31 Ağustos 2016 Çarşamba

Çeviri Çalışmaları 34

English Through Movies

Filmlerle İngilizce




Maleficent-1

- I like you begging. Do it again.
--------- ---------
* to like someone doing sth: (birinin bir şey yapmasından) hoşlanmak, zevk almak, yapması hoşuna gitmek
- I like you making me laugh.
  (Beni güldürmen/neşelendirmen hoşuma gidiyor.)

* to beg: yalvarmak
- He was ashamed to beg.
  (Yalvarmaya utanıyordu/Yalvarmasına gururu engel oluyordu.)

* to do again: bir daha yapmak, tekrar yapmak
- Never do that again, do you hear?
  (Bunu nir daha asla yapma, duydun mu/anladın mı/tamam mı?)

--------- ---------
- Yalvarman hoşuma gidiyor. Bir daha yap/Bir daha yalvar.)

for instagram: tıklayınız

22 Ağustos 2016 Pazartesi

Çeviri Çalışmaları 33

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Secret Life of Pets-1



- Oh, Duke, Duke, Katie is not... Katie's gonna be so upset when she sees that.
  Katie's ... gonna flip out when she sees how you trashed her whole place.
- Oh, it's just... It's just one vase.
- Is it, Duke, is it?
------  --------
* gonna: konuşma dilinde/resmi olmayan dilde "going to"nun kısaltması
- He's gonna kill me.
  (Bana çok kızacak/Canıma okuyacak/Ağzıma sıçacak.)

* to be upset: sinirlenmek, kızmak, öfkelenmek
- You have every right to be upset with me.
  (Bana kızmak için/kızgın olman için yerden göğe kadar haklısın/hakkın var.)

* to see: görmek
- Can you see far?
  (Uzağı görebiliyor musun?)

* to flip out: tepesi atmak, çok sinirlenmek, öfkeden deliye dönmek
- Mom is going to flip out when she finds out about my F in Math.
  (Annem matematikten F/O aldığımı öğrenince çıldıracak/çok sinirlenecek.)

* to trash: dağıtmak, döküp saçmak, birbirine katmak, çöplüğe çevirmek
- He trashed his room in a fit of rage.
  (Öfkeyle/Sinirle/Cinnet geçirerek odasını döküp saçtı.)

* just: sadece, alt tarafı, topu topu
------  --------
- Katie bunu görünce çok sinirlenecek.
  Bütün evini kırıp döktüğünü gördüğünde Katie çok sinirlenecek/öfkeden deliye dönecek.
- Alt tarafı bir vazo.
- Öyle mi Duke, öyle mi?

for instagram: tıklayınız

19 Ağustos 2016 Cuma

Çeviri Çalışmaları 32

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Lion King-2



- I can't believe it. He's gone back.
------ --------
* to believe: inanmak
- I can't believe you're here.
(Burada olmana inanamıyorum/çok şaşırdım.)

* to go back:dönmek, geri dönmek
- I think we should go back.
(Bence geri dönmeliyiz/dönsek iyi olur.)
------ --------
- Buna inanamıyorum. Geri döndü/dönmüş.

for instagram: tıklayın

18 Ağustos 2016 Perşembe

Çeviri Çalışmaları 31

English Through Movies

Filmlerle İngilizce




Mulan-1

- Come on, smart boy.
  Can you help me with my chores today?
------  --------
* come on: hadi, hadi bakalım

* smart: akıllı, zeki

* boy: oğlan, erkek çocuk

* can: istek, rica yapısında kullanılan modal

* to help someone with sth: birine bir alanda/konuda yardımcı olmak, yardım etmek
- My uncle helped me with my homework.
  (Dayım ev ödevimde bana yardım etti/yardımcı oldu.)

* chores: günlük ev işleri, günlük çiftlik işleri
- My next door neighbor helps his wife with the chores.
  (Yan komşum karısına ev işlerinde yardım ediyor.)

* today: bugün
------  --------
- Haydi akıllı oğlum benim!
  Bugün günlük işlerimde bana yardım eder misin?

for instagram: tıklayınız

Çeviri Çalışmaları 30

English Through Movies

Filmlerle İngilizce




How I Met Your Mother-1

- So, from here on in, no more lies.
  I will never lie to you again.
-------- -------
* so: Konuşma dilinde bir soruya, cümleye/sohbete/diyaloga başlarken kullanılır.
      Özellikle bir önceki cümle/konuşma/sohbet konusu ile bağlantı kurar.
- So, let’s get down to business.
  (Evet, hadi işimize bakalım/koyulalım.)

* from here on in/out: şu andan itibaren, bundan sonra
- From here on in we do it my way.
  (Şu andan itibaren bunu benim yöntemimle/usulümle yapacağız/halledeceğiz.)

* no more: artık yok, başka yok
- There's no more salt.
  (Başka tuz yok/Bütün tuz bu kadar/Başka tuz kalmadı.)

* lie: yalan

* never: asla, hiçbir zaman

* to lie to someone: birine yalan söylemek
- Don't you dare lie to me!
  (Sakın bana yalan söyleyeyim deme/Sakın bana yalan söylemeye kalkma!)

* again: tekrar, bir daha

-------- -------
- Şu andan itibaren başka yalan yok/olmayacak.
  Sana bir daha asla yalan söylemeyeceğim.

for instagram: tıklayınızhttps://www.instagram.com/p/BJPtxAJgCfE/?taken-by=ingilizce_fatih

15 Ağustos 2016 Pazartesi

İngilizce Deyimler ve İfadeler 113

to give a hand / to lend a hand

to give someone a hand / to give a hand to someone


= to help someone

= (bir kimseye) yardım etmek, yardımcı olmak, destek olmak

give a hand to give someone a hand to lend a hand English ingilizce meaning definition

* He always gives me a hand with the housework.
  (Ev işlerinde bana her zaman yardım eder/yardımcı olur.)

* Could you lend me a hand with this piano?
  (Bu piyanoyu taşımama yardım eder misin?)

* If we all lend a hand the work will go quickly.
  (Eğer hepimiz yardım edersek/destek olursak iş çok çabuk biter.)

* She tries to give a hand to those in need of help.
  (Yardıma muhtaç kimselere destek olmaya çalışıyor.)

* This bag is too heavy. Can you give me a hand to carry it?
  (Bu çanta çok ağır. Taşımama yardım eder misin?)

* The living room is so messy! Let's pick up together. Lend me a hand, would you?
  (Oturma odası çok dağınık! Hadi odayı beraber toplayalım. Yardım et bana, olur mu?)

* John, could you give me a hand with the door?
  (John, kapıyı açmama yardım eder misin?)

* Can you give me a hand setting up the dining table?
  (Yemek masasını hazırlamama/Sofrayı kurmama yardım eder misin?)

* Are you going to have time to give me a hand tomorrow?
  (Yarın bana yardım etmek için vaktin var mı/olur mu/müsait misin?)

* Let me know if you need help. I'll have time all day today to give you a hand.
  (Yardıma ihtiyacın olursa bana haber ver/haberim olsun. Sana yardım etmek için bugün bütün gün müsaitim.)

* As long as you are standing, give a hand to those who have fallen.
  (Ayakta olduğunuz sürece –Gücünüz/İmkanınız olduğu sürece- düşen insanlara –düşkünlere/muhtaç kimselere- yardım edin/yardımcı olun.)

* Let me give you a hand with your baggage.
  (Bagajınızı/Valizinizi taşımanıza yardım edeyim.)

* Could you please give me a hand carrying this mattress?
  (Bu yatağı/şilteyi taşımamda bana yardım eder misin lütfen?)

* I’m really finding my homework difficult. Can you give me a hand?
  (Ödevim bana gerçekten zor geliyor. Bana yardım eder misin?)

* Look at all the washing up! I really need someone to give me a hand!
  (Bu ne bulaşık böyle/Şu bulaşığa bak! Gerçekten birinin bana yardım etmesi gerek!)

* Louise is so kind – she's always ready to give you a hand with anything.
  (Louise çok nazik biri, herhangi bir konuda yardımcı olmak için her zaman hazır.)

* If you have any trouble with your homework, I'll be glad to give you a hand.
  (Ödevlerinle ilgili herhangi bir sıkıntın olursa, sana memnuniyetle yardımcı olurum.)

* Give me a hand. If you do, I'll buy you a drink later.
  (Bana yardım et. Yardım edersen, sonra sana bir içki alırım/ısmarlarım.)

* I was hoping you could give me a hand.
  (Bana yardım edebilirsin diye ummuştum/umuyordum.)

* Marcia has taught her children to lend a hand when it comes to cleaning up after meals.
  (Marcia çocuklarına yemekten sonra sofrayı toplama konusunda yardımcı olmalarını öğretti.)

* Could you give me a hand with these boxes, Mike?
  (Mike şu kutuları taşımama yardım eder misin?)

* Let me know when you're moving and I'll give you a hand.
  (Taşınacağın zaman haberim olsun/bana haber ver, sana yardım ederim.)

* You can give me a hand, now that you're here.
  (Madem buradasın, bana yardım edebilirsin.)

* John went out of his way to give you a hand.
  (John sana yardım etmek için çok çabaladı/elinden gelen gayreti gösterdi.)

* Can you give me a hand to put the washing out?
  (Çamaşırları -makineden- çıkarmama yardım eder misin?)

* Let me give you a hand with those dishes.
  (Bulaşıkları yıkamana yardım edeyim.)

* I want to move this desk to the next room. Can you give me a hand?
  (Bu masayı yan odaya taşımak istiyorum. Bana yardım eder misin?)

* I can't carry all these bags by myself. Could you give me a hand?
  (Bütün bu çantaları kendim taşıyamam. Bana yardım eder misin?)

* Thanks to him giving me a hand, I was able to finish the work.
  (Onun bana yardımı sayesinde işi bitirebildim.)

* This evening I will give my friend a hand in the kitchen.
  (Bu akşam arkadaşıma mutfakta/mutfak işlerinde yardım edeceğim/yardımcı olacağım.)

* I'll get in touch with John by telephone tomorrow and ask him to give us a hand.
  (Yarın John'la telefonda görüşüp bize yardım etmesini rica edeceğim/isteyeceğim.)

* Don't worry about your garden. Ten young people will come over today and give you a hand.
  (Bahçeni/Bahçe işlerini dert etme/kafana takma. On genç bugün gelip/uğrayıp sana yardımcı olacak.)

* A: I can't reach the top shelf.
  (En üst rafa ulaşamıyorum.)
  B: Let me give you a hand.
  (Dur sana yardım edeyim.)

* A: Can I give you a hand?
  (Yardım edeyim mi/Yardım etmemi/Yardımcı olmamı ister misin?)
  B: Thanks, I could use the help.
  (Teşekkürler, yardıma ihtiyacım olabilir/Yardım işime yarar/Yardıma hayır demem.)

* A: Do you want me to come over and lend you a hand with studying?
  (Oraya gelip çalışmanda sana yardımcı olmamı ister misin?)
  B: Thanks. I could sure use the help.
  (Teşekkürler. Kesinlikle yardım işime yarar/yardıma hayır demem.)

Çeviri Çalışmaları 29

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Mrs. Doubtfire-1



- No! Stop! Oh, shit!
- Can I give you a hand?
- Oh, no, dear! I don't need a hand. I need a face.
------  --------
* to stop: durmak
- The car stopped at the traffic lights.
  (Araba trafik ışıklarında durdu.)

* shit: lanet olsun, kahretsin, hay aksi, olamaz, inanmıyorum, hassiktir
- Oh shit, we're going to be late!
  (Lanet olsun, geç kalacağız!)

* to give someone a hand: (bir kimseye) yardım etmek, yardımcı olmak
- Would you mind giving me a hand moving this table?
  (Bu masayı taşımama yardım eder/edebilir misin?)

* dear: canım

* to need: ihtiyaç duymak, ihtiyacı olmak
- I just need a couple of minutes to get ready.
  (Hazır olmak için sadece bir iki dakikaya ihtiyacım var/dakika istiyorum.)

* hand: el

* face: yüz
------  --------
- Hayır! Dur! Of kahretsin!
- Yardımcı olmamı ister misin/Yardıma ihtiyacın var mı?
- Hayır, canım! Benim bir ele ihtiyacım yok. Benim bir yüze ihtiyacım var.

for instagram: tıklayınız

14 Ağustos 2016 Pazar

Çeviri Çalışmaları 28

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Finding Nemo-1



- Please. I don't want that to go away.
  I don't want to forget.
--------- ----------
* to want: istemek
- Do you want me to take you to the airport?
  (Seni havaalanına götürmemi/bırakmamı ister misin?)
  (Seni havaalanına götüreyim mi?)

* to go away: ortadan kalkmak, son bulmak
- The smell still hasn't gone away.
  (Koku hala kaybolmadı/gitmedi/çıkmadı/duruyor.)

* to forget: unutmak
- I'll never forget the first time we met.
  (Tanıştığımız o ilk anı asla unutmayacağım.)
--------- ----------
- Lütfen. Bunun bitmesini istemiyorum. Unutmak istemiyorum.

for instagram: tıklayınız

13 Ağustos 2016 Cumartesi

Çeviri Çalışmaları 27

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Me Before You-1



A: Don't smile at me like that.
B: Why not?
A: Because I don't know what it means.
B: Where did you pick up your exotic taste?
A: What do you mean by that?
B: It can't be from around here.
A: Why not?
B: Because this is the kind of place people come to when they got tired of actually living.
--------- ----------
* to smile at somoone: birisine gülümsemek, tebessüm etmek, sırıtmak
- John and Jeny smiled at each other.
  (John ve Jeny birbirlerine gülümsediler.)

* like that: öyle, böyle, o şekilde, bu şekilde
- I didn't say a thing like that.
  (Ben böyle/öyle bir şey demedim/söylemedim.)

* to know: bilmek

* to mean: manasına/anlamına gelmek, demek olmak
- What does success mean to you?
  (Senin için başarı ne anlama geliyor/ne ifade ediyor?)

* to pick up: elde etmek, edinmek, almak, sahip olmak
- It's easy to pick up bad habits.
  (Kötü alışkanlıklar edinmek/kazanmak/kapmak kolaydır.)

* exotic: egzotik, tuhaf, yabancı, garip, değişik, dikkat çeken, farklı

* taste: zevk, beğeni, tarz

* to mean: demek istemek, kastetmek, söylemeye çalışmak, ifade etmeye çalışmak
- When she says the play was interesting, she means (that) it wasn't very good.
  (Piyes için ilginçti dediğinde, -aslında- onun çok iyi bir piyes olmadığını söylemek istiyordur.)

* can't: Tahmin yürütmede bir şeyin mümkün olmadığına dair kesin bilgi ve inancımız olduğu durumlarda kullanılır.
- You have eaten 2 hamburgers. You can't be hungry.
  (İki hamburger yedin. Aç olamazsın.)

* kind: tarz, tür

* place: yer, kasaba, semt, bölge, yerleşim yeri

* to come: gelmek

* to get tired of: sıkılmak, bıkmak, bezmek
- I guess she finally got tired of waiting.
  (Galiba sonunda beklemekten sıkıldı.)

* to live: yaşamak

--------- ----------
A: Bana öyle gülümseme ya!
B: Niye ki? (Neden gülümsemeyim?)
A: Çünkü bunun (gülümsemenin) ne anlama geldiğini bilmiyorum.
B: Bu değişik tarzını nereden aldın/kaptın?
A: Bununla-değişik tarz ile- ne demek istiyorsun/demeye çalışıyorsun/neyi kastediyorsun?
B: -Oo değişik tarzın- bu civardan olamaz/buralara ait olamaz.
A: Niye ki? (Niye olamaz?)
B: Çünkü burası yaşamaktan usanan insanların geldiği türden bir yer/bölge.
------ ----------
instagram'da görüntülemek için tıklayınız

10 Ağustos 2016 Çarşamba

Çeviri Çalışmaları 26

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Dead Man Down-1



- I have to smile a lot in my job.
  Most of the time, it hurts to smile.
-------- ------
* have to: zorunda olmak, gerekmek, mecbur olmak

* to smile: gülümsemek, tebessüm etmek

* a lot: çok, çok fazla

* job: iş, işyeri

* most of the time: ekseri, çoğu zaman, çoğu kez
- Most of the time she tries to play up to her teacher.
  (Çoğu zaman öğretmenine yaranmaya çalışıyor.)

* to hurt: acıtmak, yaralamak, incitmek, canını/içini acıtmak
- I will never do anything to hurt you.
  (Asla seni incitecek bir şey yapmayacağım.)
------ --------
- İşimde/İşimi yaparken bol bol gülümsemem gerekiyor.
  Çoğu zaman gülümsemek canımı/içimi acıtıyor/bana acı veriyor/kolay olmuyor.

Çeviri Çalışmaları 25

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


The Lion King-1



A: Thanks for your help.
B: Hey, where are you going?
A: Nowhere.
B: Gee, he looks blue.
C: I'd say brownish-gold.
B: No, no, no, I mean he's depressed.
------ -------
* gee: aman Tanrım, vah vah, vay be, vay anasını, işe bak be, hay Allah
       (üzüntü, şaşkınlık veya coşku ifade eder.)
- Gee, that's bad news.
  (Tüh be, bu kötü haber işte.)

* to look blue: üzgün görünmek, üzgün bir hali olmak, morali bozuk görünmek, moralsiz görünmek
- You look a little blue.
  (Biraz üzgün görünüyorsun/Biraz üzgün bir halin var.)

* I'd say: bence, bana kalırsa, benim görüşüm ( = I would say)
- I'd say you are the best tennis player on our team.
  (Bence bizim takımdaki en iyi tenisçi sensin.)

* brownish: kahverengimsi, kahverengine çalan

* I mean: yani, demek istediğim, demek istiyorum ki
- I really do love him - as a friend, I mean.
  (Onu gerçekten seviyorum, yani bir arkadaş olarak.)

* depressed. morali bozuk, üzgün, keyifsiz
----- ----------
A: Yardımınız için teşekkürler.
B: Hey, nereye gidiyorsun?
A: Hiçbir yere!
B: Vay be, üzgün görünüyor.
C: Bence kahverengine çalan altın sarısı bir rengi var.
B: Hayır, hayır, yani morali bozuk demek istiyorum.

9 Ağustos 2016 Salı

Çeviri Çalışmaları 24

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Art of Steal-1



- All right, let's go downstairs and talk about it.
-------- --------
* all right: pekala, tamam, evet
  (bir sohbeti başlatmak ya da yeni bir şeyi yapacakken karşımızdakinin dikkatini çekmek için kullanılır.)
- All right, class, open your books at page 23.
  (Pekala, herkes kitabının 23. sayfasını açsın.)

* let's: (haydi beraber) ..alım, ..elim ( = let us)
- Let's decide what we want.
  (Ne istediğimize karar verelim/Ne istediğimizi kararlaştıralım.)

* to go downstairs: aşağıya inmek, aşağı kata inmek
- Go downstairs and have a wash.
  (Alt kata inip yıkan/temizlen/banyo yap.)

* to talk about: (bir şey hakkında) konuşmak, görüşmek
- Can we talk about this another time?
  (Bunu başka zaman konuşabilir miyiz/konuşsak olur mu?)
---------- -------
- Pekala, haydi alt kata inip bu konuyu konuşalım.

6 Ağustos 2016 Cumartesi

Çeviri Çalışmaları 23

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Hunger Games-1



- What the hell was that?
  You don't talk to me and then you say you have a crush on me?
  You say you wanna train alone?
  Is that how you wanna play?
- Stop it, stop it!
- Let's start, right now!
--------- ----------
* hell / the hell: Öfke, sinir, hoşnutsuzluk, şaşkınlık ifade eden kaba/argo vurgulama/pekiştirme sözü
- What the hell are you talking about?
  (Sen neden bahsediyorsun lan/ulan/be?)

* to talk to someone: biriyle konuşmak, görüşmek
- Who do you want to talk to?
  (Kiminle görüşmek istiyorsunuz/istemiştiniz?/Kiminle görüşecektiniz?)

* to say: söylemek, demek
- I said some things I shouldn't have.
  (Söylememem gereken şeyler söyledim.)

* to have a crush on someone: aşık olmak, gönlünü kaptırmak, birine vurulmak/tutulmak/çarpılmak, abayı yakmak
- Every girl in the class had a crush on John.
  (Sınıftaki bütün kızlar John'a aşıktı.)

* wanna: (= want to), want to'nun resmi olmayan konuşma ve yazışma dilindeki kısaltması
- I wanna believe in everything that you say.
  (Tüm söylediklerine inanmak istiyorum.)

* to train: (bir şey için) antrenman yapmak, çalışmak, hazırlanmak
- The team trains five hours a day.
  (Takım günde beş saat antrenman yapıyor/hazırlık yapıyor/çalışıyor.)

* alone: yalnız, tek başına

* to play: oynamak
- I don't want to play this game anymore.
  (Artık bu oyunu oynamak istemiyorum.)

* to stop: kesmek, durmak, bırakmak, devam etmemek, sürdürmemek
- Stop shouting, you're giving me a headache!
  (Kes bağırmayı/Bağırma be/ulan, başımı ağrıtıyorsun.)

* Stop it!: kes şunu, dur artık, yapma, bırak

* to start: başlamak
- The play starts at eight o'clock.
  (Oyun saat sekizde başlıyor/başlayacak.)

* let's: (= let us) haydi ...ayalım
- Let's break for lunch.
  (Öğle yemeği için mola verelim./ Öğle yemeği molası/arası verelim.)

* right now: hemen, derhal

------------- --------
- O da neydi öyle lan/O da neyin nesiydi öyle lan/ Demin neler söyledin sen öyle lan! / Demin o söylediklerin neydi öyle lan!
  Benimle konuşmuyorsun, sonra da bana aşık olduğunu mu söylüyorsun?
  Tek başına çalışmak/oyuna hazırlanmak istediğini mi söylüyorsun?
  Bu şekilde mi/Böyle mi oynamak istiyorsun?
- Kes şunu, dur yapma!
- Hadi hemen şimdi başlayalım.

Çeviri Çalışmaları 22

English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Anna Karenina-1



A: Please say what you want to tell me.
B: You and Count Vronsky attracted attention tonight.
------------ -----------------
* to say: söylemek, demek, ifade etmek
- How do you say in Turkish?
(Türkçe'de nasıl söylüyorsunuz/diyorsunuz/söyleniyor?)

* to want: istemek

* to tell: anlatmak, söylemek, demek
- Is there something you want to tell me? 
(Bana söylemek istediğin bir şey mi var/bir şey var mı?)

* count: kont

* to attract attention: dikkat/ilgi çekmek, göze batmak, dikkatleri üzerine çekmek/toplamak
- Children often cry just to attract attention.
(Çocuklar çoğu kez sırf dikkat/ilgi çekmek için ağlarlar.)

* tonight: bu akşam, bu gece
-------------- ----------------
(A: Bana ne söylemek istiyorsan/Ne söyleyeceksen söyle lütfen.)
(B: Bu gece Kont Vronsk ile dikkatleri üzerinizde topladınız./ Bu gece dikkatler Kont Vronsk ile senin üzerindeydi.)

Çeviri Çalışmaları 21


English Through Movies

Filmlerle İngilizce


Frozen-1


A: You can't marry a man you just met.
B: You can if it's true love.
A: Anna, what do you know about true love?
B: More than you. All you know is how to shut people out.
------- ---------
* can: ..ebilmek (bir sakıncası yok, yanlış/hata olmaz anlamında)
- You can trust John.
  (John'a güvenebilirsin.)
  (John'a güvenmende bir sakınca yok/güvenmekle hata etmezsin.)

* can't (can not): ..amamak (doğru olmaz/uygun olmaz/sakıncalı anlamında)
- You can't trust computer translation.
  (Bilgisayar çevirisine güvenemezsin.)
  (Bilgisayar çevirisine güvenmen doğru/uygun olmaz.)

* to marry: evlenmek
- I would rather die than marry him.
  (Onunla evlenmektense ölmeyi tercih ederim.)
  (Onunla evleneceğime ölürüm daha iyi.)

* man: insan, biri, bir kimse, kişi
- A man has ten fingers.
  (Bir insanın on parmağı vardır.)

* just: daha yeni, çok kısa bir süre önce
- I've just moved in upstairs.
  (Üst kata yeni taşındım.)

* to meet (meet-met-met): tanışmak, tanımak
- That's how he met his wife
  (Karısıyla böyle/bu şekilde tanıştı/tanışmış.)

* true love: gerçek aşk

* to know about: bilmek, malumatı olmak, bilgisi olmak, anlamak

* to shut someone out: (bir kimseyi kendinden) uzak tutmak, yaklaştırmamak, yaklaşmasına izin vermemek, dışlamak

4 Ağustos 2016 Perşembe

Çeviri Çalışmaları 20

The Coup Leader Must Be Held Accountable

By