* smart: akıllı, zeki

* boy: oğlan, erkek çocuk

* can: istek, rica yapısında kullanılan modal

* to help someone with sth: birine bir alanda/konuda yardımcı olmak, yardım etmek
- My uncle helped me with my homework.
  (Dayım ev ödevimde bana yardım etti/yardımcı oldu.)

* chores: günlük ev işleri, günlük çiftlik işleri
- My next door neighbor helps his wife with the chores.
  (Yan komşum karısına ev işlerinde yardım ediyor.)

* today: bugün
------  --------
- Haydi akıllı oğlum benim!
  Bugün günlük işlerimde bana yardım eder misin?

for instagram: tıklayınız

Çeviri Çalışmaları 30

English Through Movies

Filmlerle İngilizce




How I Met Your Mother-1

- So, from here on in, no more lies.
  I will never lie to you again.
-------- -------
* so: Konuşma dilinde bir soruya, cümleye/sohbete/diyaloga başlarken kullanılır.
      Özellikle bir önceki cümle/konuşma/sohbet konusu ile bağlantı kurar.
- So, let’s get down to business.
  (Evet, hadi işimize bakalım/koyulalım.)

* from here on in/out: şu andan itibaren, bundan sonra
- From here on in we do it my way.
  (Şu andan itibaren bunu benim yöntemimle/usulümle yapacağız/halledeceğiz.)

* no more: artık yok, başka yok
- There's no more salt.
  (Başka tuz yok/Bütün tuz bu kadar/Başka tuz kalmadı.)

* lie: yalan

* never: asla, hiçbir zaman

* to lie to someone: birine yalan söylemek
- Don't you dare lie to me!
  (Sakın bana yalan söyleyeyim deme/Sakın bana yalan söylemeye kalkma!)

* again: tekrar, bir daha

-------- -------
- Şu andan itibaren başka yalan yok/olmayacak.
  Sana bir daha asla yalan söylemeyeceğim.

for instagram: tıklayınızhttps://www.instagram.com/p/BJPtxAJgCfE/?taken-by=ingilizce_fatih

15 Ağustos 2016 Pazartesi

İngilizce Deyimler ve İfadeler 113

to give a hand / to lend a hand

to give someone a hand / to give a hand to someone


= to help someone

= (bir kimseye) yardım etmek, yardımcı olmak, destek olmak

give a hand to give someone a hand to lend a hand English ingilizce meaning definition

* He always gives me a hand with the housework.
  (Ev işlerinde bana her zaman yardım eder/yardımcı olur.)

* Could you lend me a hand with this piano?
  (Bu piyanoyu taşımama yardım eder misin?)

* If we all lend a hand the work will go quickly.
  (Eğer hepimiz yardım edersek/destek olursak iş çok çabuk biter.)

* She tries to give a hand to those in need of help.
  (Yardıma muhtaç kimselere destek olmaya çalışıyor.)

* This bag is too heavy. Can you give me a hand to carry it?
  (Bu çanta çok ağır. Taşımama yardım eder misin?)

* The living room is so messy! Let's pick up together. Lend me a hand, would you?
  (Oturma odası çok dağınık! Hadi odayı beraber toplayalım. Yardım et bana, olur mu?)

* John, could you give me a hand with the door?
  (John, kapıyı açmama yardım eder misin?)

* Can you give me a hand setting up the dining table?
  (Yemek masasını hazırlamama/Sofrayı kurmama yardım eder misin?)

* Are you going to have time to give me a hand tomorrow?
  (Yarın bana yardım etmek için vaktin var mı/olur mu/müsait misin?)

* Let me know if you need help. I'll have time all day today to give you a hand.
  (Yardıma ihtiyacın olursa bana haber ver/haberim olsun. Sana yardım etmek için bugün bütün gün müsaitim.)

* As long as you are standing, give a hand to those who have fallen.
  (Ayakta olduğunuz sürece –Gücünüz/İmkanınız olduğu sürece- düşen insanlara –düşkünlere/muhtaç kimselere- yardım edin/yardımcı olun.)

* Let me give you a hand with your baggage.
  (Bagajınızı/Valizinizi taşımanıza yardım edeyim.)

* Could you please give me a hand carrying this mattress?
  (Bu yatağı/şilteyi taşımamda bana yardım eder misin lütfen?)

* I’m really finding my homework difficult. Can you give me a hand?
  (Ödevim bana gerçekten zor geliyor. Bana yardım eder misin?)

* Look at all the washing up! I really need someone to give me a hand!
  (Bu ne bulaşık böyle/Şu bulaşığa bak! Gerçekten birinin bana yardım etmesi gerek!)

* Louise is so kind – she's always ready to give you a hand with anything.
  (Louise çok nazik biri, herhangi bir konuda yardımcı olmak için her zaman hazır.)

* If you have any trouble with your homework, I'll be glad to give you a hand.
  (Ödevlerinle ilgili herhangi bir sıkıntın olursa, sana memnuniyetle yardımcı olurum.)

* Give me a hand. If you do, I'll buy you a drink later.
  (Bana yardım et. Yardım edersen, sonra sana bir içki alırım/ısmarlarım.)

* I was hoping you could give me a hand.
  (Bana yardım edebilirsin diye ummuştum/umuyordum.)

* Marcia has taught her children to lend a hand when it comes to cleaning up after meals.
  (Marcia çocuklarına yemekten sonra sofrayı toplama konusunda yardımcı olmalarını öğretti.)

* Could you give me a hand with these boxes, Mike?
  (Mike şu kutuları taşımama yardım eder misin?)

* Let me know when you're moving and I'll give you a hand.
  (Taşınacağın zaman haberim olsun/bana haber ver, sana yardım ederim.)

* You can give me a hand, now that you're here.
  (Madem buradasın, bana yardım edebilirsin.)

* John went out of his way to give you a hand.
  (John sana yardım etmek için çok çabaladı/elinden gelen gayreti gösterdi.)

* Can you give me a hand to put the washing out?
  (Çamaşırları -makineden- çıkarmama yardım eder misin?)

* Let me give you a hand with those dishes.
  (Bulaşıkları yıkamana yardım edeyim.)

* I want to move this desk to the next room. Can you give me a hand?
  (Bu masayı yan odaya taşımak istiyorum. Bana yardım eder misin?)

* I can't carry all these bags by myself. Could you give me a hand?
  (Bütün bu çantaları kendim taşıyamam. Bana yardım eder misin?)

* Thanks to him giving me a hand, I was able to finish the work.
  (Onun bana yardımı sayesinde işi bitirebildim.)

* This evening I will give my friend a hand in the kitchen.
  (Bu akşam arkadaşıma mutfakta/mutfak işlerinde yardım edeceğim/yardımcı olacağım.)

* I'll get in touch with John by telephone tomorrow and ask him to give us a hand.
  (Yarın John'la telefonda görüşüp bize yardım etmesini rica edeceğim/isteyeceğim.)

* Don't worry about your garden. Ten young people will come over today and give you a hand.
  (Bahçeni/Bahçe işlerini dert etme/kafana takma. On genç bugün gelip/uğrayıp sana yardımcı olacak.)

* A: I can't reach the top shelf.
  (En üst rafa ulaşamıyorum.)
  B: Let me give you a hand.
  (Dur sana yardım edeyim.)

* A: Can I give you a hand?
  (Yardım edeyim mi/Yardım etmemi/Yardımcı olmamı ister misin?)
  B: Thanks, I could use the help.
  (Teşekkürler, yardıma ihtiyacım olabilir/Yardım işime yarar/Yardıma hayır demem.)

* A: Do you want me to come over and lend you a hand with studying?
  (Oraya gelip çalışmanda sana yardımcı olmamı ister misin?)
  B: Thanks. I could sure use the help.
  (Teşekkürler. Kesinlikle yardım işime yarar/yardıma hayır demem.)

Çeviri Çalışmaları 29

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Mrs. Doubtfire-1



- No! Stop! Oh, shit!
- Can I give you a hand?
- Oh, no, dear! I don't need a hand. I need a face.
------  --------
* to stop: durmak
- The car stopped at the traffic lights.
  (Araba trafik ışıklarında durdu.)

* shit: lanet olsun, kahretsin, hay aksi, olamaz, inanmıyorum, hassiktir
- Oh shit, we're going to be late!
  (Lanet olsun, geç kalacağız!)

* to give someone a hand: (bir kimseye) yardım etmek, yardımcı olmak
- Would you mind giving me a hand moving this table?
  (Bu masayı taşımama yardım eder/edebilir misin?)

* dear: canım

* to need: ihtiyaç duymak, ihtiyacı olmak
- I just need a couple of minutes to get ready.
  (Hazır olmak için sadece bir iki dakikaya ihtiyacım var/dakika istiyorum.)

* hand: el

* face: yüz
------  --------
- Hayır! Dur! Of kahretsin!
- Yardımcı olmamı ister misin/Yardıma ihtiyacın var mı?
- Hayır, canım! Benim bir ele ihtiyacım yok. Benim bir yüze ihtiyacım var.

for instagram: tıklayınız

14 Ağustos 2016 Pazar

Çeviri Çalışmaları 28

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Finding Nemo-1



- Please. I don't want that to go away.
  I don't want to forget.
--------- ----------
* to want: istemek
- Do you want me to take you to the airport?
  (Seni havaalanına götürmemi/bırakmamı ister misin?)
  (Seni havaalanına götüreyim mi?)

* to go away: ortadan kalkmak, son bulmak
- The smell still hasn't gone away.
  (Koku hala kaybolmadı/gitmedi/çıkmadı/duruyor.)

* to forget: unutmak
- I'll never forget the first time we met.
  (Tanıştığımız o ilk anı asla unutmayacağım.)
--------- ----------
- Lütfen. Bunun bitmesini istemiyorum. Unutmak istemiyorum.

for instagram: tıklayınız

13 Ağustos 2016 Cumartesi

Çeviri Çalışmaları 27

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Me Before You-1



A: Don't smile at me like that.
B: Why not?
A: Because I don't know what it means.
B: Where did you pick up your exotic taste?
A: What do you mean by that?
B: It can't be from around here.
A: Why not?
B: Because this is the kind of place people come to when they got tired of actually living.
--------- ----------
* to smile at somoone: birisine gülümsemek, tebessüm etmek, sırıtmak
- John and Jeny smiled at each other.
  (John ve Jeny birbirlerine gülümsediler.)

* like that: öyle, böyle, o şekilde, bu şekilde
- I didn't say a thing like that.
  (Ben böyle/öyle bir şey demedim/söylemedim.)

* to know: bilmek

* to mean: manasına/anlamına gelmek, demek olmak
- What does success mean to you?
  (Senin için başarı ne anlama geliyor/ne ifade ediyor?)

* to pick up: elde etmek, edinmek, almak, sahip olmak
- It's easy to pick up bad habits.
  (Kötü alışkanlıklar edinmek/kazanmak/kapmak kolaydır.)

* exotic: egzotik, tuhaf, yabancı, garip, değişik, dikkat çeken, farklı

* taste: zevk, beğeni, tarz

* to mean: demek istemek, kastetmek, söylemeye çalışmak, ifade etmeye çalışmak
- When she says the play was interesting, she means (that) it wasn't very good.
  (Piyes için ilginçti dediğinde, -aslında- onun çok iyi bir piyes olmadığını söylemek istiyordur.)

* can't: Tahmin yürütmede bir şeyin mümkün olmadığına dair kesin bilgi ve inancımız olduğu durumlarda kullanılır.
- You have eaten 2 hamburgers. You can't be hungry.
  (İki hamburger yedin. Aç olamazsın.)

* kind: tarz, tür

* place: yer, kasaba, semt, bölge, yerleşim yeri

* to come: gelmek

* to get tired of: sıkılmak, bıkmak, bezmek
- I guess she finally got tired of waiting.
  (Galiba sonunda beklemekten sıkıldı.)

* to live: yaşamak

--------- ----------
A: Bana öyle gülümseme ya!
B: Niye ki? (Neden gülümsemeyim?)
A: Çünkü bunun (gülümsemenin) ne anlama geldiğini bilmiyorum.
B: Bu değişik tarzını nereden aldın/kaptın?
A: Bununla-değişik tarz ile- ne demek istiyorsun/demeye çalışıyorsun/neyi kastediyorsun?
B: -Oo değişik tarzın- bu civardan olamaz/buralara ait olamaz.
A: Niye ki? (Niye olamaz?)
B: Çünkü burası yaşamaktan usanan insanların geldiği türden bir yer/bölge.
------ ----------
instagram'da görüntülemek için tıklayınız

10 Ağustos 2016 Çarşamba

Çeviri Çalışmaları 26

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Dead Man Down-1



- I have to smile a lot in my job.
  Most of the time, it hurts to smile.
-------- ------
* have to: zorunda olmak, gerekmek, mecbur olmak

* to smile: gülümsemek, tebessüm etmek

* a lot: çok, çok fazla

* job: iş, işyeri

* most of the time: ekseri, çoğu zaman, çoğu kez
- Most of the time she tries to play up to her teacher.
  (Çoğu zaman öğretmenine yaranmaya çalışıyor.)

* to hurt: acıtmak, yaralamak, incitmek, canını/içini acıtmak
- I will never do anything to hurt you.
  (Asla seni incitecek bir şey yapmayacağım.)
------ --------
- İşimde/İşimi yaparken bol bol gülümsemem gerekiyor.
  Çoğu zaman gülümsemek canımı/içimi acıtıyor/bana acı veriyor/kolay olmuyor.

Çeviri Çalışmaları 25

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


The Lion King-1



A: Thanks for your help.
B: Hey, where are you going?
A: Nowhere.
B: Gee, he looks blue.
C: I'd say brownish-gold.
B: No, no, no, I mean he's depressed.
------ -------
* gee: aman Tanrım, vah vah, vay be, vay anasını, işe bak be, hay Allah
       (üzüntü, şaşkınlık veya coşku ifade eder.)
- Gee, that's bad news.
  (Tüh be, bu kötü haber işte.)

* to look blue: üzgün görünmek, üzgün bir hali olmak, morali bozuk görünmek, moralsiz görünmek
- You look a little blue.
  (Biraz üzgün görünüyorsun/Biraz üzgün bir halin var.)

* I'd say: bence, bana kalırsa, benim görüşüm ( = I would say)
- I'd say you are the best tennis player on our team.
  (Bence bizim takımdaki en iyi tenisçi sensin.)

* brownish: kahverengimsi, kahverengine çalan

* I mean: yani, demek istediğim, demek istiyorum ki
- I really do love him - as a friend, I mean.
  (Onu gerçekten seviyorum, yani bir arkadaş olarak.)

* depressed. morali bozuk, üzgün, keyifsiz
----- ----------
A: Yardımınız için teşekkürler.
B: Hey, nereye gidiyorsun?
A: Hiçbir yere!
B: Vay be, üzgün görünüyor.
C: Bence kahverengine çalan altın sarısı bir rengi var.
B: Hayır, hayır, yani morali bozuk demek istiyorum.

9 Ağustos 2016 Salı

Çeviri Çalışmaları 24

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Art of Steal-1



- All right, let's go downstairs and talk about it.
-------- --------
* all right: pekala, tamam, evet
  (bir sohbeti başlatmak ya da yeni bir şeyi yapacakken karşımızdakinin dikkatini çekmek için kullanılır.)
- All right, class, open your books at page 23.
  (Pekala, herkes kitabının 23. sayfasını açsın.)

* let's: (haydi beraber) ..alım, ..elim ( = let us)
- Let's decide what we want.
  (Ne istediğimize karar verelim/Ne istediğimizi kararlaştıralım.)

* to go downstairs: aşağıya inmek, aşağı kata inmek
- Go downstairs and have a wash.
  (Alt kata inip yıkan/temizlen/banyo yap.)

* to talk about: (bir şey hakkında) konuşmak, görüşmek
- Can we talk about this another time?
  (Bunu başka zaman konuşabilir miyiz/konuşsak olur mu?)
---------- -------
- Pekala, haydi alt kata inip bu konuyu konuşalım.

6 Ağustos 2016 Cumartesi

Çeviri Çalışmaları 23

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Hunger Games-1



- What the hell was that?
  You don't talk to me and then you say you have a crush on me?
  You say you wanna train alone?
  Is that how you wanna play?
- Stop it, stop it!
- Let's start, right now!
--------- ----------
* hell / the hell: Öfke, sinir, hoşnutsuzluk, şaşkınlık ifade eden kaba/argo vurgulama/pekiştirme sözü
- What the hell are you talking about?
  (Sen neden bahsediyorsun lan/ulan/be?)

* to talk to someone: biriyle konuşmak, görüşmek
- Who do you want to talk to?
  (Kiminle görüşmek istiyorsunuz/istemiştiniz?/Kiminle görüşecektiniz?)

* to say: söylemek, demek
- I said some things I shouldn't have.
  (Söylememem gereken şeyler söyledim.)

* to have a crush on someone: aşık olmak, gönlünü kaptırmak, birine vurulmak/tutulmak/çarpılmak, abayı yakmak
- Every girl in the class had a crush on John.
  (Sınıftaki bütün kızlar John'a aşıktı.)

* wanna: (= want to), want to'nun resmi olmayan konuşma ve yazışma dilindeki kısaltması
- I wanna believe in everything that you say.
  (Tüm söylediklerine inanmak istiyorum.)

* to train: (bir şey için) antrenman yapmak, çalışmak, hazırlanmak
- The team trains five hours a day.
  (Takım günde beş saat antrenman yapıyor/hazırlık yapıyor/çalışıyor.)

* alone: yalnız, tek başına

* to play: oynamak
- I don't want to play this game anymore.
  (Artık bu oyunu oynamak istemiyorum.)

* to stop: kesmek, durmak, bırakmak, devam etmemek, sürdürmemek
- Stop shouting, you're giving me a headache!
  (Kes bağırmayı/Bağırma be/ulan, başımı ağrıtıyorsun.)

* Stop it!: kes şunu, dur artık, yapma, bırak

* to start: başlamak
- The play starts at eight o'clock.
  (Oyun saat sekizde başlıyor/başlayacak.)

* let's: (= let us) haydi ...ayalım
- Let's break for lunch.
  (Öğle yemeği için mola verelim./ Öğle yemeği molası/arası verelim.)

* right now: hemen, derhal

------------- --------
- O da neydi öyle lan/O da neyin nesiydi öyle lan/ Demin neler söyledin sen öyle lan! / Demin o söylediklerin neydi öyle lan!
  Benimle konuşmuyorsun, sonra da bana aşık olduğunu mu söylüyorsun?
  Tek başına çalışmak/oyuna hazırlanmak istediğini mi söylüyorsun?
  Bu şekilde mi/Böyle mi oynamak istiyorsun?
- Kes şunu, dur yapma!
- Hadi hemen şimdi başlayalım.

Çeviri Çalışmaları 22

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Anna Karenina-1



A: Please say what you want to tell me.
B: You and Count Vronsky attracted attention tonight.
------------ -----------------
* to say: söylemek, demek, ifade etmek
- How do you say in Turkish?
(Türkçe'de nasıl söylüyorsunuz/diyorsunuz/söyleniyor?)

* to want: istemek

* to tell: anlatmak, söylemek, demek
- Is there something you want to tell me? 
(Bana söylemek istediğin bir şey mi var/bir şey var mı?)

* count: kont

* to attract attention: dikkat/ilgi çekmek, göze batmak, dikkatleri üzerine çekmek/toplamak
- Children often cry just to attract attention.
(Çocuklar çoğu kez sırf dikkat/ilgi çekmek için ağlarlar.)

* tonight: bu akşam, bu gece
-------------- ----------------
(A: Bana ne söylemek istiyorsan/Ne söyleyeceksen söyle lütfen.)
(B: Bu gece Kont Vronsk ile dikkatleri üzerinizde topladınız./ Bu gece dikkatler Kont Vronsk ile senin üzerindeydi.)

Çeviri Çalışmaları 21


English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Frozen-1


A: You can't marry a man you just met.
B: You can if it's true love.
A: Anna, what do you know about true love?
B: More than you. All you know is how to shut people out.
------- ---------
* can: ..ebilmek (bir sakıncası yok, yanlış/hata olmaz anlamında)
- You can trust John.
  (John'a güvenebilirsin.)
  (John'a güvenmende bir sakınca yok/güvenmekle hata etmezsin.)

* can't (can not): ..amamak (doğru olmaz/uygun olmaz/sakıncalı anlamında)
- You can't trust computer translation.
  (Bilgisayar çevirisine güvenemezsin.)
  (Bilgisayar çevirisine güvenmen doğru/uygun olmaz.)

* to marry: evlenmek
- I would rather die than marry him.
  (Onunla evlenmektense ölmeyi tercih ederim.)
  (Onunla evleneceğime ölürüm daha iyi.)

* man: insan, biri, bir kimse, kişi
- A man has ten fingers.
  (Bir insanın on parmağı vardır.)

* just: daha yeni, çok kısa bir süre önce
- I've just moved in upstairs.
  (Üst kata yeni taşındım.)

* to meet (meet-met-met): tanışmak, tanımak
- That's how he met his wife
  (Karısıyla böyle/bu şekilde tanıştı/tanışmış.)

* true love: gerçek aşk

* to know about: bilmek, malumatı olmak, bilgisi olmak, anlamak

* to shut someone out: (bir kimseyi kendinden) uzak tutmak, yaklaştırmamak, yaklaşmasına izin vermemek, dışlamak

4 Ağustos 2016 Perşembe

Çeviri Çalışmaları 20

The Coup Leader Must Be Held Accountable

By