6 Aralık 2017 Çarşamba

Çeviri Çalışmaları 107

English Through Videos 

Videolarla İngilizce


Social Conversations in English-12

A: I believe you're Mr. Smith, aren't you?
B: Yes, I am.
A: How do you do? My name's Jack. I'm glad to be here.
B: How do you do? Jack, it's nice to meet you.
C: May I introduce myself? My name's Alice.
A: How do you do, Ms. Alice? I'm glad to meet you.
C: How do you do? It's my pleasure to meet you.
A: Same here.
------------ ------------
* to believe= sanmak, zannetmek
* I believe= sanırım, galiba
- Excuse me, but I believe that's my seat.
  (Afedersiniz ama sanırım bu benim koltuğum/koltuğuma oturmuşsunuz.)

* how do you do= merhaba/nasılsın/memnun oldum (tanışırken karşılıklı söylenir)
* to introduce= tanıtmak
- Is this the way you usually introduce yourself to strangers?
  (Kendini yabancılara genellikle böyle mi/bu şekilde mi tanıtırsın?)

* same here= ben de, aynen, al benden de o kadar, sana katılıyorum, bence de, aynı fikirdeyim
- A: I can't get onto the network. B: Same here.
  (A: Ağa bağlanamıyorum. B: Ben de.)
------------- -----------
A: Sanırım Siz Bay Smith'siniz, değil mi?
B: Evet, benim.
A: Merhaba/Nasılsınız? Adım Jack. Burada olmaktan dolayı mutluyum.
B: Merhaba/Nasılsın? Memnun oldum Jack.
C: Kendimi tanıtabilir miyim? Benim adım Alice.
A: Nasılsınız/Merhaba Bayan Alice? Tanıştığımıza memnun oldum.
C: Merhaba. Müşerref oldum.
A: Ben de.

5 Aralık 2017 Salı

Çeviri Çalışmaları 106

English Through Videos 

Videolarla İngilizce


Social Conversations in English-11

A: Can I help you?
B: Yes. I've come to apply for the position as an office secretary.
A: I'm Smith, the clerk of Human Resources Department. What's your name?
B: My name is Wang Fang. Mr. Smith, how do you do?
A: Nice to meet you, Miss Wang.
   We have received your letter in answer to our advertisement.
   I would like to talk with you regarding your qualification for this interview.
B: I'm very happy that I am qualified for this interview.
A: Now, talk something about yourself, please.
B: Well, my name is Wang Fang. W-a-n-g Wang and f-a-n-g Fang.
   I was born on, May 17th, 1982.
------------ ------------
* can= ..ebilmek
* to help= yardım etmek, yardımcı olmak
* to come to do sht= yapmak için/yapmaya gelmek
* to apply for= ..ya başvurmak, başvuruda bulunmak, müracaat etmek
- I'm here to apply for the shoe salesman's job.
  (Ayakkabı satıcılığı işi için başvurmaya gelmiştim.)

* How do you do / nice to meet you= memnun oldum, müşerref oldum
* to receive= almak, eline ulaşmak
- I wonder if you received my message.
  (Mesajımın size ulaşıp ulaşmadığını merak ediyorum.)

* in answer to= cevaben, üzerine
- Do you want to say anything in answer to this charge?
  (Bu suçlamaya cevaben bir şeyler söylemek istiyor musun?)

* to would like to do sth= yapmak istemek
* to talk with= ile konuşmak
* regarding= dair, hakkında, ilişkin, ilgili olarak
- The defendants declined to make a statement regarding the accusations.
  (Sanıklar suçlamalarla ilgili olarak ifade vermeyi reddetti.)

* qualification= yeterlilik, nitelik, vasıf, ehliyet
* qualified for= ... için yeterli, ehil
* to talk about= hakkında konuşmak, ..dan bahsetmek
* to be born= doğmak
------------- -----------
A: Yardımcı olabilir miyim?
B: Evet. Ofis sekreterliği işi/pozisyonu için başvuruda bulunmaya geldim/gelmiştim.
A: Ben Smith, İnsan Kaynakları Departmanı müdürüyüm. Adınız ne?
B: Adım Wang Fang. Tanıştığımıza memnun oldum, Bay Smith.
A: Tanıştığımıza memnun oldum, Bayan Wang.
   İş ilanımıza gönderdiğiniz CV'niz elimize ulaştı.
   Bu mülakatta sizinle nitelikleriniz/vasıflarınız hakkında konuşmak istiyorum.
B: Bu mülakat için yeterliliğe sahip olmaktan dolayı çok mutluyum.
A: Şimdi, lütfen kendinizden bahsedin.
B: Hımm, Adım Wang Fang. W-a-n-g Wang ve f-a-n-g Fang.
   17 Mayıs 1982 doğumluyum.

1 Aralık 2017 Cuma

Çeviri Çalışmaları 105

English Through Videos 

Videolarla İngilizce


Social Conversations in English-10

A: I'd like to introduce you to my friend, Mike.
   Mike, this is Mr. Smith.
B: Hello, Mike. Nice to meet you. This is my wife.
C: Nice to meet you, sir. And a pleasure to meet you too, Mrs. Smith.
D: Thank you. It's nice to meet your acquaintance.
C: Have we met before?
D: No, I don't think so.
------------ ------------
* would like to do sth= yapmak istemek
- I would like to know you better.
  (Seni daha iyi/daha yakından tanımak istiyorum.)

* to introduce someone to someone= birini biriyle tanıştırmak, tanıtmak
- I'll introduce you to her if you want me to.
  (Eğer istersen seni onunla tanıştırırım.)

* to meet= tanışmak
- I met her last year, but I don't remember her name.
  (Onunla geçen sene tanışmıştım ama ismini hatırlamıyorum/unuttum/ismi aklıma gelmiyor.)

* nice to meet you= tanıştığımıza memnun oldum
* pleasure= zevk, memnuniyet, mutluluk
* acquaintance= tanıma, tanışma
* nice to meet your acquaintance= tanıştığımıza memnun oldum
* to think= sanmak, zannetmek
- What do you think you are doing?
  (Sen ne yaptığını sanıyorsun/zannediyorsun?)

* I don't think so= sanmam, zannetmiyorum
------------- -----------
A: Sizi arkadaşım Mike ile tanıştırmak istiyorum/tanıştırayım.
   Mike, bu Bay Smith.
B: Merhaba Mike. Tanıştığımıza memnun oldum. Bu da benim eşim/karım.
C: Tanıştığımıza memnun oldum efendim. Ve sizinle de tanışmaktan mutluluk duydum Bayan Smith.
D: Teşekkür ederim. Ben de tanıştığımıza memnun oldum.
C: Daha önce karşılaşmış mıydık?
D: Hayır, sanmıyorum.

29 Ekim 2017 Pazar

Çeviri Çalışmaları 104

English Through Videos 

Videolarla İngilizce


Social Conversations in English-9


A: Jack, have you met Lisa?
B: No, I haven't.
A: Oh, then let me introduce you to her right now.
   Lisa, this is my friend, Jack.
C: Nice to see you, Jack.
B: How do you do, Ms. Lisa? Glad to meet you too.
C: I've spoken with you on the phone.
B: Yes, I remember.
------------ ------------
* to meet= tanışmak
- The moment we met, we fell in love with each other.
  (Tanıştığımız an, birbirimize aşık olduk/tutulduk/vurulduk.)

* then= öyleyse, o halde
* let me do sth= yapayım, edeyim
* to introduce someone to someone= birini biriyle tanıştırmak, birine birine tanıtmak/takdim etmek
- Please introduce me to her.
  (Lütfen beni onunla tanıştır.)

* right now= hemen şimdi, derhal
* friend= arkadaş
* nice= hoş, memnuniyet verici, güzel, iyi
* to see= görmek
* nice to see you= seni gördüğüme sevindim, tanıştığımıza memnun oldum
* how do you do?= nasılsınız, tanıştığımıza memnun oldum
* glad= memnun, mutlu, sevinçli
* glat to meet you= tanıştığımıza memnun oldum/sevindim, müşerref oldum
* too= de/da, dahi
- My daughter is vegetarian too.
  (Kızım da vejetaryen/sadece sebze yiyor/et yemiyor.)

* to speak with someone on the phone= biriyle telefonla konuşmak/görüşmek
- We spoke with him on the phone, he's expecting us.
  (Onunla telefonla konuştuk/görüştük, bizi bekliyor.)

* to remember= hatırlamak
- How can you not remember me?
  (Nasıl beni hatırlamazsın/Beni nasıl hatırlamazsın?)
------------- -----------
A: Jack, Lisa ile tanıştın mı?
B: Hayır, tanışmadım.
A: Öyleyse hemen şimdi seni onunla tanıştırayım.
   lisa, bu, arkadaşım Jack.
C: Seni gördüğüme sevindim/Tanıştığımıza memnun oldum Jack.
B: Nasılsınız Bayan Lisa? Ben de tanıştığımıza memnun oldum.
C: Telefonla konuşmuştum/konuşmuştuk/görüşmüştüm seninle.
B: Evet, hatırlıyorum.

25 Ekim 2017 Çarşamba

Çeviri Çalışmaları 103

English Through Videos 

Videolarla İngilizce


Social Conversations in English-8


A: Hi, may I have the pleasure of buying you a drink?
B: Ok, thank you.
A: How do you like vodka?
B: I'm afraid it's too strong for me.
A: Then I suggest you have a taste of Shanghai cocktail.
B: That's a good idea.
A: There is a floor show in our lobby bar.
   Would you like to see it?
B: Sure, let's go.
------------ ------------
* may= izin, kibarca istek/rica ifade eden modal
- May I have your autograph?
  (İmzanızı alabilir miyim?)

* to have the pleasure of sth/doing sth= yapmanın zevkini/sevincini/mutluluğunu tatmak/yaşamak, yapmanın şerefine nail olmak
- May I have the pleasure of this dance?
  (Bu dansın mutluluğunu yaşayabilir miyim/Bana bu dansı lutfeder misiniz?)

* to buy= satın almak, ısmarlamak
* drink= içki, içecek
* to buy (someone) a drink= birine bir içki/içecek ısmarlamak
- Gent over there wants to buy you a drink.
  (Şuradaki beyfendi/adam size içki ısmarlamak istiyor.)

* to like= sevmek, beğenmek, hoşlanmak, arzulamak, istemek
- How do you like your eggs?
  (Yumurtanı nasıl seviyorsun/istersin/alırsın?)

* I'm afraid= maalesef, ne yazık ki, korkarım ki, üzgünüm
* too= çok fazla, aşırı, haddinden/normalden fazla
* strong= güçlü, sert, ağır
* then= öyleyse, o halde
* to suggest= önermek, tavsiye etmek, teklif etmek
- We trust in your taste! What do you suggest?
  (Damak tadına güveniyoruz. Ne önerirsin/Önerin/Tavsiyen nedir?)

* to have a taste of= tatmak, tadına bakmak
- Wouldn't you like to have a taste of what you're seeing now?
  (Şu gördüğünüz şeyin tadına bakmak istemez misiniz?)

* idea= fikir, düşünce, plan
* That/It is a good idea= güzel fikir, bana uyar, olur, tamam, hoşuma gitti
* floor show= eğlence programı, gösteri
* to like= istemek, arzu etmek
- Please leave the toilet as you would like to find.
  (Lütfen tuvaleti nasıl bulmak istiyorsanız öyle bırakın.)

* to see= bakmak, seyretmek, izlemek
- I really want to see this movie with you.
  (Bu filmi seninle izlemeyi çok istiyorum.)

* let's do sth= (let us do sth) haydi yapalım/edelim
* to go= gitmek
- Let's say that we have no choice but to go there.
  (Oraya gitmekten başka şansımızın olmadığını varsayalım.)
  (Diyelim ki/Farzedelim ki oraya gitmekten başka çaremiz/seçeneğimiz yok.)
------------- -----------
A: Merhaba, size bir içki ısmarlama şerefini bana bahşeder misiniz?
B: Olur, teşekkürler.
A: Votkayı nasıl alırsın/Votka sever misin/Votkayla aran nasıl?
B: Maalesef/Ne yazık ki votka bana sert geliyor/votka beni çarpıyor.
A: Öyleyse size Shanghai kokteylinin tadına bakmanızı öneririm.
B: İyi fikir/Hoşuma gitti.
A: Lobi barımızda bir eğlence programı var.
   Bakmak/Seyretmek ister misin?
B: Olur, gidelim.

20 Ekim 2017 Cuma

Çeviri Çalışmaları 102

English Through Videos 

Videolarla İngilizce


Social Conversations in English-7


A: Nice day, isn't it?
B: Yes, very good.
A: What's the weather like in London?
B: Just now, it's like in London, warm and sunny.
A: Does it usually rain a lot in London?
B: I suppose so. We get a lot of rain, but we also get good weather.
A: Beijing can be very hot in summer. I prefer autumn.
B: Yes. I like autumn and spring, too.
------------ ------------
* nice= hoş, güzel
* day= gün
* tag question/eklenti soru= değil mi, doğru mu, tamam mı manalarına gelen soru yapısı.
  Cümlenin zamiri ve yardımcı fiili ile kurulur. Yardımcı fiil, cümle olumlu ise olumsuz, olumsuz ise olumlu hal alır.
- Your father is an engineer, isn't he?
  (Baban mühendis, değil mi/doğru mu?

* weather= hava
* to be like= benzemek, gibi/aynı/benzer olmak
- What's istanbul like?
  (İstanbul neye benziyor/nasıl bir yer?)

* just= tam, tamamen, tamı tamına
        aynen, tıpkı
- It's just ten o'clock.
  (Saat tam on.)
- You look just like your father.
  (Aynı/Tıpkı babana benziyorsun.)

* now= şimdi
* just now= tam şu an, şu anda
            aynen şu anki gibi
* warm= ılık, ılıman
* sunny= güneşli
* usually= genellikle, çoğunlukla, umumiyetle
* to rain= yağmur yağmak
* a lot= çok, fazla
* I suppose so= isteksiz/gönülsüz evet/tasdik, maalesef öyle
- A: Could you loan me £50? B: Yes, I suppose so.
  (A: Bana 50 pound borç verir misin? B: Tamam, vereyim bakayım.)

* to get rain= yağış almak, yağmur görmek
- Some places get a lot of rain, while others get little.
  (Bazı yerler çok yağış alırken, bazı yerler az yağış alır.)

* also= de/da, ayrıca, bunun yanısıra
* can= ..ebilmek, olasılık, imkan ifade eden modal
- Making friends can be difficult.
  (Arkadaş edinmek/bulmak zor olabilir/kolay olmayabilir.)

* hot= sıcak
* summer= yaz mevsimi
* to prefer= tercih etmek, yeğlemek, daha çok sevmek
- He prefers watching football to playing it.
  (Futbol izlemeyi futbol oynamaktan daha çok seviyor.)

* autumn= sonbahar
* to like= sevmek, hoşlanmak, beğenmek
- What sort of people do you like best?
  (En çok ne tür/nasıl insanlardan hoşlanıyorsun?)

* spring= ilkbahar mevsimi
* too= de/da
------------- -----------
A: Güzel bir gün, değil mi?
B: Evet, çok güzel.
A: Londra'da hava nasıl oluyor/Londra'nın havası nasıl?
B: Şu anda/Aynı şu anki gibi, Londra'da hava ılıman ve güneşli.
A: Genellikle Londra'da çok yağmur yağıyor mu/Londra çok yağmurlu oluyor mu?
B: Maalesef evet. Bizim oralar çok yağmurlu olur ama güzel havalarımız da olur.
A: Pekin yazın çok sıcak olabiliyor. Ben sonbaharı daha çok seviyorum/Favori mevsimim sonbahar.
B: Evet. Ben de sonbahar ve ilkbaharı seviyorum.

3 Ekim 2017 Salı

Çeviri Çalışmaları 101

English Through Videos 

Videolarla İngilizce


Social Conversations in English-6

A: I can't imagine meeting you here!
B: Me too.
A: So, how's the family?
B: Oh, you didn't know. My parents got divorced.
A: They got divorced?
B: Yeah. My dad's shacking up with a young woman.
   She's almost 20 years younger than him.
   She's just a little older than me.
A: Oh, that's terrible. I'm so sorry to hear this news.
B: I know. It's ugly.
------------ ------------
* can't= (can not) edememek, yapamamak, (kabiliyet, yetenek, imkan belirten can modalinin olumsuz yapısı)
- A: Can they speak French? B: No, they can’t.
  (A: Fransızca konuşabiliyorlar mı/biliyorlar mı? B: Hayır, konuşamıyorlar/bilmiyorlar.)

* to imagine= düşünmek, hayal etmek, tasavvur etmek, aklına getirmek, tahmin etmek, sanmak
- I can't imagine living in a world without electricity.
  (Elektriksiz bir dünyada yaşamayı/yaşamı hayal edemiyorum/düşünemiyorum.)

* to meet= karşılaşmak, rastlamak
- I met again the girl who I had met in the park the other day.
  (Geçen gün parkta karşılaştığım/rastladığım/gördüğüm kızla tekrar karşılaştım.)

* I can't imagine meeting you here= (= fancy meeting you here) seni burada göreceğime dünyada inanmazdım,
  seni burada göreceğim dünyada aklıma gelmezdi, seni burada görmek çok güzel, seni burada gördüğüme şaşırdım

* so= Cümleye,özellikle soru cümlesine giriş ifadesi (eee, söyle bakalım vb)
* family= aile
* to know= bilmek, haberi olmak, duymak
- You didn't know Ali was going to Bursa, did you?
  (Ali'nin Bursa'ya gittiğini bilmiyordun/gittiğinden haberin yoktu, değil mi?)

* parent= ebeveyn, anne baba
* to get divorced= boşanmak
- Word has it that they are going to get divorced.
  (Dediklerine/Söylenenlere göre boşanacaklarmış/boşanıyorlarmış. Boşanacakları konuşuluyor.)

* dad= baba
* to shack up with someone= evli olmadan birlikte yaşamak, aşk hayatı yaşamak, karı koca gibi yaşamak
- He left his wife and shacked up with a woman half her age.
  (Karısından ayrılıp/Karısını terk edip hanımının yarı yaşında bir kadınla karı koca hayatı yaşadı.)

* young= genç
* younger= daha genç
* woman= kadın, bayan
* almost= neredeyse, hemen hemen, aşağı yukarı
- I'm almost finished. (Aşağı yukarı/Hemen hemen bitirdim/Bitirmek üzereyim/Neredeyse bitirdim sayılır.)

* than= ..den/dan
* just= kıl payı, yalnızca, çok az, zoraki, zar zor
- A: Is it raining? B: Just! (A: Yağmur yağıyor mu? B: Çok az/Serpiştiriyor/Çok hafif/Yağıyor sayılmaz.)

* little= biraz, az, azıcık
* old= yaşlı
* older= daha yaşlı
* terrible= korkunç, kötü
* ugly= çirkin, kötü, yakışıksız, iğrenç, mide bulandırıcı
* to be sorry= üzgün olmak, üzülmek
- I'm sorry to say that our efforts have failed.
  (Üzülerek söyleyeyim ki/belirteyim ki gayretlerimiz/çabalarımız boşa gitti.)

* to hear= duymak
- I heard what happened to you.
  (Başına gelenleri duydum. Başına gelenlerden haberim var.)

* news= haber, havadis
* I know= bence de, aynen, al benden de o kadar, sana katılıyorum, haklısın
- A: I hope it doesn't cool off this weekend. B: I know. I really want to go to the beach.
  (A: Umarım bu hafta sonu hava serinlemez/soğumaz. B: Aynen. Plaja gitmeyi çok istiyorum.)
------------- -----------
A: Seninle burada karşılacağım/Seni burada göreceğim hiç aklıma gelmezdi.
B: Benim de/Ben de beklemiyordum/Bana da sürpriz oldu.
A: Eee, ailen/sizinkiler nasıl?
B: Oh, haberin yok senin/sen bilmiyormuşsun/duymamışsın. Annem babam boşandı.
A: Boşandılar mı?
B. Evet. Babam genç bir kadınla birlikte yaşıyor/aşk hayatı yaşıyor.
   Kadın ondan/babamdan neredeyse yirmi yaş küçük.
   Kadın/Kadının yaşı benden çok az büyük.
A: Çok kötü olmuş. Bu haberi duyduğuma çok üzüldüm.
B: Aynen/Al benden de o kadar. Yakışıksız/Çirkin/İğrenç/Mide bulandırıcı bir şey.

2 Ekim 2017 Pazartesi

Çeviri Çalışmaları 100

English Through Videos 

Videolarla İngilizce


Social Conversations in English-5

A: Jack, is this Jack, isn't it?
B: Well, well, John, fancy meeting you here.
A: Small world, isn't it?
B: Yes. What are you doing here? On business?
A: I'm here on holiday with my wife. And you?
B: So am I.
A: Only yourself?
B: No, the whole family, they are over there.
------------ ------------
* tag question/eklenti soru= değil mi, doğru mu, tamam mı manalarına gelen soru yapısı.
  cümlenin zamiri ve yardımcı fiili ile kurulur. Yardımcı fiil, cümle olumlu ise olumsuz, olumsuz ise olumlu hal alır.
- He came to the meeting, didn't he? (O taplantıya geldi, değil mi?)
- You haven't had your dinner yet, have you? (Yemeğinizi henüz yemediniz, öyle mi?)

* fancy= şaşırma, şaşkınlık, sürpriz ifadesi
- Fancy you knowing my sister!
  (Kızkardeşimi tanımana şaşırdım/tanımanı beklemiyordum. Vay be, kardeşimi tanıyorsun!)

* to meet= karşılaşmak, rastlamak
- I met him on my way home. (Eve giderken/gelirken ona rastladım/onunla karşılaştım.)

* fancy meeting you here= seni burada göreceğime dünyada inanmazdım, seni burada göreceğim dünyada aklıma gelmezdi
  seni burada görmek çok güzel, seni burada gördüğüme şaşırdım

* small= küçük, ufak
* world= dünya
* to do= yapmak
* What are you doing here?= Burada ne yapıyorsun/ne işin var/ne arıyorsun?
* on= amaç, maksat ifade eden edat
* business= iş, ticaret
* on business= iş veya ticaret maksadıyla/amaçlı
- Ali is going to Bursa on business next week.
  (Ali önümüzdeki hafta iş için Bursa'ya gidecek/gidiyor.)

* holiday= tatil
* wife= karı, hanım
* so= de/da (ben de/o da vb) ifade eden yapı (so+yardımcı fiil+özne)
- The students are waiting in the garden. So are the teachers.
  (Öğrenciler bahçede bekliyor. Öğretmenler de.)

* only= sadece, tek
* oneself= kendi, bizzat
* whole= bütün, tüm
* family= aile
* over there= orada, o tarafta, işte orada, ta işte
------------- -----------
A: Jack, sen Jack'sin, değil mi/doğru mu?
B: Vay, vay, John, seni burada göreceğim dünyada aklıma gelmezdi.
A: Dünya küçük, değil mi?
B: Evet/Doğru. Burada ne yapıyorsun/arıyorsun? İş için mi buradasın?
A: Karımla birlikte tatil için buradayım. Peki sen?
B: Ben de.
A: Tek başına mısın?
B: Hayır, bütün aile/ailecek, işte oradalar.

1 Ekim 2017 Pazar

Çeviri Çalışmaları 99

English Through Videos 

Videolarla İngilizce


Social Conversations in English-4


A: Nice to meet you. I'm your new neighbor.
B: Nice to meet you. Your face looks familiar to me. Let me see.
   Oh, you're Kate, the youngest daughter of Green.
A: Yes, I am. May I have your name?
B: My name is Jack Chen.
A: Oh, you're the best friend of my father?
B: Exactly.
A: I have heard a lot about you.
B: I hope it's not the bad things about me. How is your father?
A: He is so fine.
B: Send my best wishes to him.
A: Thank you very much.
------------ ------------
* nice to meet you= tanıştığımıza memnun oldum (kendini tanıtmaya başlama ifadesi, merhaba/selam manasında)
* new= yeni
* neighbor= (neighbour) komşu
* face= yüz, surat, sima
* to look= görünmek, gözükmek, durmak, benzemek
- Judging by her letter, she looks to be the best person for the job.
  (Mektubuna/CV'sine/Evraklarına bakacak olursak/bakılırsa, iş için en uygun kişi olduğu gözüküyor.)

* familiar= tanıdık, aşina
* to look familiar= tanıdık gelmek, yabancı gelmemek, gözü bir yerden ısırmak
* to see= görmek, bakmak, düşünmek, hatırlamaya çalışmak
* let me see= bir bakayım, bir düşüneyim, dur/bekle hatırlayacağım
- Let me see- how does that song go?
  (Dur bakayım, o şarkı nasıldı?)

* young= genç
* youngest= en genç, (yaşça) en küçük/ufak
* daughter= kız çocuğu
* to have= almak, elde etmek
* best friend= en iyi/yakın/samimi arkaadaş, kanka
* father= baba
* exactly= aynen öyle, çok doğru
* to hear= duymak, işitmek
- I've never heard such rubbish.
  (Hiç böyle saçma şey duymamıştım.)

* a lot= çok, pek, hayli (şey)
* about= hakkında, ile ilgili
* to hope= ummak, ümit etmek
* I hope= umarım, inşallah
* bad= kötü, fena
* thing= şey
* so= çok
* fine= iyi
* to send= göndermek, yollamak
* best= en iyi (good-better-best)
* wish= dilek
* to send one's best wishes= en iyi/içten dileklerini iletmek/sunmak
------------- -----------
A: Merhaba. Ben yeni komşunuzum.
B: Merhaba. Yüzünüz tanıdık geliyor/yabancı gelmiyor. Dur bakayım/Bir düşüneyim.
   Oh, sen Kate'sin, Green'in en küçük/ufak kızı.
A: Evet, benim/doğru. İsminizi alabilir miyim/öğrenebilir miyim/Sizin isminiz neydi?)
B: İsmim Jack Chen.
A: Siz babamın en iyi arkadaşı değil misiniz?
B: Aynen öyle.
A: Hakkınızda/Sizinle ilgili çok şey duydum.
B: Umarım hakkımda kötü şeyler duymamışsındır. Baban nasıl?
A: Çok iyi.
B: Ona selamlarımı ilet/söyle.
A: Çok teşekkür ederim.

22 Eylül 2017 Cuma

Çeviri Çalışmaları 98

English Through Videos 

Videolarla İngilizce


Social Conversations in English-3

A: Nice to meet you. I'm Lisa, your new neighbor.
B: Nice to meet you, too. I am David. Where are you from, Lisa?
A: I am from China.
B: China is a good place. How do you like America?
A: I like it very much, it's a good place, too.
B: Are you used to the life and the weather in America?
A: Frankly speaking, not yet.
B: No problem. It's a matter of time.
A: Oh, how time flies! It's time for me to pick up my little girl.
   Thanks for your time. See you next time.
B: See you. If you have any difficulty, please don't hesitate to let me know.
------------ ------------
* nice to meet you= tanıştığımıza memnun oldum (kendini tanıtmaya başlama ifadesi, merhaba/selam manasında)
* new= yeni
* neighbor= (neighbour) komşu
* Where are you from? = nerelisin, memleketin neresi
* good= iyi, güzel, hoş
* place= yer
* to like= beğenmek, hoşlanmak, sevmek, hoşuna gitmek
- How do you like it so far?
  (Şu ana kadar nasıl buldun/beğendin mi?)

* to be used to sth/doing sth= alışkın/alışık olmak
- I've lived in Istanbul for ten years now, so I'm used to the noise.
  (On yıldır İstanbul’da oturuyorum, bu yüzden gürültüye alışığım.)

* life= yaşam, hayat
* weather= hava
* frankly speaking= doğrusunu söylemek gerekirse, dobra konuşacaksak, doğrusu, açıkçası
- Frankly speaking, I don't agree with you.
  (Açıkçası, sizinle aynı fikirde değilim/size katılmıyorum.)

* yet= daha, henüz
* no problem= önemli değil, sorun değil
* to be a matter of time= zaman meselesi, uzun sürmez, eli kulağında
- If he hasn't already killed somebody, then it's only a matter of time.
  (Daha birini öldürmediyse, o halde -birini öldürmesi/katil olması-uzun sürmez/eli kulağında.)

* how time flies= zaman nasıl da geçiyor, zaman nasıl hızlı geçiyor, saat su gibi akmış
- Is it already five o'clock? How time flies!
  (Saat zaten beş mi/çoktan beş mi olmuş? Zaman nasıl hızlı geçiyor!

* it's time for someone to do sth= birinin bir şey yapmasının zamanının gelmesi, tam vakti, zamanı geldi,
- It's time for you to get a new computer.
  (Yeni bir bilgisayar almanın zamanı gelmiş/almalısın/alsan iyi edersin.)

* to pick up= arabayla gidip almak
- Will you pick me up after the party?
  (Partiden sonra beni gelip alacak mısın/alır mısın?)

* little= küçük, ufak
* girl= kız
= difficulty= zorluk, sıkıntı, güçlük
* to have a difficulty= zorluk yaşamak, güçlükle karşılaşmak
- I have difficulty paying my rent.
  (Kiramı ödemede zorlanıyorum/güçlük çekiyorum.)

* to hesitate= çekinmek
- I hesitated to ask you, because you were so busy.
  (Çok yoğun olduğun için senden istemekten/sana sormaktan çekindim.)

* to let someone know= bildirmek, haber vermek, söylemek, anlatmak
- We'll consider your application and let you know.
  (Başvurunuzu değerlendirip size haber/bilgi vereceğiz/veririz.)
------------- -----------
A: Merhaba. Ben Lisa, yeni komşunuzum.
B: Size de merhaba. Ben David. Nerelisin Lisa?
A: Çinliyim.
B: Çin güzel bir yer/Çin'i beğenirim. Amerika'yı seviyor musun/nasıl buluyorsun?
A: Çok seviyorum, Amerika da güzel bir yer.
B: Amerika'nın yaşamına ve havasına alışık mısın?
A: Açıkçası, daha/henüz alışık değilim.
B: Önemli değil. Zaman istiyor/Zamanın geçmesi lazım/Alışman fazla sürmez.
A: Saat su gibi akmış! Küçük kızımı arabayla gidip almam lazım.
   Zaman ayırdığın için/Zamanını aldım teşekkürler. Sonra görüşürüz/Görüşmek üzere.
B: Görüşürüz/Görüşmek üzere. Eğer bir sıkıntın olursa, lütfen çekinmeden bana söyle/haber ver.

21 Eylül 2017 Perşembe

Çeviri Çalışmaları 97

English Through Videos 

Videolarla İngilizce


Social Conversations in English-2

A: Hi, long time no see. You haven't been sick, have you?
B: No, I've been in America for the past month.
A: How nice! Where were you exactly?
B: L.A. I got back yesterday.
A: Have you changed jobs?
B: No, I have been visiting some relatives there.
A: That's nice.
B: What are you going about now?
A: Nothing much. Same as ever.
------------ ------------
* long= uzun
* time= zaman, süre, vakit
* to see= görmek, görüşmek
* long time no see= uzun zamandır yoktun, uzun zamandır/epeydir/çoktandır görüşemiyoruz/göremiyordum seni,
                    sen nerelerdesin yahu, yüzünü gören cennetlik
* to be sick= hasta olmak
* to be in= ..da olmak, bulunmak
* past= geçen, son
* month= ay
* for the past month= geçen bir aydır, son bir ay boyunca
* how nice= ne hoş/güzel, ne kadar güzel
* exactly= tam olarak
* to get back= geri gelmek, dönmek
- Remind me when we get back home.
  (Eve dönünce bana hatırlat/unutturma.)

* yesterday= dün
* to change= değiştirmek, değişikliği yapmak
* job= iş
* to change jobs= iş değiştirmek, iş değişikliği yapmak, başka işe geçmek
- He changed jobs to earn more money.
  (Daha fazla para kazanmak için iş değiştirdi/başka işe geçti.)

* to visit= ziyaret etmek
- Nobody visited me when I was ill.
  (Hastayken kimse ziyaretime gelmedi/beni görmeye gelmedi.)
* relative= akraba
* that's nice= ne güzel/hoş
* to go about= yapmak, ile meşgul olmak
- Despite the threat of war, people went about their business as usual.
  (Savaş tehlikesine rağmen, insanlar her zamanki işlerini yapıyorlardı/işleriyle meşgul oluyorlardı.)

* nothing much= pek bir şey yok, bildiğin gibi, yeni bir şey yok, kayda değer bir şey yok, aynı şeyler
* same= aynı
* ever= her zaman, şimdiye kadar
* as ... as ever= her zamanki gibi
* same as ever= (as same as ever) her zamankiyle aynı, her zamanki şeyler
------------- -----------
A: Merhaba, sen nerelerdesin yahu! Hasta değildin, değil mi?
B: Hayır, geçen ay boyunca Amerika'daydım.
A: Ne güzel! Tam olarak neredeydin/nereye gittin?
B: Los Angeles. Dün döndüm.
A: İş mi değiştirdin/Başka işe mi geçtin?
B: Hayır, oradaki bazı akrabalarımı ziyaret ettim.
A: Ne güzel.
B: Sen neler yapıyorsun/nelerle meşgulsun bu aralar/şimdilerde?
A: Anlatacak bir şey yok. Her zamanki şeyler.

20 Eylül 2017 Çarşamba

Çeviri Çalışmaları 96

English Through Videos 

Videolarla İngilizce


Social Conversations in English-1

A: Hello Kate! Overtime again, are you?
B: Yes, I've got to, if I want to get pay raise.
A: How are things going? Everything is all right?
B: Yes, not too bad, thanks. And you?
A: I'm doing good. Thank you.
B: How's Jack?
A: Oh, he's all right. But busy as usual.
B: Maybe we could have a together sometime.
A: Sounds like a great idea. You are the boss.
B: Ok. I'll call you.
------------ ------------
* overtime= fazla mesai
* again= tekrar, yine
* have got to= zorunda olmak, mecbur olmak, gerekmek
- You have got to wait your turn.
  (Sıranızı beklemeniz gerekiyor. Sıranızı bekleyeceksiniz.)

* to want to do sth= yapmak istemek
- You want to go to heaven, but you don't want to die to get there!
  (Cennete gitmek istiyorsun ama oraya gitmek için ölmek de istemiyorsun.)

* to get= almak, elde etmek
* pay raise= maaş/ücret artışı/zammı
* to get pay raise= ücret artışı almak, maaşı artmak
- Apple assembly line workers in China got pay raise, fewer hours.
  (Apple'in Çin'deki montaj işçilerinin maaşları arttırılırken çalışma saatleri azaltıldı.)

* How are things going= Ne var ne yok, nasıl gidiyor
* all right= yolunda, iyi
* too= çok fazla, aşırı
* bad= kötü, fena
* not too bad= fena değil, eh işte, kötü sayılmaz
* I'm doing good/okay= iyiyim, iyi gidiyor
* busy= meşgul, yoğun
* as usual= her zamanki gibi, alışıldığı gibi
- He came late as usual.
  (Her zaman olduğu gibi geç geldi/gecikti.)

* maybe= belki
* could= olasılık, ihtimal bildiren modal
- Extreme rain could cause the river to flood the city.
  (Aşırı yağmur, nehrin şehri su altında bırakmasına yol açabilir/neden olabilir.)

* to have a together= bir araya gelmek, buluşmak
* sometime= bir ara, bir gün
* to sound like= gibi gelmek, gibi görünmek, gibi gözükmek, benzemek
- That sounds like a good investment.
  (İyi/Karlı bir yatırımmış gibi görünüyor. İyi/Karlı bir yatırıma benziyor.)

* idea= fikir, düşünce, niyet, plan
* (that/it) sounds like a good idea= kulağa iyi bir fikir gibi geliyor, bana uyar, kulağa hoş geliyor
* boss= patron
* to call= telefonla aramak, telefon etmek, telefon açmak
- You said I should call you before visiting you.
  (Ziyarete gelmeden önce aramamı söylemiştiniz.)
------------- -----------
A: Merhaba Kate. Yine mesaiye mi kaldın?
B: Evet, mecburum, eğer ücretimin artmasını/daha fazla ücret almak istiyorsam.
A: Ne var ne yok? Her şey yolunda mı?
B: Evet, fena değil/kötü sayılmaz, teşekkürler. Seni sormalı/Peki senden naber?
A: İyiyim, teşekkür ederim.
B: Jack nasıl?
A: İyi, ama her zamanki gibi yoğun.
B: Belki bir ara buluşabiliriz.
A: Kulağa hoş geliyor. Patron sensin/Sen ne dersen o/Biz sana uyarız.
B: Tamam, ben seni ararım/sana haber veririm.

4 Eylül 2017 Pazartesi

Çeviri Çalışmaları 95

English Through Movies 

Filmlerle İngilizce


Why do Muslims sacrifice and celebrate on Eid al-Adha?-3

I was once told a story of a mother who said:
"Son, if I were to give you money to look after your brothers and sisters and I were to leave,
would you neglect them and spend all that money on yourself?
Well, would you?
So don't forget your brothers and sisters and give in charity.
The Prophet (S.A.V. = peace be upon him) said:
Charity extinguishes the sin as water extinguishes fire.
------------ ------------
* once= bir zamanlar, bir keresinde, vaktiyle, eskiden
- He once knew her, but they are no longer friends.
  (Bir zamanlar onu tanıyordu, ama artık arkadaş değiller/görüşmüyorlar.)

* to tell= anlatmak, söylemek
* to be told= anlatılmak, duymak
- I was told I could reach John at this number.
  (John'a bu numaradan ulaşabileceğim söylendi/ulaşabileceğimi söylediler.)

* story= hikaye
* story of= ..nın hikayesi, ..nın hakkında/ile ilgili hikaye
* to be told a story= hikaye anlatılmak, hikaye duymak, hikaye dinlemek
* mother= anne
* to say= söylemek, demek
- Don't believe anything he says.
  (Söylediklerine/Söylediği şeylere inanma.)

* son= oğul, oğlan çocuk, erkek evlat
* if ... was/were to do sth= koşul cümleciği (if clause) type 2 yapısı...
  (Gerçeğe aykırı, hayalî ve varsayıma dayalı durumları ifade eder.)
- If my father was/were to come in now, we would be in real trouble.
  (Babam şimdi/şu an içeri girse, başımız fena hâlde derde/belaya girer.)

* to give someone sth to do sth= birine bir şey yapması için bir şey vermek
- You just gave him justification to have you fired!
  (Kendini kovdurmak/işten attırmak için ona haklı bir neden verdin!)

* to look after= bakmak, ilgilenmek, göz kulak olmak, sahip çıkmak, gözetmek
- Who will look after the children while their mother is in hospital?
  (Anneleri hastanedeyken çocuklara kim bakacak/çocuklarla kim ilgilenecek?)

* brother= erkek kardeş
* sister= kız kardeş
* to leave= çekip gitmek, ayrılmak
- John got his coat and prepared to leave.
  (John montunu aldı ve gitmek için hazırlandı.)

* to neglect= ihmal etmek, boşlamak, bakmamak, ilgilenmemek
- Is your use of technology causing you to neglect your family?
  (Teknolojiyi kullanman yüzünden aileni ihmal ediyor musun/boşluyor musun?)

* to spend sth on sth= bir şeyi bir şeye harcamak, sarf etmek, tüketmek
- How much money did you spend on food last week?
  (Geçen hafta yiyeceğe/yemeğe içmeye ne kadar harcadın/ne kadar para verdin?)

* so= öyleyse, o halde
- So you are not going to Adana?
  (Öyleyse Adana'ya gitmiyorsun?)

* to forget= unutmak, ihmal etmek
- Never forget where you came from.
  (Asla nereden geldiğinizi/geldiğiniz yeri unutmayın.)

* charity= hayır, sadaka, iyilik, yardım
* to give in charity= sadaka vermek, hayırda bulunmak
- Give in charity because your shrouds will not have pockets to carry in them your wealth.
  (Kefenlerinizde zenginliğinizi koyup götüreceğiniz cepler olmadığı için sadaka verin/hayırda bulunun.)

* to estinguish= yok etmek, bitirmek, ortadan kaldırmak, söndürmek
- One failure after the other extinguished her hope.
  (Üst üste gelen başarısızlıklar ümitlerini bitirdi/yok etti.)

* sin= günah
* as= gibi, ..dığı gibi
- I invested the money as you suggested.
  (Parayı tavsiye ettiğin gibi yatırım yaptım/kullandım/harcadım.)

* water= su
* fire= ateş, yangın
------------- -----------
Bir keresinde şöyle diyen bir kadınla ilgili bir hikaye duymuştum/dinlemiştim:
Oğlum/Evladım, erkek ve kızkardeşlerine bakman için sana para verip gitseydim,
onları ihmal edip o tüm parayı kendine harcar mıydın?
Peki, (siz olsaydınız) siz yapar mıydınız?
O halde erkek ve kız kardeşlerinizi unutmayın ve hayırda bulunun.
Hz.Muhammed (S.A.V.) şöyle buyurmuştur:
Suyun ateşi söndürdüğü gibi, sadaka da günahları yok eder.

1 Eylül 2017 Cuma

Çeviri Çalışmaları 94

English Through Movies 

Filmlerle İngilizce


Why do Muslims sacrifice and celebrate on Eid al-Adha?-2

On this celebrated day, it is presumed that a quarter of the world is fed.
And how exactly is this possible?
Well, one lamb is capable of feeding up to 33 people.
And this is the smallest of the animals that meet these islamic criteria.
And most of this meat is given to the poor and needy worldwide.
Which is why there is a standart of quality, because the meat is primarily for charity.
------------ -----------
* celebrated day= kutlama/bayram yapılan gün
* to be presumed= tahmin edilmek
- It is presumed he crossed into Montenegro on foot.
  (Yaya olarak Karadağ'a geçtiği tahmin ediliyor.)

* quarter= çeyrek, dörtte bir
* world= dünya
* to be fed= beslenilmek, yedirilmek
- See that my horse is well fed.
  (Atımın güzel beslenildiğinden emin olun/iyi beslenilmesine dikkat edin.)

* exactly= tam olarak, tam manasıyla
* possible= mümkün, olabilir
* lamb= kuzu
* to be capable of doing sth= yapabilir olmak, yapma yeteneği/kapasitesi olmak
- This elevator is capable of carrying 10 persons at a time.
  (Bu asansör bir seferde 10 kişiyi taşıyabilir/taşıma kapasitesine sahiptir.)

* to feed= beslemek, doyurmak
- I can barely afford to buy enough food to feed my family.
  (Ailemi beslemek için yeterli yiyecek almaya zar zor gücüm yetiyor.)

* up to= ..ya kadar, ..ya varan
- Some dinosaurs were up to twenty-seven metres long.
  (Bazı dinazorların 27 metreye varan boyları vardı.)

* person= insan, kişi
* people= insanlar, kişiler
* small= küçük, ufak
* smallest= en küçük, en ufak
* animal= hayvan
* to meet= (arzulara/koşullara vb.) uymak, uygun gelmek, (koşulları) yerine getirmek/sağlamak
- Our actions will only cease when our demands are met.
  (Ne zaman taleplerimiz yerine getirilirse, ancak o zaman eylemlerimize son vereceğiz/veririz.)

* criteria= kriter(ler), kıstas(lar), ölçüt(ler)
* most of= çoğu, büyük bölümü
* meat= et
* to be given to= ..ya verilmek
- The gold cup was given to the winner of the final match.
  (Altın kupa final maçının galibine verildi. Final maçının galibi altın kupanın sahibi oldu.)

* poor= fakir, yoksul
* needy= muhtaç, düşkün
* worldwide= dünya çapında, dünyanın her tarafında
* which is why= işte bu yüzden
* standart of quality= kalite standartı/ortalaması
* because= çünkü
* primarily= öncelikle, esasen
* charity= hayır, sadaka, yardım
* for charity= yardım amaçlı, hayır işi
------------- -----------
Bu bayram gününde, dünyanın dörtte birinin boğazından et geçtiği tahmin ediliyor.
Peki bu tam olarak nasıl mümkün olabiliyor?
Bir kuzu 33 kişiye kadar insanı doyurabilir.
Kuzu da bu islami kriterleri karşılayan kurban hayvanlarının en küçüğü.
Etin büyük bölümü dünyanın her yerindeki fakir ve muhtaçlara veriliyor.
Zaten bu yüzden bir kalite standardı var, çünkü et esasında sadaka/hayır içindir.

Çeviri Çalışmaları 93

English Through Movies 

Filmlerle İngilizce


Why do Muslims sacrifice and celebrate on Eid al-Adha?-1

During the Eid celebrations, Muslims sacrifice an animal as a symbolic representation of the sacrifice and submission of prophet Abraham.
The commonly sacrifice animals are sheep, lamb or cow.
And each animal has to meet a certain quality and age or else the animal is considered unacceptable sacrifice.
------------ -----------
* during= boyunca, esnasında, ..de/da
* eid= bayram
* celebration= kutlama, tören, merasim
* to sacrifice= kurban olarak kesmek, kurban etmek
- Two white bulls were sacrificed and a feast was held.
  (İki beyaz boğa kurban edilip/kurban olarak kesilip bir ziyafet düzenlendi/verildi.)

* animal= hayvan
* as= olarak
- He worked as a business teacher in the local high school.
  (Mahalle lisesinde işletme hocası/öğretmeni olarak çalıştı/görev yaptı.)

* symbolic= sembolik, temsili, simgesel
* representation= temsil, tasvir, canlandırma
* sacrifice= fedakarlık, özveri
* submission= teslimiyet, itaat, boyun eğme
* commonly= en yaygın, en sık, genellikle
* sheep= koyun
* lamb= kuzu
* cow= inek
* each= her bir
* has to (have to)= zorunda olmak, gereklilik, ..meli/malı
- I have to finish my writing.
  (Yazımı bitirmem gerekiyor/bitirmeliyim.)

* to meet= (arzulara/koşullara vb.) uymak, uygun gelmek, (koşulları) yerine getirmek/sağlamak
- The companies that do not meet the requirements will be permitted to serve the domestic market only.
  (Gerekli şartları karşılamayan/sağlamayan şirketlerin yalnızca iç pazarda faaliyet göstermelerine izin verilecek.)

* certain= belli
* quality= kalite, nitelik
* age= yaş
* or else= aksi takdirde, yoksa
* to be considered= addedilmek, kabul edilmek, sayılmak
- Drogba is considered as a national hero in the Ivory Coast.
  (Drogba, Fildişi Sahilleri'nde milli kahraman kabul edilmektedir/olarak görülmektedir.)

* unacceptable= kabul edilemez, uygunsuz, geçersiz
* sacrifice= kurban
------------- -----------
Bayram törenlerinde, müslümanlar Hz. İbrahim'in ortaya koyduğu fedakarlığın ve teslimiyetin sembolik bir temsili olarak bir hayvanı kurban olarak keserler.
En çok kurban edilen hayvan, koyun, kuzu ve inektir.
Ve her hayvanın belli bir kaliteye ve yaşa uygun olması gerekir, aksi takdirde kurban hayvanı kurban olarak caiz/kabul olmaz.

17 Ağustos 2017 Perşembe

Çeviri Çalışmaları 92

English Through Movies 

Filmlerle İngilizce


Let's Talk-18

A: Amber, you ride the bus sometimes.
   Which buses stop near the University of South Florida?
B: I don't know all the bus trips.
   But I think Bus 27 goes there.
C: That bus stops near my house?
B: I don't know. You live on Beach Street, right?
C: Right.
D: Why don't you look at the bus routes through the computer?
A: Good idea!
------------ -----------
* to ride= binmek, ile gitmek, ile seyahat etmek
- We rode the train from Istanbul to Ankara.
  (İstanbul'dan Ankara'ya trenle gittik. İstanbul'dan Ankara'ya gitmek için trene bindik.)

* bus= otobüs
* sometimes= bazen, ara sıra, arada bir
* to stop= (otobüs, tren vb) durmak, geçmek
- Does this train stop at Sakarya?
  (Bu tren Sakarya'da duruyor mu/Sakarya'dan geçiyor mu?)

* near= yakınında, ..ya yakın
* to know= bilmek
* trip= yolculuk, sefer, hat, güzergah
* to think= düşünmek, sanmak, zannetmek
* I think= sanırım, galiba, zannedersem
* to go= gitmek
* house= ev
* to live= yaşamak, oturmak, ikamet etmek
* street= cadde, sokak
* why don't ... = öneri, teklif ifade eden soru kalıbı
- Why don’t we study at the cafe?
  (Neden kafede/kafeye gidip ders çalışmıyoruz?)
  (Hadi kafede/kafeye gidip ders çalışalım.)

* to look at sth through sth= (bir şeye bir şey aracılığıyla) bakmak, incelemek, araştırmak
- He looked at the ship through his telescope.
  (Teleskopla/Dürbünle gemiye baktı.)
------------- -----------
A: Amber, sen arada bir/ara sıra otobüse biniyorsun.
   Güney Florida Üniversitesi'nin yakınında hangi otobüsler duruyor/yakınından hangi otobüsler geçiyor?
B: Bütün otobüs hatlarını/güzergahlarını bilmiyorum.
   Ama sanırım/galiba/zannedersem 27 nolu otobüs oraya gidiyor/oradan geçiyor.
C: O otobüs evimin yakınında duruyor mu/yakınından geçiyor mu?
B: Bilmem/bilmiyorum. Beach Caddesi'nde oturuyordun, değil mi?
C: Evet/Doğru.
D: Neden bilgisayardan otobüs güzergahlarına/hatlarına bakmıyorsunuz?
   (Bilgisayardan otobüs güzergahlarına/hatlarına baksanıza!)
A: İyi fikir!

16 Ağustos 2017 Çarşamba

Çeviri Çalışmaları 91

English Through Movies 

Filmlerle İngilizce


Let's Talk-17

A: You could ride the bus.
B: The bus?
A: Sure, why not? It’s very convenient.
B: Do you ride the bus?
A: Sometimes. There’s a bus stop near my house.
B: Maybe there’s a bus stop near my house.
C: Well, it needs to be the right bus stop.
   Which bus do you need to ride to school?
B: I don’t know.
------------ -----------
* could= teklif, öneri ifade eden modal
- You could spend your vacation in Antalya.
  (Tatile Antalya'ya gidebilirsin/gitsene.)

* to ride= (bisiklet, at vb) binmek, kullanmak, sürmek, binerek gitmek
- He rides his motorcycle to work every day.
  (Her gün işe motorsikletiyle gidiyor.)

* bus= otobüs
* convenient= elverişli, pratik, kullanışlı, rahat, kolay
* bus stop= otobüs durağı
* near= yakınında
* house= ev
* to need= gerekmek, lazım olmak
* right= doğru, uygun
* to know= bilmek
- Do you know what time it is?
  (Saatin kaç olduğunu biliyor musun/Saatin kaç olduğundan haberin var mı?)
------------- -----------
A: Otobüse binebilirsin/Otobüsle gidebilirsin/Otobüse binsene/Otobüsle gitsene.
B: Otobüs mü?
A: Evet, neden olmasın? Çok pratiktir.
B: Sen otobüse biniyor musun?
A: Arada bir/Bazen. Evimin yakınında/Evime yakın bir otobüs durağı var.
B: Belki benim evimin yakınında da bir otobüs durağı vardır.
C: Şey, o durağın da uygun/doğru otobüs durağı olması gerekiyor/lazım.
   Okula gitmek için hangi otobüse binmen gerekiyor?
  (Okula hangi otobüs gidiyor? Hangi otobüs okuldan geçiyor?)
B: Bilmiyorum/Bilmem.

15 Ağustos 2017 Salı

Çeviri Çalışmaları 90

English Through Movies 

Filmlerle İngilizce


Let's Talk-16

A: How am I going to get to school?
B: You could ride your bike.
A: I can't do that!
   If I ride my bike, my hair will look terrible!
------------ -----------
* to get to somewhere= gitmek, gelmek, varmak, ulaşmak
- How can I get to the post office?
  (Postaneye nasıl gidebilirim?)

* school= okul
* could= teklif, öneri ifade eden modal
- You could see a movie or go out to dinner.
  (Sinemaya ya da akşam yemeği için dışarıya gidebilirsiniz/gitsenize!)

* to ride= (bisiklet, at vb) binmek, kullanmak, sürmek, binerek gitmek
- Most children learn to ride a bicycle at an early age.
  (Çoğu çocuk bisiklete binmeyi/bisiklet sürmeyi erken yaşlarda öğrenir.)

* can't= (= can not) yapamamak, edememek, imkansızlık, olanaksızlık ifade eden modal
* to do= yapmak
* bike= bisiklet
* if= eğer, şayet, ise
* hair= saç
* to look terrible= çok kötü görünmek, berbat görünmek
- You look terrible. What happened?
  (Berbat görünüyorsun/bir halin var. Ne oldu?)
------------- -----------
A: Okula nasıl gideceğim ben?
B: Bisikletine binebilirsin/bisikletinle gidebilirsin.
A: Yapamam/Olmaz!
   Bisikletime binersen/bisikletimle gidersem, saçlarım çok kötü görünür (bozulur).

28 Temmuz 2017 Cuma

Çeviri Çalışmaları 89

English Through Movies 

Filmlerle İngilizce


Let's Talk-15

A: Hi, Claire.
   It’s a beautiful day, isn’t it?
B: It’s not beautiful. It’s terrible!
A: What’s wrong?
B: Someone ran into my car.
   I can’t drive it for two weeks!
A: That is terrible.
B: I know.
------------ -----------
* wrong= yanlış, hata, sorun, problem
* to run into= (arabayla vb) çarpmak, vurmak, toslamak, bindirmek
- Two cars ran into each other this morning.
  (Bu sabah iki araba birbiriyle çarpıştı.)

* to drive= araba sürmek, araba kullanmak
- Have you ever driven a truck?
  (Hiç kamyon kullandın mı/sürdün mü?)

* for= boyunca, süresince
* I know= aynen, bence de, katılıyorum, haklısın
------------- -----------
A: Merhaba Claire.
   Ne güzel bir gün, değil mi?
B: Güzel bir gün değil. Berbat bir gün.
A: Ne oldu/Neyin var/Sorun ne?
B: Biri arabama çarptı/arabama çarptılar.
   İki hafta boyunca arabamı süremem/arabasızım/arabasız kaldım.
A: Kötü olmuş/işin zor.
B: Aynen/Bence de.

27 Temmuz 2017 Perşembe

Çeviri Çalışmaları 88

English Through Movies 

Filmlerle İngilizce


Let's Talk-14


A: I can't believe Becca told people to call me!
B: Aaron, Ron just called my cell phone.
A: No, he didn't.
B: Yes, he did.
   Look at the caller ID!
   He wants to know why you just hung up on him.
------------ -----------
* to believe= inanmak, düşünmek, sanmak, zannetmek, tahmin etmek
* I can't believe= inanamıyorum, çok şaşırdım, aklıma gelmezdi, beklemezdim, ummazdım, tahmin etmezdim
* to tell someone to do sth= birine bir şey yapmasını söylemek, yapma emrini/talimatını vermek
- I told him to go home.
  (Ona eve gitmesini söyledim.)

* person= kişi, insan
* people= insanlar
* to call= telefonla aramak, telefon etmek, telefon açmak
* just= az önce, demin
* cell phone= cep telefonu
* to look at= bakmak, kontrol etmek
- He turned and looked at her.
  (Dönüp ona baktı.)

* caller= arayan kişi
* ID= (= identity) kimlik
* caller ID= arayan kişinin numarası
* to want to do sth= yapmak istemek
* to know why= nedenini bilmek, öğrenmek
* to hang up on someone= telefonu suratına/yüzüne kapamak
- I was so angry I hung up on her while she was talking.
  (Öyle kızdım ki o konuşurken telefonu yüzüne kapattım.
------------- -----------
A: Becca'nın insanlara beni aramasını söylemesine inanamıyorum.
B: Aaron, az önce Ron beni cepten aradı.
A: Hayır, aramadı.
B: Evet, aradı.
   Arayan numaraya/arayanın ismine/gelen aramaya bak!
   Az önce/demin neden telefonu suratına/yüzüne kapattığını öğrenmek istiyor/sordu.

26 Temmuz 2017 Çarşamba

Çeviri Çalışmaları 87

English Through Movies 

Filmlerle İngilizce


Let's Talk-13


A: I can't believe you had all those people call me.
B: Well, you did a good job!
A: Great!
   Thank you for calling The Net Cafe.
   What? Ron?
   Hah! Is this Jeff? Nick? Goodbye!
B: You got another prank call? Funny!
------------ -----------
* to believe= inanmak, düşünmek, sanmak, zannetmek, tahmin etmek
- I don't care what you believe!
  (Neye inandığın umrumda değil!)

* I can't believe= inanamıyorum, çok şaşırdım, aklıma gelmezdi, beklemezdim, ummazdım, tahmin etmezdim
- I can't believe I never noticed that before.
  (Bunu daha önce fark etmemiş olmama inanamıyorum.)
  (Nasıl bunu daha önce fark edememişim, aklım almıyor/çok şaşkınım.)

* to have someone do something= birisine bir şey yaptırmak
- I had my brother carry my bag.
  (Çantamı kardeşime taşıttım.)

* person= insan
* people= insanlar
* to call= telefonla aramak, telefon etmek
* to do a good job= iyi/güzel/başarılı iş çıkarmak, bir işi/çalışmayı vs başarıyla tamamlamak
- I know you will do a good job.
  (Başaracağını biliyorum/Başaracağına inanıyorum/Başaracağından eminim.)

* great= harika, çok güzel
* another= başka, başka bir, bir tane daha
* prank call= telefon şakası
* to get prank call= telefon şakası yapılmak, telefonda işletilmek
* funny= garip, ilginç, tuhaf
------------- -----------
A: Nasıl bütün bu insanlara beni aratırsın, çok şaşırdım/inanamıyorum.
B: Çok başarılıydın/iyi iş çıkardın.
A: Aman ne güzel/Harika/Çok sevindim!
   The Net Cafe'yi aradığınız için teşekkürler.
   Kim? Ron mu?
   Çok komik! Jeff sen misin? Nick? Hoşçakal!
B: Sana bir telefon şakası daha mı yapıldı? Garip/İlginç/Allah Allah!

25 Haziran 2017 Pazar

Çeviri Çalışmaları 86

English Through Movies 

Filmlerle İngilizce


Let's Talk-12

A: I want to call him!
   Hello, is Becca there?
B: I'm sorry, she's not available right now.
   Would you like to leave a message?
A: Can you tell her Ella Pettis called?
B: Sure. Can you spell your last name for me?
C: jah jah!
B: Hey! Amber? Is that you?
A: Uh, no. Oops.
------------- -----------
* to want to do sth= yapmak istemek
* to call someone= birini telefonlara aramak, telefon etmek, telefon açmak
* available= müsait, mevcut, var
- The doctor is not now available.
  (Doktor şu anda burada değil.)

* would= istek, davet, teklif cümlelerinde kullanılan modal
- Would you like me to come with you?
  (Sizinle gelmemi ister misiniz?)

* to like to do sth= yapmak istemek
* to leave message= mesaj bırakmak, not bırakmak
* to tell= söylemek
* to spell= hecelemek, harf harf kodlamak, harflerini söylemek
------------- -----------
A: Onu aramak istiyorum.
   Alo/merhaba, Becca orada mı?
B: Özür dilerim, şu an burada değil.
   Mesaj/Not bırakmak ister misiniz/Bir mesajınız/notunuz var mıydı?
A: Ona Ella Pettis'in aradığını söyleyebilir misiniz?/söyleyin lütfen.
B: Tabi/elbette. Soyadınızı benim için kodlayabilir/heceleyebilir misiniz/Soyadınız nasıl yazılıyordu?
A: Ha Ha Ha (Gülme sesleri...)
B: Hey! Amber? Sen misin/sensin değil mi?
A: Oh hayır.

20 Haziran 2017 Salı

Çeviri Çalışmaları 85

English Through Movies 

Filmlerle İngilizce


Let's Talk-11

A: So you, Jeff and Mia all called Aaron?
   But he didn't know it was you?
B: Right.
C: Aaron told me the cafe phone rang a lot last night.
   Now I know why!
A: I can't believe you three made prank calls!
B: They weren't prank calls.
   I wanted to test Aaron to see how he answers the phone.
------------- -----------
* so= demek, yani, şey, hımm (konuşmaya-özelikle soru cümlesine- giriş ifadesi)
* to call= telefonla aramak, telefon etmek
* to know= bilmek, anlamak, fark etmek
* to tell= söylemek, anlatmak
* to ring= telefon çalmak
* to believe= inanmak
* I can't believe= inanamıyorum, çok şaşırdım, aklıma gelmezdi, beklemezdim, ummazdım, tahmin etmezdim
- I can't believe you're trying to bribe me.
  (Bana nasıl rüşvet vermeye çalışırsın/kalkarsın, inanamıyorum/çok şaşırmış haldeyim.)

* prank call= telefon şakası
* to make prank call= telefon şakası yapmak, birini telefonda işletmek
* to want to do sth= yapmak istemek
* to test= test etmek, sınamak, kontrol etmek
* to see= görmek, bakmak, kontrol etmek, öğrenmek
* to answer the phone= telefona bakmak, telefona cevap vermek, telefonu açmak

------------- -----------
A: Demek sen, Jeff ve Mia hepiniz birden/üçünüz de Aaron'ı aradınız ha?
   Ama o sizin olduğunuzu/aradığınızı/arayanın siz olduğunu anlamadı ha?
B: Evet/doğru/aynen.
C: Aaron bana dün gece kafenin telefonun çok çaldığını/arandığını/kafeyi çok arayanın olduğunu söylemişti.
   Şimdi nedenini anlıyorum/anladım.
A: Siz üçünüzün telefon şakası yaptığına inanamıyorum/yapmasına çok şaşırdım.
B: Ona telefon şakası denmez/Telefon şakası değildi onlar.
   Aaron'ın telefonlara nasıl baktığını/cevap verdiğini görmek/anlamak için onu test etmek/sınamak istedim.

15 Haziran 2017 Perşembe

Çeviri Çalışmaları 84

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Let's Talk-10


A: Wow, Becca, he's very polite!
B: Yes, he is.
   I guess he really listened to me!
A: Yeah. Actually, it's really cute.
B: I know.
A: I want to call him next!
C: Sure! Hello?
------------- -----------
* polite= nazik, kibar
* to guess= tahmin etmek, sanmak, zannetmek
* I guess= sanırım, galiba, herhalde, tahminimce, bence
- I guess I didn't make myself clear.
  (Sanırım/Galiba kendimi iyi ifade edemedim/anlatamadım.)

* actually= aslında, aslına bakılırsa (konuşma dilinde söze başlarken kullanılan, cümleye esasen bir anlam katmayan bir ifade)
* really= gerçekten
* to listen to someone= birini dinlemek, sözünü dinlemek, sözlerini dikkate almak
* cute= çok iyi, çok hoş, çok tatlı
* I know= aynen, bence de, haklısın, aynı fikirdeyim, sana katılıyorum
- A: He's a complete idiot. B: Yeah, I know.
  (A: Tam bir aptalın teki. B: Evet, haklısın/bence de.)

* to want to do sth= yapmak istemek
* to call= telefonla aramak, telefon etmek
------------- -----------
A: Vay, Becca çok kibar/nazik.
B: Evet öyle.
   Sanırım/galiba/anlaşılan/öyle görünüyor ki beni/sözümü/dediklerimi gerçekten dinlemiş.
A: Evet. Aslına bakarsan, bu-sözlerini dinlemesi/dikkate alması- çok iyi/güzel/hoş bir şey.
B: Bence de/aynen/haklısın.
A: Sonra da onu ben aramak istiyorum.
C: Olur/tamam! Alo?

25 Mayıs 2017 Perşembe

Çeviri Çalışmaları 83

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Let's Talk-09

A: Hello.
B: Hello. Net Cafe.
A: What specials will you have next week?
C: Put him on speakerphone!
A: OK!
B: I'll check for you, sir.
   May I put you on hold?
A: Sure.
------------- -----------
* special= yemek (lokantaya/restorana has/özel)
* to have= sahip olmak
* to put someone on speakerphone= telefonda karşı tarafın sesini hoparlöre/dışarıya vermek
- He put her on speakerphone so that everyone could hear what she said.
  (Herkes onun ne söylediğini duyabilsin diye onu hoparlöre bağladı.)

* to check= kontrol etmek, bakmak
- A: Is the baby asleep? B: I'll just go and check.
  (A: Bebek uyuyor mu? B: Gidip bir bakayım.)

* to put someone on hold= birini telefonda/hatta bekletmek, beklemeye almak
- Please don't put me on hold! I'm in a hurry!
  (Lütfen beni hatta bekletmeyin/beklemeye almayın! Acelem var/Vaktim yok!)
------------- -----------
A: Alo/merhaba
B: Alo/merhaba/buyrun, Net Cafe.
A: Gelecek hafta -mönüde- ne/hangi yemekleriniz var?
C: Hoparlöre bağlasana/alsana/versene!
   (Sesini dışarıya versene!)
A: Tamam.
B: Sizin için bakayım/bakıyorum efendim.
   Sizi biraz bekletebilir miyim?/bekleteceğim.
   (Hattan ayrılmayın/hatta kalın lütfen.)
A: Tamam/tabi/olur/pekala.

24 Mayıs 2017 Çarşamba

Çeviri Çalışmaları 82

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Let's Talk-08

A: I want to call him.
B: Jeff! What are you going to do?
A: Don't worry, Mia.
   Aaron won't even know it's me.
B: Honey, aren't you a little old to make prank calls?
A: These aren't prank calls.
   They're tests.
------------- -----------
* to want to do sth= yapmak istemek
- Did he say why he wanted to see me?
  (Beni neden görmek istediğini söyledi mi/Benimle niye görüşmek istediğini söyledi mi?)

* to call someone= telefon etmek, telefonla aramak, telefon açmak
- Did anyone call me?
  (Beni arayan oldu mu/Beni kimse aradı mı?)

* to do= yapmak
* There is nothing I can do.
  (Yapabileceğim hiçbir şey yok/Elimden bir şey gelmez.)

* to worry= merak etmek, endişelenmek, kaygılanmak, tedirgin olmak
- I didn't mean to worry you.
  (Sizi endişelendirmek istememiştim. Amacım/Niyetim sizi endişelendirmek değildi.)

* even= bile, hatta, dahi, ifadeyi güçlendirme vurgusu
- They even served champagne at breakfast.
  (Kahvaltıda şampanya bile vardı/servis ettiler.)

* to know= bilmek, anlamak, fark etmek, farkına varmak
- Do you know how to use this?
  (Bunun nasıl kullanılacağını/kullanıldığını biliyor musun?)

* honey= tatlım, hayatım, canım
* old= yaşlı
* prank call= telefon şakası
* to make prank call= telefon şakası yapmak, birini telefonda işletmek
* test= test, sınav, deneme, denetim
------------- -----------
A: Onu aramak istiyorum.
B: Jeff! Ne yapacaksın ki?
A: Merak etme, Mia.
   Aaron arayanın ben olduğumu/benim aradığımı anlamayacak bile.
   (Aaron arayanın ben olduğumun/benim aradığımın farkına bile varmayacak.)
B: Canım/tatlım/hayatım, telefon şakası yapmak/birini telefonda işletmek için biraz fazla yaşlı değil misin?
A: Bu telefon şakası değil/Bu telefon şakası sayılmaz/Buna telefon şakası denmez.
   Buna test/deneme denir.

23 Mayıs 2017 Salı

Çeviri Çalışmaları 81

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Let's Talk-07

A: Becca, why did you call Aaron?
   And why did you use a different voice?
B: I wanted to see how Aaron answers the phone.
   Sometimes he's not very professional.
C: Did he do a good job just now?
B: Yes, he was very professional and polite!
------------- -----------
* to call someone= bir kimseyi telefonla aramak, telefon etmek, telefon açmak
- Did he call you this morning?
  (Bu sabah sana telefon açtı mı/seni telefonla aradı mı?)

* to use= kullanmak
- You can use mine.
  (Benimkini kullanabilirsin.)

* different= farklı, değişik
* voice= ses, ses tonu
* to use a different voice= farklı ses tonu kullanmak, sesini/ses tonunu değiştirmek
* to want to do sth= yapmak istemek
- I want to speak to you, and I think you want to speak to me.
  (Seninle konuşmak istiyorum ve bence/sanırım sen de benimle konuşmak istiyorsun.)

* to see= görmek, bakmak, kontrol etmek, öğrenmek
- We needed to see how you handled yourself.
  (Kendi kendine nasıl idare ettiğini/bunun üstesinden geldiğini görmemiz gerekiyordu.)

* to answer the phone= telefona bakmak, telefona cevap vermek, telefonu açmak
- Would you answer the phone for me, please? My hands are all greasy.
  (Benim yerime telefona bakabilir misin lütfen? Ellerim çok yağlı/Bütün elim yağlı.)

* professional= profesyonel, mesleğe uygun, yaptığı işe yaraşır
* to do a good job= iyi/güzel/başarılı bir iş çıkarmak
- John did a good job proofreading my paper.
  (Tom kitabımın/yazımın/makalemin/raporumun yazım hatalarını düzeltmede güzel bir iş çıkardı.)
  (Tom kitabımın tashihini güzel/başarılı bir şekilde gerçekleştirdi/yaptı.)

* just now= az önce, az evvel, şimdi, demin
* polite= kibar, nazik
------------- -----------
A: Becca, Aaron'ı niye aradın ki?
   Ayrıca neden farklı ses kullandın/niye sesini/ses tonunu değiştirdin/sesini değiştirerek konuştun?
B: Aaron'ın telefonlara nasıl cevap verdiğini/baktığını görmek/kontrol etmek/öğrenmek istedim.
   Bazen çok profesyonel hareket etmiyor/davranmıyor.
C: Az önce/Az evvel/Şimdi/Demin nasıl iyi miydi/başarılı mıydı/becerebildi mi/iyi iş çıkardı mı?
B: Evet, çok profesyonel ve nazikti/kibardı.

8 Mayıs 2017 Pazartesi

Çeviri Çalışmaları 80

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Let's Talk-06


A: May I use your phone a minute?
B: Sure.
C: Thank you for calling The Net Cafe, this is Aaron.
   How may I help you?
A: Aaron, I'd like to speak to the manager.
C: I'm sorry. Becca is not available right now.
   May I take a message?
A: No, thanks. I'll call back later. Goodbye.
------------- -----------
* may= ..ebilmek, izin-rica ifade eden modal
- May I sit next to you?
  (Yanınıza oturabilir miyim?)
* to use= kullanmak
* to call= telefonla aramak, telefon etmek, telefon açmak
* to help= yardım etmek, yardımcı olmak
* would like to do sth= yapmak istemek
* to speak to= ... ile konuşmak
* available= müsait, uygun, mevcut
* to take a message= mesaj almak, not almak
------------- -----------
A: Telefonunuzu bir dakika/biraz kullanabilir miyim?
B: Tabi/elbette/buyur.
C: The Net Cafe'yi aradığınız için teşekkürler, ben Aaron.
   Size nasıl yardımcı olabilirim?
A: Aaron, yönetici/müdür ile görüşmek/konuşmak istiyorum/görüşecektim/konuşacaktım.
C: Özür dilerim. Becca şu an burada değil.
   Bir mesajınız/notunuz var mıydı/Bir notunuz/mesajınız varsa alabilir miyim?
A: Hayır, teşekkürler. Daha sonra tekrar/yine ararım. Hoşçakalın.

Çeviri Çalışmaları 79

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Let's Talk-05


A: OK, Aaron!
B: Thank you for calling The Net Cafe. This is Aaron.
   How may I help you?
A: Much better!
B: Yes, Becca is available.
   May I ask who is calling?
   One moment, please.
   Here you go.
   It's a customer. She wants to talk to the manager.
A: Hello, this is Becca Harris.
   Oh, hi, mom!
------------- -----------
* to call= telefonla aramak
* may= ..ebilmek, izin-rica ifade eden modal
* to help= yardım etmek, yardımcı olmak
* better= daha iyi/güzel (good-better-best)
* available= mevcut, uygun, müsait
* to ask= sormak
* here you go= al bakayım, al, buyur al, buyur, işte buyur
* to want to do sth= yapmak istemek
* to talk to= ile konuşmak, görüşmek
------------- -----------
A: Haydi/hadisene Aaron!
B: The Net Cafe'yi aradığınız teşekkürler. Ben Aaron.
   Size nasıl yardımcı olabilirim?
A: Çok daha iyi/ha işte böyle
B: Evet, Becca burada.
   Kim arıyordu/Kiminle görüşüyorum?
   Bir saniye lütfen.
   Buyrun/Al bakalım/buyur al bakalım.
   Bir müşteri arıyor/arayan bir müşteri. Yöneticiyle konuşmak istiyor/muş.
A: Alo/merhaba, ben Becca Harris/Becca Harris ile görüşüyorsunuz.
   Oh, merhaba anne.

3 Mayıs 2017 Çarşamba

Çeviri Çalışmaları 78

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Let's Talk-04


A: I mean it, Aaron.
   I wouldn't want to have to tell our boss about this.
B: You'd tell Ron I don't answer the phone well enough?
A: I will if I have to.
B: All right then! Don't worry, sis.
   I'll be so professional that everyone will be happy!
A: I hope so!
------------- -----------
* to mean= kastetmek, demek istemek
* I mean it= ben ciddiyim, çok ciddiyim, şaka yapmıyorum, samimiyim, doğru söylüyorum
- Give it back now! I mean it.
  (Hemen geri ver onu bana. Ciddiyim ben/şaka yapmıyorum ben.)
* to want to do sth= yapmak istemek
* have to= gerekmek, zorunda olmak, ..meli/malı
* to tell someone about sth= birine bir şey söylemek, birine bir şeyden bahsetmek, birine bir şey anlatmak
* boss= patron
* to answer the phone= telefona bakmak, telefona cevap vermek, telefonu açmak
- He interrupted his work to answer the phone.
  Telefona bakmak/cevap vermek için işine ara verdi.
* well= iyi, güzel, uygun
* enough= yeteri kadar, yeterince, kafi
* well enough= yeterince iyi
- I'm not sure I know you well enough.
  (Seni yeterince iyi tanıdığımdan emin değilim.)
* all right= pekala, tamam
* then= öyleyse, o halde, madem öyleyse
* to worry= endişelenmek, kaygılanmak, tasalanmak, merak etmek, dert etmek
- She will worry if we are late.
  (Gecikirsek/Geç kalırsak endişelenir/merak eder.)
* sis= kız kardeş, resmi olmayan sokak dilinde sister kelimesinin kısaltması
* to be professional= profesyonel olmak, profesyonel hareket etmek/davranmak
* to hope= ummak, ümit etmek, beklemek
* I hope so!= öyle umuyorum, haydi bakalım, inşallah
------------- -----------
A: Ben ciddiyim, Aaron.
   Patronumuza bu durumdan/olaydan bahsetmek zorunda kalmak istemem/istemiyorum.
B: Arayanlara güzel cevap vermediğimi/arayanlarla güzel bir şekilde konuşmadığımı Ron'a söyler miydin/söyler misin?
A: Mecbur kalırsam/gerekirse söylerim.
B: Tamam öyleyse/Peki öyle olsun! Sen merak etme kardeşim.
   O kadar/öyle profesyonel olacağım/davranacağım ki herkes mutlu/memnun olacak.
A: Umarım/inşallah/hadi bakalım!

Çeviri Çalışmaları 77

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Let's Talk-03


A: I know. But what I said was OK, right?
I was friendly.
B: Yes, but you were so informal!
A: Customers like friendly workers!
B: We're supposed to be friendly and professional.
A: Ah, OK.
------------- -----------
* to know= bilmek
* to say= söylemek, demek
* OK= (Okay)= doğru, münasip, geçerli, uygun
* friendly= arkadaşça, samimi, cana yakın
* informal= gayriresmi, laubali
* customer= müşteri
* to like= sevmek, hoşlanmak
* to be supposed to be/do sth= ..meli/malı, gerekmek, beklenmek
- Am I supposed to be at the meeting on Tuesday?
(Salı günkü toplantıya katılmam gerekiyor mu/şart mı?)
------------- -----------
A: Biliyorum/haklısın/doğru söylüyorsun. Ama benim dediğim/dediklerim de yanlış/hatalı değildi, değil mi?
Dostça/sıcak/Samimi konuştum.
B: Evet, ama çok gayriresmiydin/laubaliydin.
A: Müşteriler sıcakkanlı/cana yakın çalışanları/personeli sever.
B: Cana yakın ve de profesyonel olmamız lazım/gerekiyor/olmalıyız.
(Bizlerden cana yakın ve de profesyonel olmamız bekleniyor.)
A: Tamam/Anladım.

Çeviri Çalışmaları 76

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Let's Talk-02


A: Aaron Harris!
B: Oh! Hi, Becca.
A: Do you always answer the phone like that?
B: Sometimes.
A: That's not the way to answer the phone at work!
You should say, "Thank you for calling The Net Cafe. This is Aaron."
------------- -----------
* to answer the phone= telefona bakmak, telefona cevap vermek, telefonu açmak
- She stood up to answer the phone.
(Telefona bakmak/cevap vermek için ayağa kalktı/yerinden kalktı.)
* like that= böyle, bu şekilde, bu tarz
* way= usul, biçim, yol, yapılış şekli, tarz, yordam
- Is that the way to answer?
(Cevap vermenin usulü bu mudur? / Böyle mi cevap verilir?)
* work= işyeri
* should= ..meli/malı, tavsiye, öneri ifade eden modal, yapılması iyi olur
* to say= demek, söylemek
* to call= aramak, telefon etmek
------------- -----------
A: Aaron Harris!
B: oh, merhaba Becca.
A: Telefonlara hep böyle/bu şekilde mi cevap veriyorsun/bakıyorsun?
(Arayanlarla hep böyle/bu şekilde mi konuşuyorsun?)
A: Bazen/ara sıra/her zaman değil.
B: İşyerinde telefonlara öyle/o şekilde bakılmaz/İşyerinde telefonlar öyle/o şekilde cevaplanmaz.
"The Net Cafe'yi aradığınız için teşekkürler. Ben Aaron" demelisin.

Çeviri Çalışmaları 75

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Let's Talk-01


- Hello? Yeah, this is The Net Cafe.
You want to talk to Becca?
Sorry, she's not here.
Sure, no problem, bye.
------------- -----------
* hello= alo
* to want to do sth= yapmak istemek
* to talk to someone= birisi ile konuşmak, görüşmek
* no problem= rica ederim, ne demek, lafı mı olur, önemli değil
------------- -----------
- Alo/buyrun? Evet burası The Net Cafe.
Becca'yla mı görüşmek/konuşmak istiyorsunuz?
Üzgünüm, o/kendisi burada değil.
Tabi, rica ederim/ne demek. Hoşçakal.

20 Mart 2017 Pazartesi

Çeviri Çalışmaları 74

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Shawshank Redemption-3

- Nothing stops. Nothing.
  Or you will do the hardest time there is.
  No more protection from the guards.
  I'll pull you out of that one-bunk Hilton
  and cast you down with the sodomites.
  You'll think you've been fucked by a train.
------------- -----------
* nothing= hiçbir şey
* to stop= son bulmak, bitmek, sona ermek
* or= yoksa
* to do time= hapiste yatmak/olmak, hapis cezası çekmek, hapiste cezasını çekmek, hapishanede zamanını doldurmak
- Where did you do time?
  (Nerede hapis yattın?)

* hardest= en zor, en zorlu
* protection= koruma, himaye
* guard= gardiyan
* to pull someone out of sth= birini bir yerden çıkarmak, çıkartmak
* bunk= yatak, ranza
* to cast someone down with= (bir kimseyi bir şey ile) canını sıkmak, üzmek, keyfini kaçırmak, neşesini kaçırmak, bunalıma sokmak, rahatsız etmek
* sodomite= oğlancı, ibne, homoseksüel
* to think= sanmak, zannetmek, diye düşünmek
* to be fucked by= becerilmek, düzülmek, boku yemek, hayatı kaymak, üzerinden geçilmek
------------- -----------
- Hiçbir şey bitmedi. Hiçbir şey.
  Yoksa çok zor/çetin bir hapis hayatın olur.
  Artık/Bundan böyle gardiyanların koruması olmaz.
  Seni o tek yataklı Hilton'dan çıkartırım (Seni o rahat/konforlu koğuşundan çıkartırım)
  ve oğlancılarla senin keyfini kaçırırım.
  Üzerinden tren geçti sanırsın.