25 Şubat 2016 Perşembe

İngilizce Deyimler ve İfadeler 100

to be/get fed up with (sth/doing sth)


= to be unable or unwilling to put up with something any longer
    to be bored, annoyed, or disappointed, especially by something that you have experienced for too long
    can't take any more

= bıkmak, usanmak, bezmek, sıkılmak
    daral gelmek, gına gelmek, yaka silkmek
    artık/daha fazla çekememek/katlanamamak/tahammül edememek

to be fed up with to get fed up with bıkmak usanmak gına gelmek bezmek artık katlanamamak çekememek
fed up with English expression İngilizce

* I'm fed up with your complaints!
  (Şikayetlerinden bıktım usandım/gına geldi artık.)
  (Şikayetlerin/Yakınmaların bezdirdi/bunalttı beni.)

* She'd got fed up with waiting and gone home.
  (Beklemekten sıkıldı/Beklemeye daha fazla tahammül edemedi ve evine gitti.)
  (Beklemekten sıkılıp/Beklemeye daha fazla tahammül edemeyip evine gitti.)

* Residents are fed up with the disturbance caused by the nightclub.
  (Bölge/Mahalle sakinleri gece kulübünün yol açtığı kargaşadan bıktılar/usandılar/yaka silkiyorlar.)
  (Mahalle sakinleri gece kulübünün neden olduğu rahatsızlıktan illallah demiş durumdalar.)
  (Mahalle/Bölge sakinleri gece kulübünün sükuneti/huzuru bozmasından usandı/bıktı.)

* I resigned because I was fed up.
  (Usandığım/Sıkıldığım/Bıktığım için istifa ettim.)
  (Daha fazla katlanamadığım için istifa ettim.)

* He was fed up with life in the city.
  (Şehirdeki yaşamdan/hayattan usanmıştı/sıkılmıştı.)
  (Şehirdeki yaşama/hayata daha fazla katlanamıyordu/tahammül edemiyordu/yaşamı artık çekemiyordu.)

* I'm fed up with your sarcastic remarks.
  (Senin iğneli sözlerinden bıktım usandım.)

* John was fed up with childish girls.
  (John çocuksu kızlardan bıkmıştı/usanmıştı/çocuksu kızları çekemiyordu.)

* He is fed up with my problems.
  (Sorunlarımla bıktırdım/bezdirdim onu.)

* They were all fed up with the noise.
  (Onların hepsi de gürültüden bıkmıştı/yaka silkiyordu.)

* I am fed up with his vulgar jokes.
  (Onun bel altı/belden aşağı/müstehcen esprilerinden/fıkralarından/şakalarından bıktım/usandım.)

* She'll end up being fed up with it.
  (En nihayetinde/Eninde sonunda ondan bıkacak/sıkılacak.)

* I'm fed up with cleaning up after you all the time.
  (Her zaman/Sürekli arkanı toplamaktan/pisliklerini temizlemekten/senin dağıttıklarını toplamaktan usandım/bıktım.)

* John was fed up with waiting for Jeny.
  (John, Jeny'yi beklemekten usanmıştı/sıkılmıştı.)

* I'm fed up with always backing you up.
  (Sürekli seni desteklemekten/korumaktan/sana arka çıkmaktan usandım/bıktım.)

* Tell her that I am fed up with her lies.
  (Ona yalanlarından usandığımı/bıktığımı söyle.)
  (Ona yalanlarına daha fazla katlanamayacağımı söyle.)

* I'm fed up with eating in restaurants.
  (Restoranlarda/Lokantalarda yemek yemekten sıkıldım/gına geldi.)

* Everybody is fed up with John's scornful attitude.
  (Herkes John'un alaycı/küçük gören/küçümseyen/tepeden bakan tavrından usanmıştı.)

* I'm fed up with your constant complaining.
  (Sürekli/Durmadan/Devamlı/Habire şikayet etmenden bıktım/usandım.)
  (Hep şikayet hep şikayet, yeter artık be!)

* John was fed up with being lied to.
  (John kendisine yalan söylenilmesinden bıkmıştı/sıkılmıştı/usanmıştı.)

* I'm fed up with Math.
  (Matematikten gına geldi artık/bıktım usandım.)

* People are fed up with all these traffic jams.
  (İnsanlar/Halk bütün bu trafik sıkışıklığından/tıkanıklığından/keşmekeşinden sıkılmış/usanmış/bıkmış bir durumda/halde.)

* I am fed up with your nonsense.
  (Saçmalıklarından bıktım usandım.)

* The children were starting to get a bit fed up.
  (Çocuklar azıcık/biraz sıkılmaya başlamışlardı.)

* I'm fed up with working here.
  (Burada çalışmaktan bıktım.)

* We are fed up of always seeing the same people taking all the credit!
  (Bütün övgüyü/iltifatı sürekli aynı insanların/kişilerin aldığını görmekten bıktık/usandık artık!)

* I'm fed up with this job.
  (Bu işten sıkıldım/usandım.)

* John was fed up with having to repeat himself all the time.
  (John sürekli/durmadan sözlerini tekrarlamak/yinelemek zorunda kalmaktan bıkmıştı/usanmıştı.)

* I am fed up with this wet weather.
  (Bu yağışlı/yağmurlu havadan bıktım/usandım/gına geldi artık.)

* He got fed up with all the travelling he had to do.
  (Mecburen çıktığı o tüm seyahatlerden bıkmıştı/usanmıştı/bezmişti.)

* I'm fed up with him always preaching to me.
  (Onun bana sürekli nasihat etmesinden/vaaz vermesinden usandım/gına geldi.)

* Moviemakers, fed up with restrictions, set out to smash the last taboo.
  (Sınırlamalardan bıkmış/usanmış/bezmiş olan film yapımcıları, son tabuyu yıkmak için yola çıktılar.)
(Sınırlamalardan/Yasaklamalardan illallah diyen film yapımcıları son tabuyu yıkmak/ortadan kaldırmak üzere yola koyuldular/kolları sıvadılar.)

* We've had one delay after another, and I'm starting to feel pretty fed up.
  (Art arda/Peş peşe tehirler/gecikmeler yaşadık, ben de bayağı bir sıkılmaya başladım.)

* I'm fed up with the way you've been acting.
  (Bu şekilde davranmandan bıktım/usandım.)

* John was fed up with being sent from one office to another.
  (John bir ofisten öbürüne gönderilmekten/yollanmaktan bıkmıştı/usanmıştı.)

* I'm fed up with them mucking me about and cancelling our arrangements.
  (Bana terbiyesizlik edip/Zamanımı boşa harcayıp anlaşmalarımızı iptal etmelerinden usandım/bıktım.)

* I was a bit lonely and fed up at the time and she took me under her wing.
  (O dönemlerde/günlerde biraz yalnız ve bezgin/usanmış bir durumdaydım, o bana kol kanat gerdi/bana sahip çıktı/benimle ilgilendi.)

23 Şubat 2016 Salı

İngilizce Deyimler ve İfadeler 99

about time

it's about time (+ past subjunctive)


= (it is) past the time when something should have happened
    this should have happened long ago
    far past the desired time
    used for saying that someone should do something soon
    it's high time
    used to make suggestion, raise awareness about a "must do thing" for which it's already a bit late, sort of like a complaint

= (bir şey yapmanın) tam zamanı/vakti, vakti geldi de geçiyor, zamanı/vakti gelmişti
    hele şükür, nihayet, geç bile kalındı
    olmuş/olacak/olması yakın bir olayın aslında daha önce olması/gerçekleşmesi gerektiğini/geç kalındığını ifade eden yapı (olayın gerçekleşmiş ya da gerçekleşmemiş olması vurguyla belirtilir.)
    tamamlanması/bitmesi gereken zamandan daha uzun süren bir şey için kullanılır
    serzeniş/şikayet içeren geç kalınma/zamanında yapılmama ifadesi
    bir şeyin bir an önce yapılması gerektiğini ifade eden yapı

it's about time tam vakti hele şükür sonunda
it is about time English expression İngilizce


* It's about time you got a haircut.
  (Saç tıraşını geciktirmişsin/Saçların beni kes diyor.)
  (Berbere gitme/uğrama vaktin çoktan gelmiş.)
  (Bir an önce tıraş ol/saçlarını kestir.)

* A: I finally changed my job last month. You know how much I hated it.
   (Sonunda geçen ay işimi değiştirdim/çalıştığım işi bırakıp başka işte çalışmaya başladım. Eski işimi ne kadar sevmezdim biliyorsun.)
   B: Really? Good for you. It's about time you left that nightmare factory. So, where are you working now?
   (Gerçekten mi? Hayırlısı olsun/Senin adına sevindim. Zaten o kabus gibi/bunaltıcı fabrikadan çıkma vaktin gelmişti. Eee şimdi nerede çalışıyorsun?)

* It's about time you returned my book!
  (Kitabımı geri versene/getirsene ya!/Kitabımı ne zaman geri vereceksin/getireceksin?)
  (Artık kitabımı geri ver/getir yani!/Zahmet olmazsa kitabımı geri verebilir misin?)

* It's about time she got a job.
  (Artık bir işe girmesinin/bir iş bulmasının vakti geldi.)
  (Artık bir işe girip çalışması gerekiyor/Artık bir iş sahibi olması gerekiyor.)
  (Bir an önce bir işe girip çalışması/çalışmaya başlaması lazım.)
  (Daha ne kadar böyle aylak aylak gezecek/oturacak?)

* It's about time you were in bed.
  (Senin şimdiye yatakta olman/yatmış olman lazımdı.)
  (Sen hala niye yatmadın/Sen hala niye ayaktasın bakalım?)
  (Hadi bakalım bir an önce yatman lazım.)
  (Haydi doğru yatağa, marş marş!)
  (Oo oo sen hala ayakta mısın?)

* It's about time you stopped smoking.
  (Sigarayı bırakmanın zamanı geldi.)
  (Artık sigarayı bırakmalısın/Sigarayı bıraksan iyi edersin
.)
  (Daha ne kadar böyle sigara içmeye devam edeceksin?)

* So you finally got here! It's about time!
  (Demek sonunda gelebildin! Hele şükür/Nihayet!/Nerede kaldın yahu?)

* It is about time you spilled the beans.
  (Baklayı ağzından çıkarmanın tam zamanı.)
  (Bakla ağzında çok durdu, çıkar bakalım baklayı ağzından.)

* It's about time (that) we bought a new television.
  (Yeni bir televizyon almamızın/Televizyonumuzu değiştirmemizin zamanı geldi.)
  (Artık yeni bir televizyon alalım ya! Artık şu televizyonu değiştirelim ya!)

* Isn't it about time you started taking things seriously?
  (İşleri/Olayları ciddiye almaya başlamanın artık zamanı gelmedi mi?)
  (Artık işleri/olayları ciddiye almaya başlasan diyorum/başlasan iyi olmaz mı?)

* It's about time that the violence in Syria ended.
  (Suriye'deki şiddetin artık sona ermesi/bitmesi lazım.)
  (Suriye'deki bu şiddet ne zaman son bulacak/sona erecek?)

* It's about time you answered my letter.
  (Artık şu mektubuma bir cevap ver/yaz yahu!)
  (Mektubuma ne zaman cevap vereceksin/yazacaksın?)

* They finally paid me my money. It's about time!
  (Sonunda bana paramı ödediler/ödememi yaptılar. Hele şükür/Bugünü de görebildim ya!)

* Isn't it about time you left the hospital?
  (Hastaneden çıkma/taburcu olma zamanın gelmedi mi daha?)
  (Hastanede daha ne kadar kalacaksın/Seni hastanede daha ne kadar tutacaklar yahu?)

* It's about time I came clean and admitted it.
  (Daha önce gerçeği açıklayıp itiraf etmeliydim/etmem gerekirdi.)
  (Gerçekleri açıklayıp itiraf etmemin vakti geldi/tam zamanı.)

* It's about time (that) the school improved its meals service.
  (Artık okulun yemek kalitesini artırmasının/yükseltmesinin zamanı geldi.)
  (Bence artık okulun yemek servisinin/hizmetinin kalitesini yükseltmesi lazım.)

* It's about time that women's sports were treated the same as men's.
  (Artık bayan sporculara da aynı erkek sporcular gibi yaklaşılmasının/bakılmasının zamanı geldi.)
  (Artık bayan sporculara da aynı erkek sporcular gibi yaklaşılması/muamele edilmesi gerekiyor.)

* It's about time! I've been waiting for you for two hours. I didn't even think you would show up.
  (Hele şükür/Nihayet!Nerede kaldın ya! İki saattir seni bekliyorum. Neredeyse gelmeyeceğini düşünmeye başlamıştım.)

* It's about time that women should be considered equal to men in this country.
  (Bu ülkede artık kadınların da erkeklerle eşit tutulmasının/sayılmasının zamanı/vakti geldi de geçiyor.)
  (Bu ülkede bayanlar erkeklerle ne zaman eşit kabul edilecek?)

* Come on Edward, it's about time that I treated you to lunch.
  (Hadi Edward, sana öğlen yemeği ısmarlamamın vakti geldi/tam zamanı.)

* I think it's about time that our country invested in education.
  (Bence ülkemiz eğitime yatırımda geç bile kaldı/ülkemizin eğitime yatırım yapmasının zamanı geldi de geçiyor.)
  (Bence ülkemiz artık eğitime yatırım yapmalıdır.)

* It's about time you came!
  (Şimdiye burada olman lazımdı/Nerede kaldın yahu?)

* It's about time you sold your car.
  (Arabanı satmanın zamanı gelmiş de geçiyor/Arabanı satsan iyi edersin.)

* It's about time this road was completed. They've been working on it for months.
  (Bu yolu bir türlü bitiremediler/şimdiye kadar bitirmeleri lazımdı. Aylardır çalışıyorlar.)

* You guys have been together for years. It's about time you got married.
  (Kaç yıldır çıkıyorsunuz/berabersiniz. Artık evlenmenizin zamanı geldi/Şimdiye evli olmanız gerekirdi.)

* A: I've finished the work.
   (İşi bitirdim/tamamladım.)
   B: It's about time!
   (Hele şükür/Nihayet/Sonunda!)

* It's about time you got here.
  (Şimdiye burada olman lazımdı/gerekirdi.)

* Here they are, and about time too.
  (İşte geldiler, hele şükür/sonunda!)
  (Hele şükür/Nihayet gelebildiler.)

* It's about time we went to bed.
  (Şimdiye yatmış olmamız lazımdı.)

* Isn't it about time we drank another beer?
  (Bir bira daha içmemizin vakti gelmedi mi?)
  (Bir bira daha içsek nasıl olur/Bir bira daha içelim mi?)

* It's about time you told John anyway.
  (Zaten John'a söylemekte/anlatmakta geç bile kaldın.)
  (John'a zaten şimdiye kadar anlatman/söylemen gerekirdi.)

* It's about time you found your own place to live.
  (Artık kendi evinde oturmanın/yaşamanın/kendi evine çıkmanın vakti geldi.)

* It's about time you got married.
  (Evlenmenin zamanı geldi de geçiyor bile/Şimdiye evlenmiş olman lazımdı.)

* It's about time the train arrived.
  (Trenin şimdiye kadar gelmesi/burada olması gerekirdi.)

* It's about time you went to school.
  (Okula gecikiyorsun/Okula gitmek için acele etmelisin.)

* I saw your lights on and thought it was about time that we got acquainted.
  (Işığınızın açık olduğunu gördüm ve tanışmamızın tam sırası diye düşündüm.)

* A: Our food has finally arrived.
   (Sonunda yemeklerimiz/siparişimiz geldi/gelebildi.)
   B: About time too, if you ask me! We've been waiting about 45 minutes for it!
   (Bence/Bana kalırsa geç bile kalındı! Yaklaşık/Neredeyse 45 dakikadır yemeğimizi/siparişimizi bekliyoruz.)

* A: I've been waiting for 3 weeks to try out the new laptop. Isn't it my turn yet?
   (3 haftadır yeni laptopu/dizüstü bilgisayarı denemek için bekliyorum. Hala sıra bana gelmedi mi?)
   B: Yes. It's your turn. I'll get it for you.
   (Evet. Sıra sizde. Size onu getireyim/hazırlayayım.)
    A: It's about time.
   (Hele şükür/Nihayet/Sonunda!)

* A: Here's the letter you asked me to write.
   (İşte/Buyur benden yazmamı istediğin mektup.)
   B: It's about time! I asked you for that ages ago!
   (Hele şükür/Sonunda/Nihayet! Aylar/Yıllar oldu/geçti senden yazmanı isteyeli.)
   A: Sorry.
   (Özür dilerim/Kusura bakma.)

* A: Pete finally sent me the files I've been waiting for.
   (Pete sonunda beklediğim dosyaları bana gönderdi.)
   B: It's about time!
   (Daha önce/Çoktan yollaması gerekiyordu/Hele şükür!/Geç bile kaldı.)

22 Şubat 2016 Pazartesi

İngilizce Deyimler ve İfadeler 98

good for you

= a word of praise: Congratulations! That's great! Well done!
    used to show approval for someone's success or good luck
    to be pleased about someone's success or good luck
    a rude way of saying "I don't care."

= aferin, brova, tebrikler, kutlarım
    senin adına sevindim, çok sevindim, iyi etmişsin/yapmışsın, iyi olmuş
    ne güzel işte, aa ne güzel, istediğin olmuş işte
    hayırlı/hayırlısı olsun
    alaycı bir şekilde ilgilenmeme/umursamama ifadesi
    aman ne güzel, bana ne bundan, çok da umurumdaydı

aferin tebrikler hayırlı olsun iyi yapmışsın iyi olmuş kutlarım bana ne
good for you English expression İngilizce


* You passed your exam - good for you!
  (Sınavını geçmişsin, aferin/tebrikler/kutlarım seni.)
good for you English expression İngilizce


* A: I'm taking my driving test next month.
   (Gelecek ay ehliyet sınavına gireceğim/giriyorum.)
   B: Good for you!
   (Hayırlısı olsun/Ne güzel!)

* A: I finally changed my job last month. You know how much I hated it.
   (Sonunda geçen ay işimi değiştirdim. İşimden ne kadar nefret ederdim biliyorsun.)
   B: Really? Good for you.
   (Gerçekten mi? Hayırlı olsun.)
good for you English expression İngilizce


* A: I just got a raise.
   (Zam aldım/Maaşıma zam yapıldı.)
   B: Good for you!
   (Ne güzel/Senin adına sevindim/Hayırlı olsun.)

* A: Why don't you service your car?
   (Arabanı niye servise/tamire götürmüyorsun?/Arabanı servise/tamire götürsene!)
   B: I will do it in the evening.
   (Akşam götüreceğim.)
   A: It might break down any moment now.
   (Her an bozulabilir/arızalanabilir/yolda kalabilir.)
   B: Yeah, I know. My dad finally broke down and gave me some money to get it fixed.
   (Evet, biliyorum/haklısın/doğrusun. Babam sonunda inadını kırdı/Babamı sonunda ikna edebildim ve bana arabayı yaptırmam için biraz para verdi.)
   A: Good for you!
   (Ne güzel işte/Aferin sana/İstediğin olmuş işte.)

* A: I was the class president of my university.
   (Üniversitede sınıf başkanıydım/temsilcisiydim.)
   B: Good for you.
   (Aman ne güzel/Aman öğrendiğim iyi oldu/Bana ne bundan.)
good for you English expression İngilizce

20 Şubat 2016 Cumartesi

İngilizce Deyimler ve İfadeler 97

cabin fever 


= bored or restless feeling from being inside too long
    boredom caused by confinement
    the feeling of being angry and bored because you have been inside for too long

= uzun süre kapalı bir mekanda kalmaktan kaynaklanan sıkıntı/bunalım
    kapalı yer korkusu/bunalımı
    uzun süre evde kalmaktan/dışarı çıkamamaktan ötürü ateş basma/daral gelme/ıkıntı basma/bunalma

ingilizce kapalı mekan korkusu bunalımı
cabin fever English expression


* I have cabin fever.
  (Kapalı yerde çok fazla duramıyorum/Kapalı yer korkum var/Kapalı yerde biraz fazla durunca bunalıyorum hemen.)

* I'm getting cabin fever in here. Let's go out.
  (Burada daral gelmeye başladı/bunalmaya başladım. Hadi dışarı çıkalım.)

* She suffered from cabin fever during the long winter.
  (Uzun kış mevsimi boyunca içeride/evde tıkalı kalmaktan bunaldı/dışarı çıkamamak onu bunalttı.)

* I had cabin fever after my knee surgery because I had to stay in bed for two weeks.
  (Dizimden ameliyat olduktan sonra iki hafta yatmak zorunda kaldığımdan acayip bunaldım/daral geldi.)

* Recognizing cabin fever is the best way to deal with it.
  (Kapalı mekan korkusunun farkında olmak/Kapalı mekanda kalmaktan korktuğunu kabul/itiraf etmek onunla baş etmenin en iyi yoludur.)

* Having a moody housemate is another waf of getting cabin fever.
  (Karamsar/Bedbin/Bunalım bir kimseyle aynı evi paylaşmak kapalı mekanda uzun süre durmaktan rahatsız olmaya yol açan bir diğer nedendir.)

* Like many people, you may experience cabin fever during the winter months.
  (Bir çok insan gibi, siz de kış aylarında içeride/evde tıkılıp kalmaktan/dışarıya çıkamamaktan bunalabilirsiniz.)

* Mark's new girlfriend loves the outdoors. She gets cabin fever if she stays inside for too long.
  (Mark'ın yeni kız arkadaşı dışarıda/açık havada vakit geçirmeyi/takılmayı çok seviyor. Kapalı mekanda çok uzun süre kalırsa bunalıyor/sıkılıyor/ateş basıyor/huysuzlanıyor.)

* The rain had kept me indoors all weekend and I was beginning to get cabin fever.
  (Yağmur yüzünden bütün hafta sonu içeride tıkılıp kalınca daral gelmeye başladı/bunalmaya başladım.)

* "People in those areas get cabin fever in the winter and want to get out during the warm months," he says.
  (Bu bölgedeki insanların kışın dışarıya çıkamamaktan bunaldıklarını ve sıcak yaz aylarının gelmesini istediklerini söyledi.)

* I have cabin fever so bad from being stuck inside the house with my stupid brothers and sisters all winter long!
  (Bütün kış boyunca sersem kardeşlerimle evin içinde tıkılıp kalmaktan daral geldi/bunaldım.)

* People around those who suffer from cabin fever should know the symptoms so they could give them the necessary aid.
  (Evin içinde tıkılıp kalmaktan muzdarip olan yöre insanları bu rahatsızlığın belirtilerini bilirlerse/tanırlarsa ihtiyaç duydukları/gereken yardımı/desteği alabilirler.)

watch/izle by englishcentral cabin-fever

17 Şubat 2016 Çarşamba

İngilizce Deyimler ve İfadeler 96

to dodge a bullet


= to avoid a serious problem or injury
    to be so lucky
    to have a narrow escape, to nearly avoid a bad event
    to manage to avoid a difficult or unwelcome situation
    to successfully avoid something negative
    to avoid injury, disaster, or some other undesirable situation

= ucuz atlatmak, paçayı ucuz kurtarmak
    epey/çok şanslı olmak
    zor yırtmak, kıl payı kurtulmak
    tehlikeyi savuşturmak, sorunu/tehlikeyi atlatmak

ingilizce ucuz kurtulmak kıl payı kurtulmak
to dodge a bullet English expression

* Maria dodged a bullet because she was wearing her helmet.
  (Maria kaskını taktığı için/taktığından kazayı ucuz atlattı.)

* I dodged a bullet when I missed the plane. It crashed just after take-off.
  (Uçağı kaçırdığımda kıl payı kurtulmuşum. Uçak havalandıktan hemen sonra düştü.)
  (Çok şanslıymışım ki uçağı kaçırdım/uçağa yetişemedim. Uçak havalandıktan hemen sonra düştü.)

* Kevin dodged a bullet. He got a "D" on the final exam.
  (Kevin kıl payı yırttı. Final sınavında D aldı/Finalden D ile geçti.)

* I almost bought my friend's car and then it broke. I totally dodged a bullet!
  (Az kalsın arkadaşımın arabasını alıyordum/alacaktım ki sonra araba bozuldu/arıza yaptı. Çok ucuz atlattım/Direkten döndüm/Çok şanslıymışım/Verilmiş sadakam varmış/Allah acımış bana.)

* Coastal towns dodged a bullet when the hurricane veered out to sea.
  (Kasırganın yönünü denize çevirmesiyle sahil kentleri tehlikeyi kıl payı atlattı.)

* He left work before the boss made everyone stay late. He dodged that bullet.
  (Patronun herkesi/tüm çalışanları mesaiye bırakmasından önce işyerinden çıkmıştı/ayrılmıştı. Kıl payı kurtulmuş oldu.)

* Oh my lord! I just found out that my ex just had his second illegitimate baby. Dodged that bullet!
  (Aman Yarabbi! Daha yeni öğrendim ki eski erkek arkadaşımın evlilik dışı ikinci çocuğu da olmuş. Şanslıymışım ki ayrılmışız/Ucuz kurtulmuşum.)

* I really dodged the bullet when my exam was postponed to next week, as I hadn't studied for it at all!
  (Sınavım sonraki haftaya ertelenince kıl payı kurtulmuş oldum, çünkü hiç çalışmamıştım.)
  (Sınavımın sonraki haftaya ertelenmesi çok iyi oldu, çünkü hiç çalışmamıştım.)

* His 2003 Tour victory was almost a loss - in his own words, he "dodged a bullet.
  (2003'deki zaferini/şampiyonluğunu güç bela kazandı/az kalsın elde edemeyecekti, kendi deyimiyle kıl payı kazandı.)

* The President appears to have dodged a bullet in the investigation.
  (Görünen o ki Başkan soruşturmada paçayı ucuz kurtarmış.)

* A: I heard you failed your Medical school exam.
   (Tıp fakültesi sınavını geçemediğini duydum.)
   B: Yeah, but I think I dodged a bullet.
   (Evet ama bence ucuz kurtulmuşum/benim hayrıma oldu.)
   A: Why do you think that?
   (Niye böyle düşünüyorsun ki?)
   B: I decided that I don't want to be a doctor. I want to be a dentist instead! I love teeth!
   (Doktor olmak istemediğimi anladım/istemediğimin farkına vardım. Onun yerine dişçi olmak istiyorum. Dişlere bayılıyorum.)

* A: I heard that John has become a drug addict and is living out of his car. Didn't you two used to date?
   (Duyduğuma göre John uyuşturucu bağımlısı/keş olmuş ve arabasında/panelvanında yatıp kalkıyormuş. Siz ikiniz eskiden çıkmıyor muydunuz/beraber değil miydiniz?)
   B: Yeah, but we broke up about five years ago. Looks like I dodged a bullet on that one.
  (Evet, ama beş yıl kadar önce ayrılmıştık. Görünüşe göre ucuz atlatmışım/kıl payı kurtulmuşum.)

* A: My wife and I wanted to buy this house, but we didn’t get it.
   (Karımla ben bu evi satın almak istemiştik ama alamamıştık.)
   B: Oh really? You guys really dodged a bullet. This house needed a lot of repairs, and it cost me a lot of money.
   (Aa öyle mi? Desenize ucuz atlatmışsınız/Allahın sevgili kullarıymışsınız. Bu evin bir sürü tamire/onarıma ihtiyacı vardı ve bana baya bir paraya mal oldu.)

* I couldn’t get time off work to go camping last weekend, but it was raining all weekend so I guess I dodged a bullet.
  (Geçen hafta sonu kampa gitmek için işten izin alamamıştım ama tüm hafta sonu hava yağmurluydu, yani sanırım ucuz atlattım/işten izin alamamam hayrıma oldu.)

* We dodged a bullet tonight. We sold too many tickets for the play, but some people didn't show up.
  (Bu gece ucuz atlattık/paçayı kıl payı kurtardık. Oyun/Maç/Gösteri için kapasiteden çok bilet satmıştık ama bir kısmı gelmedi.)

* I know you wanted to date George, but he wasn't interested in you. I think you dodged a bullet because I heard he treats his girlfriends really badly.
  (Senin George ile çıkmayı istediğini ama onun seninle ilgilenmediğini/sana bakmadığını biliyorum. Bence bu senin hayrına olmuş/bu şekilde kıl payı kurtulmuşsun, çünkü onun kız arkadaşlarına çok kötü/iğrenç davrandığını duydum.)

* I really wanted that job at ABC Company, but I didn't get it. Anyway, I just found out that the guy who got the job has been transferred to Mongolia! I guess I really dodged a bullet.
  (ABC şirketindeki o işe girmeyi çok istemiştim ama girememiştim. Neyse, yeni öğrendiğime göre -benim yerime- işe giren/alınan kişi Moğolistan'a transfer olmuş/tayin edilmiş. Sanırım verilmiş sadakam varmış/Anlaşılan paçayı ucuz kurtarmışım.)

* When my father got arrested for drunk driving, he dodged a bullet, because he realized for the first time that he was an alcoholic. Now he no longer drinks, and he didn’t have to go to jail!
  (Babamın alkollü araç kullanmaktan tutuklanması onun hayrına oldu çünkü ilk defa alkolik olduğunu kabul/idrak etti/olduğunun farkına vardı. Artık içki içmiyor ve hapse girmek zorunda da kalmadı.)

15 Şubat 2016 Pazartesi

Çeviri Çalışmaları 18

Dialogue 3 - Study Abroad


- Welcome. Please, sit down.
- Thank you.
- Would you like something to drink?
- That would be nice.
- Would you like something hot or cold?
- A tea would be nice, if it's no trouble.
- Of course it isn't. Here you are.
- Thank you, it's just what I fancy.
- Good. So, how can I help you?
- I want to study English overseas.
  Where do you suggest I go?
- Well, let me ask you a few questions first, then I can give you some recommendations.
- Ok then.

- There are 7 English speaking countries; America, The U.K, Canada, Australia, New Zealand, Ireland and South Africa.
  Do you fancy any of these?
- One of my friend went to England and he's having a great time.
  So, England sounds nice.

- Ok, what kind of city do you want to study in?
  I mean, by the sea, big, small, in the countryside etc etc.
- I think the bigger the better.
- I see. In that case London sounds suitable for you.

- What about the quality of the language school?
  There are high quality, normal and economic options.
- My family aren't very rich.
  So, economic sounds good.

- Ok, what kind of course would you like to study on?
  There are general English, examination preparation and vocational English courses.
- I think general English is good for me.

- Ok, lastly what kind of accommodation are you thinking of staying in?
  Options include a host family, a hotel, a dormitory or a a tent.
- A tent, are you serious?
- No, that was a joke but if you insist we could probably arrange something like that.
- I think I'll pass the tent option.

- Have you any questions?
- Yeah, I wonder how can I learn English best while I'm there.
  Is the language school enough?
- That's a good question.
  I studied in London a few years ago now and I found that the language school is necessary but not enough.
  You should speak to as many different people as possible for as long as possible.
  If you do this then you can develop the fluency that I guess you hope to acquire.

- Oh, is that the time?
  I really need to go, thank you for your time.
- It was a pleasure, please take our business card and don't hesitate to call if something comes to your mind.
- Ok then, I won't.
  Have a nice day.
- You too, take care.
------------------------- --------------------------------------------
Dialogue 3 - Study Abroad
Dialogue= diyalog, karşılıklı konuşma
study abroad= yurt dışında okuma/eğitim
(Diyalog 3 - Yurt dışında eğitim)

Welcome. Please, sit down.
Welcome= Hoş geldin-iz
please= lütfen, buyrun
to sit down= oturmak
* Sit down and catch your breath for a second.
  (Otur da soluklan biraz.)
(Hoş geldiniz, buyurun/lütfen oturun.)

Thank you.
(Teşekkür ederim/teşekkürler.)

Would you like something to drink?
Would you like ...?= teklif ve davet cümlesi
* Would you like to come with us?
  (Bizimle gelmek/Bize katılmak ister misin?)
to drink= içmek
* How much coffee do you drink a day?
  (Günde ne kadar kahve içiyorsun?)
(İçecek bir şeyler ister misiniz/ister miydiniz/arzu eder misiniz/alır mısınız/alır mıydınız?)

That would be nice.
(İyi/Güzel olur.)

Would you like something hot or cold?
hot= sıcak
cold= soğuk
(Sıcak mı yoksa soğuk mu bir şeyler istersiniz?)

A tea would be nice, if it's no trouble.
tea= çay
if it's no trouble= zahmet olmazsa, size zahmet olmayacaksa
(Eğer size zahmet olmayacaksa, çay iyi olur.) 

Of course it isn't. Here you are.
of course= tabi ki, elbette
Here you are= buyurun, alın buyurun, işte alın
(Ne zahmeti/Zahmet ne demek, buyurun.)

Thank you, it's just what I fancy.
to fancy= beğenmek, çok sevmek, bayılmak, hoşlanmak
* I don't fancy much going to the other side of the city.
  (Şehrin öbür tarafına/yakasına gitmeyi çok sevmiyorum.)
(Teşekkürler, tam da benim sevdiğim/hoşlandığım gibi-olmuş-)

Good. So, how can I help you?
good= iyi, güzel
to help= yardım etmek, yardımcı olmak
* I will help you under two conditions.
  (Sana iki şartla yardım ederim.)
(Güzel. Evet, size nasıl yardımcı olabilirim?)

I want to study English overseas.
to want= istemek
* He wants to become an engineer.
  (Mühendis olmak istiyor.)
to study= okumak, çalışmak, öğrenim/ders görmek, tahsil etmek, eğitimini görmek/almak
* He'd studied chemistry at university.
  (Üniversitede kimya okudu/kimya eğitimi aldı/gördü.)
overseas= yurt dışı
to study overseas= to study abroad= yurt dışında okumak/öğrenim görmek
(Yurt dışında İngilizce okumak/İngilizce eğitimi almak istiyorum.)

Where do you suggest I go?
to suggest= önermek, tavsiye etmek
* What do you suggest I do?
  (Ne yapmamı önerirsin/tavsiye edersin?)
to go= gitmek
* Did you go to the school yesterday?
  (Dün okula gittin mi?)
(Nereye-hangi ülkeye- gitmemi önerirsiniz/tavsiye edersiniz?)

Well, let me ask you a few questions first, then I can give you some recommendations.
to let= izin vermek, müsaade etmek, bırakmak
* Let me explain what I mean.
  (İzin ver de ne demek istediğimi açıklayayım/izah edeyim.)
to ask= sormak
* You didn't ask so I didn't tell.
  (Sen sormayınca ben de söylemedim/bir şey demedim.)
a few= bir kaç, bir iki
question= soru
first= önce, öncelikle, ilk olarak, evvela
then= sonra
recommendation= tavsiye, öneri
to give someone recommendation= birine tavsiye vermek/tavsiyede bulunmak
* Can anyone give me recommendation for transportation from the airport?
  (Havaalanından ulaşımla ilgili tavsiyede/öneride bulunabilecek kimse var mı?)
(Önce size bir kaç soru sorayım/sorum olacak, ondan sonra size bazı önerilerde bulunabilirim.)

Ok then.
(Peki/Tamam öyleyse.)

There are 7 English speaking countries; America, The U.K, Canada, Australia, New Zealand, Ireland and South Africa.
to speak= konuşmak
* Does anyone speak English?
  (İngilizce bilen/konuşabilen kimse var mı?)
country= ülke
(İngilizce konuşulan/Dili İngilizce olan 7 ülke var/bulunuyor: Amerika, İngiltere, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda, İrlanda ve Güney Afrika.)

Do you fancy any of these?
to fancy= istemek, arzu etmek
* I didn't fancy swimming in that water.
  (O suda yüzmek istemedim.)
any of= ..nın/dan herhangi biri
* You may choose any of them.
  (Onlardan birini seçebilirsiniz.)
* You can't prove any of this.
  (Bunların hiçbirini ispat edemezsin/kanıtlayamazsın.)
(Bunlardan-Bu ülkeler içerisinde- istediğin biri-bir ülke- var mı?)

One of my friend went to England and he's having a great time.
one of= biri
friend= arkadaş
to go (went-gone)= gitmek
to have a great time= çok güzel/harika vakit geçirmek
* I had a great time tonight.
  (Bu gece çok güzel vakit geçirdim/çok eğlendim.)
(Bir arkadaşım İngiltere'ye gitti ve çok güzel vakit geçiriyor/çok memnun.)

So, England sounds nice.
so= yani, bu yüzden
to sound nice= kulağa iyi gelmek, iyi/güzel gibi görünmek/durmak
(Bu yüzden İngiltere iyi gibi duruyor/iyi olur gibi görünüyor.)

Ok, what kind of city do you want to study in?
what kind of= ne tür/çeşit/biçim, nasıl bir
* What kind of question is that?
  (Ne biçim bir soru bu/Nasıl bir soru bu?)
city= şehir
(Nasıl bir şehirde eğitim almak istiyorsunuz/istersiniz?)

I mean, by the sea, big, small, in the countryside etc etc.
I mean= yani, demek istediğim
* I really do love him - as a friend, I mean.
  (Onu gerçekten seviyorum, yani bir arkadaş olarak.)
by the sea= deniz kenarı, denize kıyısı olan
big= büyük
small= küçük
countryside= kırsal bölge/kesim
etc= vesaire
(Yani deniz kenarı, büyük, küçük, kırsal bölgede yer alan vesaire vesaire- bir şehir-.)

I think the bigger the better.
I think= bence, bana kalırsa, bana göre
the bigger the better= ne kadar büyük o kadar iyi/güzel
* He likes getting big presents - the bigger the better as far as he's concerned.
  (Ona büyük hediyeler alınması hoşuna gidiyor, ona göre/kalırsa bir hediye ne kadar büyükse o kadar güzeldir/iyidir.)
(Bana göre ne kadar büyük o kadar iyi-şehir ne kadar büyükse o kadar daha iyidir-.)

I see. In that case London sounds suitable for you.
I see= anlıyorum, anladım
in that case= o halde, öyleyse, bu durumda
to sound suitable= uygun/münasip gibi görünmek/durmak
(Anladım. Öyleyse Londra sizin için daha uygun gibi görünüyor.)

What about the quality of the language school?
what about= ..e ne dersin, peki ya ...
quality= kalite, nitelik
language school= dil okulu
(Peki ya dil okulunun kalitesi/niteliği-hakkında ne dersin/beklentilerin/düşüncelerin neler?)

There are high quality, normal and economic options.
high quality= yüksek kalite
option= seçenek
(Yüksek kaliteli, normal ve ekonomik seçenekler mevcut/bulunuyor.)

My family aren't very rich.
family= aile
rich= zengin, varlıklı
(Ailem çok zengin değil/Ailemin çok parası yok.)

So, economic sounds good.
to sound= gibi görünmek/gelmek/durmak, kulağa gibi gelmek, hissini vermek
* It sounded easy.
  (Kolay gibi görünüyordu/duruyordu.)
to sound good= iyi fikir olmak, uygun olmak, (teklif, öneri vb) uymak
(Bu yüzden bana ekonomik/hesaplı -okullar- uyar/daha uygun.)

Ok, what kind of course would you like to study on?
course= kurs
(Tamam, ne tür bir kurs eğitimi almak/görmek istiyorsunuz?)

There are general English, examination preparation and vocational English courses.
general English= genel İngilizce
examination preparation= sınava/sınavlara hazırlık
vocational English= mesleki İngilizce
(Genel İngilizce, sınavlara hazırlık ve mesleki İngilizce kursları var/mevcut/bulunuyor.)

I think general English is good for me.
(Sanırım/Bence genel İngilizce benim için daha iyi/uygun.)

Ok, lastly what kind of accommodation are you thinking of staying in?
lastly= son olarak
accommodation= konaklama, kalacak yer
* We use local guides and stay in a range of accommodation, from tents to tree houses.
(Yerel rehberlerle hizmet vermekteyiz ve çadırdan tutun da ağaç evlere kadar çeşitli konaklama alternatifleri/olanakları sunmaktayız.)
to think of (doing something)= (bir şey yapmayı) düşünmek, tasarlamak, planlamak
* I'm thinking of going on a world trip after I graduate from the university.
  (Üniversiteden mezun olduktan sonra dünya turuna çıkmayı düşünüyorum.)
to stay= kalmak, konaklamak
* Find yourself a place to stay.
  (Kendine kalacak bir yer bul.)
(Pekala, son olarak, nerede kalmayı/konaklamayı düşünüyorsunuz?)

Options include a host family, a hotel, a dormitory or a a tent.
to include= kapsamak, içermek, dahil olmak, yer almak, bulunmak
* Our prices do not include vat.
  (Fiyatlarımıza KDV dahil değildir.)
host family= aile yanında kalma
dormitory= yurt
tent= çadır
(Seçenekler arasında aile yanında konaklama, otel, yurt ve çadır yer alıyor/bulunuyor.)

A tent, are you serious?
serious= ciddi
(Çadır mı, ciddi misiniz/şaka mı yapıyorsunuz?)

No, that was a joke but if you insist we could probably arrange something like that.
joke= şaka, latife
to insist= ısrar etmek, ısrarcı olmak, illa istemek
* I didn't want to go, but she insisted.
  (Ben gitmek istemiyordum ama o ısrar etti.)
probably= büyük ihtimalle, muhtemelen
to arrange= ayarlamak, sağlamak, temin etmek
* I think I can arrange that.
  (Sanırım bunu ayarlayabilirim.)
(Hayır, şakaydı ama eğer illa olsun derseniz onun gibi-çadır türü- bir şey muhtemelen ayarlayabiliriz.)

I think I'll pass the tent option.
to pass= atlamak, pas geçmek, kaçınmak, uzak durmak
* A: Would you like a drink? B:No thanks, I'll pass.
  (A: Bir içki/içecek alır mıydınız/ister misiniz? B: Hayır teşekkürler, almayayım.)
(Bence çadır seçeneğini atlayalım/pas geçelim/çadır seçeneği kalsın.)

Have you any questions?
(Herhangi bir sorunuz var mı/Sormak istediğiniz bir soru var mı?)

Yeah, I wonder how can I learn English best while I'm there.
to wonder= merak etmek, öğrenmek istemek
* Have you ever wondered why the sky is blue?
  (Gökyüzünün neden mavi olduğunu hiç merak ettin mi/düşündün mü?)
I wonder= acaba
* I wonder if we have something in common?
  (Acaba ortak yönlerimiz var mıdır/Ortak yönlerimizin olup olmadığını merak ediyorum.)
to learn= öğrenmek
* When did you learn to read and write?
  (Okuma yazmayı ne zaman öğrendin?)
best= en iyi, en güzel
(Evet, acaba oradayken/orada olduğum sürede İngilizceyi en iyi nasıl öğrenebilirim?)

Is the language school enough?
enough= yeterli
* I can't apologize enough.
  (Yeterince özür dileyemem/Ne kadar özür dilesem az.)
(Dil okulu yeter mi/yeterli olur mu?)

That's a good question.
(Güzel/İyi bir soru.)

I studied in London a few years ago now and I found that the language school is necessary but not enough.
a few years ago= bir kaç sene/yıl önce
to find= anlamak, öğrenmek
necessary= gerekli
(Bir kaç yıl önce Londra'da eğitim aldım ve şunu öğrendim ki/anladım ki dil okulu gerekli ama yeterli değil.)

You should speak to as many different people as possible for as long as possible.
to speak to= (bir kimseyle ) konuşmak
* My son hasn't spoken to me in years.
  (Oğlum yıllardır/senelerdir benimle konuşmuyor.)
as many different people as possible= mümkün olduğunca/olduğu kadar çok farklı insan/kişi
for as long as possible= mümkün olduğunca, mümkün olduğu kadar
(Mümkün olduğu kadar/Ne kadar yapabiliyorsan çok farklı insanla konuşmalısın/pratik yapmalısın/konuşsan iyi olur.)

If you do this then you can develop the fluency that I guess you hope to acquire.
if you do this= eğer bunu/böyle yaparsan
then= o halde, bu takdirde
to develop= geliştirmek, ilerletmek, artırmak
* Swimming develops our muscles.
  (Yüzmek kaslarımızı geliştirir.)
fluency= akıcılık, akıcı konuşma
I guess= sanırım, galiba, herhalde, tahminimce, zannederim
* I guess you're a student.
  (Sanırım öğrencisiniz.)
to hope= ümit etmek, ummak, beklemek
* We hope our offer meets your expectations.
  (Teklifimizin beklentilerinizi karşılayacağını umarız.)
to acquire= elde etmek, sahip olmak, kazanmak
* He acquired a large fortune.
  (Büyük bir servet kazandı/edindi/servetin sahibi oldu.)
(Eğer bunu yaparsan konuşmada akıcılığını geliştirirsin ki sanırım elde etmeyi ümit ettiğin de bu.)

Oh, is that the time?
(Ooo saat kaç olmuş ya/bu saat doğru mu ya/zaman nasıl da geçmiş.)

I really need to go, thank you for your time.
to need= gerekmek, lazım olmak
(Gerçekten gitmem/kalkmam gerekiyor, zaman/vakit ayırdığınız için teşekkürler.)

It was a pleasure, please take our business card and don't hesitate to call if something comes to your mind.
it was a pleasure= (benim için) zevkti, ne demek efendim
to take= almak
business card= kartvizit
to hesitate= çekinmek
* If there's anything you need don't hesitate to ask.
  (Bir isteğiniz/ihtiyacınız olursa çekinmeden sorun/sorabilirsiniz.)
to call= aramak, telefon açmak
* I was about to call you.
  (Ben de tam seni arıyordum/aramak üzereydim.)
to come to one's mind= aklına gelmek
* Tell me the first thing that comes to your mind.
  (Aklına gelen ilk şeyi söyle bana.)
(Benim için bir zevkti, lütfen kartvizitimizi alın, eğer aklınıza bir şey gelirse çekinmeden arayın/arayabilirsiniz.)

Ok then, I won't. 
(Pekala çekinmem/çekinmeden ararım.)

Have a nice day.
(İyi günler.)

You too, take care.
(Size de, kendinize iyi bakın.)