27 Haziran 2016 Pazartesi

Çeviri Çalışmaları 19

Checking The Calendar

Bill: Hey John, how are you today?
John: Hi Bill. Not bad. I'm just checking the calendar.
Bill: What's going on this week?
John: Well, it looks to be a busy week with meetings and such.
Bill: What time is our office meeting?
John: Let me see. It looks like the meeting this week is on Tuesday.
Bill: Oh, that's bad for me.
John: What do you have going on then?
Bill: I have a dental appointment in the afternoon.
John: I'll cover for you at the meeting.

------------------------ ---------------------
to check: bakmak, kontrol etmek, göz atmak, gözden geçirmek
calendar: program/ajanda/takvim
to look to be sth: gibi görünmek/gözükmek
and such: filan, ve benzeri, vesaire
let me see: bakayım/bakalım, bir bakayım, dur bakayım
to look like: gibi görünmek/gözükmek/durmak
it looks like: görünüşe göre, görünen o ki
to be bad for someone: uygun olmamak, uymamak
What do you have going on ...: Ne yapacaksın/Ne işin var?
to have an appointment: randevusu olmak
to cover for someone: (bir kimseyi) idare etmek, yerine bakmak

------------------------ ---------------------

English translating conversation dialogue ingilizce çeviri

Bill: Hey John, how are you today?
(Merhaba/Selam John, nasılsın bugün?)
John: Hi Bill. Not bad. I'm just checking the calendar.
(Merhaba Bill. İdare eder/Fena değilim. Takvimi/Ajandayı şöyle bir gözden geçiriyorum.)
Bill: What's going on this week?
(Bu hafta ne var ne yok/programımız nasıl/neler yapacağız?)
John: Well, it looks to be a busy week with meetings and such.
(Hımm, toplantılarla falan filan yoğun bir haftaymış gibi görünüyor.)
Bill: What time is our office meeting?
(Ofis toplantımız ne zaman/hangi gün?)
John: Let me see. It looks like the meeting this week is on Tuesday.
(Bir bakayım. Görünüşe göre bu haftaki toplantı Salı günü olacak.)
Bill: Oh, that's bad for me.
(O gün/Salı bana uymuyor/benim için uygun değil.)
John: What do you have going on then?
(O gün ne yapacaksın/ne işin var?)
Bill: I have a dental appointment in the afternoon.
(Öğleden sonra dişçi randevum var.)
John: I'll cover for you at the meeting.
(Toplantıda idare ederim seni.)

İngilizce Deyimler ve İfadeler 112

What do you have going on -------?

(What have you got going on -----?)
(Do you have anything going on ---?)

= What are you doing ...?
    What are you going to do ...?
    Do you have any plans for today/tomorrow/tonight/this weekend?

= Ne/Neler yapıyorsun/yapacaksın?
    Ne işin/işlerin var?
    Planın/Programın ne?

What do you have going on English meaning definition ingilizce

* A: What do you have going on this weekend?
   (Bu hafta sonu ne yapacaksın/yapıyorsun/programın ne?)
   B: I’m going to visit my uncle.
   (Amcamı ziyaret edeceğim/ziyarete gideceğim.)

* A: I was wondering if you'd like to come to the cinema with me this Saturday?
   (Bu Cumartesi benimle sinemaya gelir misin/sinemaya gidelim mi?)
   B: I'd love to, but I'm really going to be busy all day on Saturday.
   (Çok isterdim ama Cumartesi bütün gün çok yoğun olacağım/çok işlerim var.)
   A: What do you have going on that day?
   (Ne yapacaksın/Ne işlerin var o gün?)

24 Haziran 2016 Cuma

İngilizce Deyimler ve İfadeler 111

to count


= to be important or valuable or significant
    to have value or importance

= önemli/değerli/kıymetli/etkili olmak
    değeri/önemi/etkisi olmak
    önem/anlam taşımak, bir şey ifade etmek
    dikkate alınması gerekir konumda/nitelikte olmak
    karar verici/belirleyici/etkileyici güç olmak

to count definition meaning english ingilizce


* It is not how much you read but what you read that counts.
  (Ne kadar çok okuduğun değil, ne okuduğun önemlidir.)
  (Mesele çok okumak değil, değerli/nitelikli/sana katkı sağlayacak şeyleri okumaktır.)

* Don't forget, this paper counts for half your final grade.
  (Unutma, bu ödev/sınav kağıdı, final notunun yarısına etki ediyor/edecek.)
  (Hatırlatayım, final notunun yarısı bu sınavın/ödevin notundan gelecek.)

* My opinion doesn't count for much around here.
  (Ne düşündüğüm burada pek önemsenmiyor/kâle alınmıyor.)
  (Görüşlerimin burada pek bir kıymeti harbiyesi yok.)

* It's the thought that counts.
  (Önemli olan düşünmen/düşünmüş olman.)
  (Düşünmen yeter.)
  (Genelde bize hediye verene söyleriz.)

* Disposable income is what counts for the level of personal consumption.
  (Kullanılabilir/Harcanabilir/Net gelir, kişisel tüketim/harcama seviyesini belirleyen şeydir.)

* I've always believed that happiness counts more than money.
  (Her zaman mutluluğun paradan daha değerli/önemli olduğuna inanmışımdır.)

* It's what's inside that counts.
  (Önemli olan içindekilerdir.)
  (Bir insanın kişiliği dış görünüşünden daha önemlidir.)
  (Kaporta değil, motor önemlidir.)

* Doesn't all my work count for anything?
  (Bu kadar/Bunca çalışmamın/emeğimin bir önemi/anlamı yok mu?)

* Doesn't my opinion count for anything?
  (Benim düşüncemin/ne düşündüğümün hiç mi önemi/kıymeti/değeri yok?)
  (Benim ne düşündüğüm bu kadar mı değersiz?)

* First impressions really do count.
  (İlk izlenim/intiba çok önemlidir.)

* You really count with me.
  (Benim için değerin çok fazla/Benim için çok değerlisin.)
  (Bende hatırın çok fazla.)

* Don't I count for anything?
  (Hiç hatırım yok mu/Hiç mi hatırım yok?)

* This experience counts for much in his life.
  (Bu tecrübe/deneyim onun hayatında büyük öneme sahip.)
  (Bu tecrübenin/deneyimin onun hayatında büyük etkisi olacak.)

* Emotion counts above vocabulary in verbal communication.
  (Sözlü iletişimde gösterdiğin duygular kullandığın kelimelerden daha önemlidir/etkilidir/belirleyicidir.)

* That's what counts.
  (Önemli olan da bu zaten.)

* What he says counts.
  (Onun sözleri/ne söylediği/görüşleri önemlidir.)

* Every bit of help counts.
  (En ufak yardım bile değerlidir/anlamlıdır.)
  (Yardımın büyüğü küçüğü olmaz.)

* Every vote counts.
  (Her oy değerlidir/kıymetlidir.)
  (Tek bir oyun bile sonuca etkisi vardır.)

* Teamwork: that's what counts in this organisation.
  (Takım/Ekip çalışması; bu şirkette önemli olan budur.)
  (Biz bu şirkette takım/ekip çalışmasına önem veriyoruz/ekip çalışmasını önemsiyoruz.)

* Proper clothes count for much in business.
  (Usturuplu/Usüle göre giyinmek işyerinde/işletmelerde önemlidir.)
  (İş hayatında usulüne göre giyinmek önemlidir.)

* Money counts for little.
  (Paranın bir önemi yok/Para önemli değil.)

* What you've done before doesn't count.
  (Daha önce yaptıklarının bir önemi yok.)
  (Daha önce yaptıkların sayılmaz.)

* "What if" doesn't count in the criminal justice system.
  (Varsayımların ceza hukukunda bir önemi/değeri yoktur.)
  (Ceza hukukunda varsayımlarla hareket edilmez.)

* Experience counts in this job.
  (Bu işte tecrübe/deneyim önemlidir.)

* Experience counts for a lot in poker.
  (Pokerde/Poker oyununda tecrübe/deneyim çok önemlidir.)

* It's as if your opinions just don't count.
  (Sanki senin düşüncelerin/görüşün önemsenmiyor.)
  (Senin düşüncelerinin/görüşünün önemsenmiyormuş gibi geldi bana.)

* My opinion doesn't count for anything around here.
  (Burada benim düşüncelerimin pek kıymeti yok.)
  (Burada benim düşüncelerime değer veren/düşüncelerimi önemseyen kimse yok.)

* Doesn't his long tenure count for anything?
  (Bunca yıldır görev yapıyor, bunun bir önemi/anlamı/değeri yok mu/hiç mi bir önemi yok?)

* You're late, but you're here; and that's what counts.
  (Geciktin/Geç kaldım ama buradasın/geldin, zaten önemli olan da bu.)

* What really counts is whether you have good computing skills.
  (Hesap kitaptan iyi anlayıp anlamadığının/Hesaplarla aranın iyi olup olmadığının büyük önemi var.)

* They made me feel my views didn't count for anything.
  (Bana görüşlerimin bir önemi olmadığını/görüşlerimi önemsemediklerini/takmadıklarını hissettirdiler.)

* It isn't where you came from, it's where you're going that counts.
  (Nereden geldiğiniz değil nereye gittiğinizdir önemli olan.)
  (Önemli olan ne olduğun değil ne olacağındır.)

* Your positive attitude counts for a lot as far as I'm concerned.
  (Bana göre/Bence pozitif tutumunuzun bunda çok büyük etkisi var.)

* It's quality not quantity that really counts.
  (Gerçekten önemli olan şey sayı değil niteliktir.)
  (Kalite miktardan/sayıdan daha önemlidir.)

* I save my hate for what counts.
  (Ben nefretimi kâle alınacak/değecek şeylere saklarım.)
  (Ben öyle herşeye buğuz etmem.)

* This question counts for 50 points.
  (Bu sorunun 50 puan değeri var.)
  (Bu 50 puan değerinde bir sorudur.)

* Each basket counts for two points.
  (Her bir basket iki puan değerindedir/sayılıyor.)

* That try didn't count - I was practicing.
  (Bu sayılmaz, alıştırma yapıyordum.)

* Only looks and money count in this world.
  (Bu dünyada sadece dış görünüşün ve paranın kıymeti var.)
  (Bu dünyada sadece görünüşe ve paraya değer veriyorlar/veriliyor.)

* In practice, ability counts for more than effort.
  (Pratikte/Uygulamada/Gerçek hayatta yetenek/beceri gayretten daha çok önemlidir.)

* You're always happy at first. It's how you feel at the end that counts.
  (Başlarda herkes mutludur. Önemli olan sonunda ne hissettiğindir.)

* It's the first step that counts.
  (İlk adımı atmak önemlidir/Önemli olan ilk adımı atmaktır.)

* Knowledge without common sense counts for nothing.
  (Sağduyuya aykırı/Sağduyudan yoksun bilginin/ilmin bir değeri/kıymeti yoktur.)
  (Sağduyuya aykırı/Sağduyudan yoksun bilgiden/ilimden hiçbir fayda gelmez.)

* It's not what you say that counts, but how you say it.
  (Önemli olan ne söylediğin değil, nasıl söylediğindir.)
  (Önemli olan içerik değil üsluptur.)

* It's not what you say, but what you do that counts.
  (Önemli olan ne söylediğin değil, ne yaptığındır.)
  (Ben söze değil icraata bakarım.)

* It's what you learn after you know it all that counts.
  (Herşeyi biliyorum dedikten sonra öğrendiğin şey/öğrendiklerin önemlidir.)
  (Asıl bilgi, herşeyi biliyorum dediğiniz noktadan sonra kazanacağınız bilgilerdir.)

* What school a person graduated from counts for nothing.
  (Bir insanın mezun olduğu okulun/hangi okuldan mezun olduğunun bir önemi yoktur.)

* Your health is what counts - the cost of the treatment is not important.
  (Önemli olan senin sağlığın, tedavinin maliyeti/kaça patlayacağı mühim değil.)

* Your friendship counts more to me than you'll ever know.
  (Dostluğumuzun/Arkadaşlığımızın benim için ne kadar kıymetli olduğunu asla bilemezsin/tahmin edemezsin.)

* It did not matter what the audience thought—it was the critics that counted.
  (Seyircinin ne düşündüğü önemli değildi, önemli olan eleştirmenlerin düşünceleriydi/ne dediğiydi.)

* Your faults do not lessen my respect for you, and in friendship this is what counts.
  (Hataların sana olan saygımı azaltmaz, zaten arkadaşlıkta önemli olan budur.)

* It's often the little things that count the most.
  (Genellikle küçük/önemsiz görünen/kabul edilen şeyler en önemli şeylerdir.)
  (Genellikle sonucu belirleyen şeyler küçük/önemsiz görülen şeylerdir.)

* In Kabuki, not only talent, but also heredity counts.
  (Kabukide sadece yetenek değil aynı zamanda kalıtım da önemlidir.)
  (Kabukide yetenek kadar kalıtım da önemlidir.)

* She's never lied to me, and in my book that counts for a lot.
  (Bana hiç yalan söylemedi ve bunun benim kitabımda/benim için anlamı çok büyük.)
  (Bana asla yalan söylemedi, ki bu benim için çok önemli/çok şey ifade ediyor.)

* Logically, in a ‘normal’ election, governance issues should count significantly.
  (Mantıken, normal/olağan bir seçimde, yönetim sistemi/şekliyle ilgili meselelerin büyük ölçüde/daha fazla önemli/belirleyici/etkili olması gerekir.)

* Critics' views count only when they echo the public's.
  (Eğer eleştirmenlerin görüşü halkın görüşünü yansıtıyorsa değerlidir/bir önemi vardır.)

* When I first came to college I realised that brainpower didn't count for much.
  (Koleje/Üniversiteye ilk başladığımda beyin gücünün/zekanın çok fazla bir öneminin/etkisinin olmadığını anladım/fark ettim/gördüm.)

* I don’t have all the courses they list but I do have a lot of specialized experience in my field, so I am hoping that will count for something when they look at my application.
  (Onların yazdığı tüm kursları/eğitimleri almadım/almış değilim ama alanımda/sahamda bir çok profesyonel tecrübem/deneyimim oldu, iş başvurumu değerlendirdiklerinde bunun bir etkisinin olmasını/olacağını umuyorum.)


21 Haziran 2016 Salı

İngilizce Deyimler ve İfadeler 110

it is high time (+ PAST SUBJUNCTIVE)


= it is about the right time for something
    it is the appropriate time or past the appropriate time
    it is the latest possible time; a time that is almost too late
    it should have happened a long time ago
    used for saying that something should be done soon, because it is already past the time when it should have been done
    used to express that something should be done and that it is already a bit late
    it is about time

= tam zamanı, artık zamanı geldi
    zamanı geldi de geçiyor bile
    geç bile kaldın
    hele şükür, sonunda, nihayet

it is high time english expression ingilizce

* It's high time the government took action.
  (Hükumetin harekete geçmesinin/bir şeyler yapmasının zamanı geldi.)
  (Hükumetin harekete geçmesi/bir şeyler yapması lazım/gerekiyor.)

* It's high time you had a haircut.
  (Saç tıraşı zamanın gelmiş de geçiyor.)
  (Saçların kes beni diyor.)
  (Saçlarını tıraş ettirmelisin/tıraş ettirsen iyi olur.)

* It's high time we were leaving.
  (Gitme/Kalkma vaktimiz geldi.)
  (Artık gitmemiz/kalkmamız lazım/gerekiyor.)

* It's high time someone taught you a lesson.
  (Artık birinin sana dersini vermesinin zamanı geldi/vermesi lazım.)
  (Keşke biri sana dünyanın kaç bucak olduğunu gösterse.)

* It's high time we left - come on or we'll miss the train.
  (Kalkmamızın vakti geldi, hadi, yoksa treni kaçıracağız/trene yetişemeyeceğiz.)
  (Kalkmamız/Çıkmamız lazım, hadi, yoksa treni kaçıracağız/trene yetişemeyeceğiz.)

* It's high time you could ride a bike.
  (Artık bisiklete binmeyi/bisiklet sürmeyi öğrenmenin zamanı geldi.)
  (Artık bisiklete binmeyi/bisiklet sürmeyi öğrenmen lazım.)
  (Bisiklete binmeyi/Bisiklet sürmeyi şimdiye kadar öğrenmen/öğrenmiş olman lazımdı.)

* I've had a lovely time tonight, but it's high time I went.
  (Bu gece harika zaman geçirdim/çok eğlendim ama gitme vaktim geldi/gitmem gerekiyor hatta geciktim bile/şimdiye çıkmış olmam lazımdı.)

* It's high time you got married and settled down.
  (Evlenip bir yuva kurmanın zamanı geldi de geçiyor.)
  (Şimdiye kadar evlenip bir yuva kurmuş olman lazımdı.)

* It's high time you stopped wasting your money.
  (Paranı çarçur etmeyi bırakmanın zamanı geldi.)
  (Paranı çarçur etmeyi bırakmalısın/bırakman lazım.)

* Your room looks really untidy. It's high time you tidied it.
  ((Odan çok dağınık/karışık/pasaklı görünüyor. Odanı temizlemenin/Odana çeki düzen vermenin zamanı gelmiş de geçiyor bile.)
  (Odan çok dağınık/karışık/pasaklı görünüyor. Acilen/Vakit geçirmeden odanı temizlemen/toparlaman lazım.)

* It's high time she learnt how to take care of herself.
  (Artık kendi başının çaresine bakmasını/kendi ayakları üzerinde durmasını öğrenmesinin zamanı geldi.)
  (Artık kendi başının çaresine bakmasını öğrenmesi lazım.)

* It's high time you learned to look after yourself!
  (Artık kendine bakmayı/kendi sorumluluğunu almayı öğrenmen gerekir/öğrenmenin zamanı geldi.)

* It is high time Japan played an important role in the international community.
  (Japonya'nın uluslararası toplumda önemli bir rol üstlenmesinin/oynamasının zamanı geldi/tam zamanı.)
  (Japonya'nın uluslararası toplumda önemli bir rol üstlenmesi/oynaması gerekir/gerekiyor.)

* It's high time I went to the doctor; I've postponed it four times.
  (Artık doktora gitmemin zamanı geldi, dört defadır erteliyorum/sonra giderim diyorum.)
  (Artık doktora gitmem lazım, dört kere tehir ettim.)

* It’s high time we got a pay rise!
  (Artık maaşlarımıza zam yapılmasının zamanı geldi.)
  (Maaşlarımıza zam yapılsın/zam yapılmasını istiyoruz.)

* It’s high time you stopped smoking.
  (Sigara içmeyi bırakmanın artık zamanı geldi de geçiyor.)
  (Artık sigara içmeyi bırakmalısın/bırakman lazım.)

* It's high time (that) you cleaned your room.
  (Odanı temizlemenin/Odana çekidüzen vermenin zamanı geldi artık.)
  (Artık şu odanı bir temizlesen diyorum.)

* It's high time they painted the house.
  (Evi boyamalarının vakti geldi de geçiyor bile.)
  (Evi acilen/vakit geçirmeden boyamaları lazım.)

* It's high time you started thinking about saving for your old age.
  (İhtiyarlığın için birikim yapmayı düşünmeye/planlamaya başlamanın artık zamanı geldi.)

* It's getting dark so it's high time the children came inside.
  (Hava kararıyor/kararmaya başladı bu yüzden çocukların içeriye girme/eve gelme vakti geldi.)

* It was high time someone invited me to lunch.
  (Artık birinin beni yemeğe davet etmesinin zamanı gelmişti.)
  (Hele şükür/Sonunda/Nihayet biri beni yemeğe davet etti.)

* It's high time you got that bad knee of yours looked at by a doctor!
  (Dizindeki rahatsızlığı şimdiye kadar çoktan bir doktora göstermeliydin/baktırmalıydın!)
  (Dizindeki rahatsızlığı bir doktora göstermekte geç bile kaldın.)

* Her parents decided it was high time she started paying some rent.
  (Anne-babası artık onun da kiraya ortak olmasının zamanının gelmiş olduğuna/geldiğine karar verdiler.)

* It's high time that nurses were given better pay and conditions.
  (Hemşirelerin ücretlerinin ve çalışma koşullarının iyileştirilmesinin zamanı geldi.)
  (Hemşireler artık daha iyi ücretlerle ve koşullarda çalışmalıdırlar.)

* It's high time he got out of bed.
  (Artık kalkmasının/uyanmasının zamanı geldi.)
  (Artık kalksın bir zahmet beyefendi!)

* It's high time you mended this shelf.
  (Bu rafı artık tamir etmenin/onarmanın zamanı geldi.)
  (Artık şu rafı bir tamir et/onar ya!)

* It's high time you children were in bed!
  (Çocuklar yatma zamanınız geldi de geçiyor bile!)
  (Çocuklar siz hala yatmadınız mı/ayakta mısınız?)

* It's high time you got that car repaired.
  (Şu arabayı artık tamir ettirmenin zamanı geldi.)
  (Şu arabayı artık tamir ettir yahu!)

* It's high time we bought a new car.
  (Artık yeni bir araba almamızın zamanı geldi.)

* It's high time we left this place.
  (Buradan gitmemizin/Burayı terk etmemizin zamanı geldi.)
  (Buradan hemen gitmemiz lazım/gitmeliyiz.)

* It's high time you had a shave.
  (Sakal tıraşını geciktirmişsin.)
  (Sakalların kes beni diyor.)
  (Şu sakallarını kes yahu!)

* It is high time we gave him a warning.
  (Onu uyarmamızın artık vakti geldi.)
  (Artık onun bir kulağını çekmemiz lazım.)

* It's high time you began learning how to drive.
  (Artık araba kullanmayı/nasıl araba kullanılacağını öğrenmeye başlaman lazım.)

* You're becoming a nuisance. It's high time you left.
  (Artık can sıkmaya başladın. Gitsen iyi olur/Haydi sana güle güle.)

* It's high time we put an end to this plague.
  (Bu salgına bir son vermenin zamanı geldi.)
  (Bu salgına bir son vermeliyiz/vermemiz lazım.)

* It is high time they learned the seriousness of life!
  (Hayatın ciddiyetini/oyun olmadığını öğrenmelerinin zamanı geldi/öğrenmeleri lazım!)

* It's high time we left if we really want to be there on time.
  (Eğer oraya vaktinde varmak/orada vaktinde olmak istiyorsak şimdi çıkmamızın tam zamanı/hemen çıkmamız lazım.)

* We've been horsing around too much; it's high time we got down to brass tacks.
  (Çok fazla aylaklık ettik/boşa vakit geçirdik/harcadık, artık asıl konuya eğilmemizin zamanı geldi/eğilmeliyiz/sadede gelmeliyiz.)

* It’s high time you asked your boss for a promotion, you work so hard and deserve to be paid more!
  (Patronundan zam istemenin vakti geldi/zam istemelisin, çok sıkı/gayretli çalışıyorsun ve daha fazla ücreti hakediyorsun.)

* It's beginning to get dark. It's high time we got started on putting up the tent.
  (Hava kararmaya başladı. Çadırı kurmaya başlamanın zamanı geldi.)
  (Hava kararmaya başladı. Çok geç olmadan çadırı kurmaya başlamalıyız.)

* He's very selfish. It's high time he realised that he isn't the most important person in the world.
  (Çok bencil/egoist biri o. Dünyanın en önemli insanı olmadığını artık anlaması/fark etmesi/öğrenmesi lazım.)
  (Bencilin/Egoistin teki o. Bulunmaz hint kumaşı olmadığını artık anlaması/fark etmesi/öğrenmesi lazım.)

* Jack is a great talker. But it's high time he did something instead of just talking.
  (Jack çok iyi konuşuyor/bir konuşmacı/hatip. Ama artık sadece konuşmak yerine birşeyler yapmasının zamanı geldi.)

* It is high time that the ideal of success should be replaced by the ideal of service.
  (Artık başarı/başarılı olma idealinin yerini insanlığa hizmet etme almalıdır.)

* Children! It is 12 o’clock right now. It is high time you went to bed.
  (Çocuklar! Saat şuan 12. Şimdiye yatmış olmanız lazımdı.)
  (Çocuklar! Saat şuan 12. Siz daha hala yatmadınız mı/ayakta mısınız?)

* It's high time you started looking after your body. You're not a teenager any more, you know!
  (Vücuduna/Sağlığına bakmanın/dikkat etmenin zamanı geldi. Artık ergen değilsin, farkındasın/biliyorsun değil mi?)

* Tim's mum said it was high time he paid her money for rent because he's had a job for months.
  (Annesi Tim'in aylardır/uzun süredir çalıştığı/para kazandığı için artık kiraya ortak olmasının zamanının geldiğini/olması gerektiğini söyledi.)

* It's high time Mick got a real job. He's been wasting his time singing in that Rolling Stones band for too long.
  (Mick'in adam gibi bir iş bulmasının/işte çalışmasının zamanı geldi. Çok uzun zamandır şu Rolling Stones grubunda vaktini şarkı söyleyerek/müzik yaparak boşa harcıyor.)

20 Haziran 2016 Pazartesi

İngilizce Deyimler ve İfadeler 109

to get something straight


= to understand something correctly/clearly
    to explain something clearly in order to avoid any misunderstanding or confusion
    to clarify; to make a situation clear, especially by reaching an understanding
    to get the picture

= bir şeyi doğru/iyice/güzelce anlamak/kavramak/idrak etmek
    daha iyi anlaşılmasını sağlamak
    bir şeyi açıklığa/aydınlığa kavuşturmak
    bir şeye açıklık getirmek, aydınlatmak, netleştirmek

get something straight english ingilizce

* Get this straight. I love her. She loves me.
  (Anla şunu/Şunu kafana iyice sok. Onu seviyorum. O da beni seviyor.)

* Let me get this straight. You're my father?
  (Şüphe kalmasın diye soruyorum/Netleştirmek için soruyorum. Sen benim babam mısın?)

* We had to repeat the explanation three times before they got it straight.
  (Tam olarak anlayıncaya kadar/anlamaları için açıklamayı üç defa tekrar etmek zorunda kaldık.)

* Look, let's get this straight. You mean there are two students with the same name?
  (Baksana, bunu bir iyice anlayalım. Aynı isimli/Adaş iki öğrencinin olduğunu mu söylüyorsun?)

* Let's get this straight— you really had no idea where he was?
  (Doğru mu anlamışım, onun nerede olduğuna dair hiçbir fikrin yok?)
  (İyice anlamak için soruyorum, onun nerede olduğunu kesinlikle bilmediğini mi söylüyorsun?)

* I can't seem to get the story straight.
  (Olayı bir türlü tam olarak/doğru bir şekilde anlayamıyorum.)
  (Kafam olaya/yaşananlara tam olarak basmıyor bir türlü.)

* Let me get this straight. You want me to go with him all the way to Portland?
  (Doğru mu anlamışım? Portland'a kadar tüm yol boyunca onunla gitmemi/ona eşlik etmemi istiyorsun.)

* It's time to get the facts straight.
  (Gerçekleri/Ne olup ne bittiğini doğru bir şekilde anlamanın/tam olarak öğrenmenin vakti geldi)

* Now get this straight. You're going to fail history.
  (Şimdi şunu iyice anla/kafana sok. Tarihten/Tarih dersinden kalacaksın/kalıyorsun/çakıyorsun.)

* I'm not sure I understand what you're saying. Let me try and get it straight.
  (Dediklerini/Söylediklerini anladığımdan emin değilim. Tam olarak anlamak istiyorum.)

* She finally got it straight and completed the project on time.
  (Sonunda/Nihayet işi/olayı doğru anlayıp projeyi vaktinde tamamladı.)

* Let me see if I've got this straight?
  (Bakalım doğru anlamış mıyım?)

* I'm glad we got that straight.
  (Bunu/Bu meseleyi/konuyu/olayı açıklığa kavuşturmamız iyi oldu.)
  (Bunu açıklığa kavuşturmamıza sevindim.)

* There's something we have to get straight.
  (Açıklığa kavuşturmamız/Netleştirmemiz/İyice anlamamız gereken bir konu/husus var.)

* We need to get your stories straight for the police.
  (Polise anlatacağın hikayeyi netleştirmemiz/hikayenin üstünden geçmemiz gerek.)

* Okay, fine, but let's get two things straight.
  (Tamam, olur/peki ama iki hususu açıklığa kavuşturalım/netleştirelim.)

* Let me get this straight; are you moving out of your flat in the middle of winter?
  (Yanlış duymadım değil mi, kış ortasında taşınacaksın/evini taşıyacaksın?)

* Let me get this straight. You say there's a moose in your bathtub?
  (Doğru mu duydum/anlamışım, küvetinizde bir musun/Kanada geyiğinin mi olduğunu söylüyorsunuz?)

* Let's get one thing straight. You and I are not friends. We're allies against a common enemy.
  (Bir şeyi doğru anlayalım/netleştirelim. Sen ve ben arkadaş değiliz. Ortak düşmanımıza karşı müttefikiz/ittifak yaptık/birleştik/beraber hareket ediyoruz, hepsi o kadar.)

* Let me get this straight – you didn't know they had your car.
  (İyice/Net olarak anlamak için soruyorum/söylüyorum, arabanı aldıklarını/arabanın onlarda olduğunu bilmiyordun/arabanı aldıklarından/arabanın onlarda olduğundan haberin yoktu.)

* Let's get the record straight. You say that you last saw this girl on Monday and you haven't seen her since then?
  (Netleştirmek/Tam olarak anlamak/emin olmak/öğrenmek için soruyorum. Bu kızı en son Pazartesi günü gördüğünü ve o günden beri de görmediğini mi söylüyorsun?)

* Let me get this straight - Tom sold the car and gave you the money?
  (Doğru mu anlamışım/Yanlış duymadım değil mi, Tom arabayı satıp parasını sana verdi?)

* I just need to get a few things straight here, for the record.
  (Burada bazı şeyleri açıklığa kavuşturmam gerek, kayıtlara/tutanağa geçsin diye.)

* Look, let's get something straight right from the start.
  (Bak, bir şeyi en başından açıklığa kavuşturalım.)

* Let me get the record straight. He never came to my place when my mom was out.
  (Yanlış anlaşılma olmasın diye söylüyorum. Annem dışarıdayken/evde yokken o evime hiç bir zaman/bir kere bile gelmedi.)

* Let me get something straight. I like Jeny, but I'm in love with her.
  (Yanlış anlaşılma olmasın/Aklına başka bir şey gelmesin diye söylüyorum. Jeny'yi beğeniyorum ama ona aşık değilim.)

* Let me get something straight. The rule is you need to start work at 9. If you are late again, you'll get fired.
  (İyice anla diye söylüyorum. Kural olarak saat dokuzda işe başlaman gerekiyor. Bir daha geç kalırsan/gelirsen, kovulursun/işten atılırsın.)

* Let me get this straight. I'm supposed to go there in the morning?
  (Doğru mu anlamışım?/Yanlış anlamış olmayayım diye soruyorum/Teyid etmek için soruyorum. Orada sabah mı olmam gerekiyor?)

* Let me get this straight: are you saying that you won't help us?
  (Doğru mu anlamışım, bize yardım edemeyeceğini mi söylüyorsun?)

* Let's get things straight. I didn't lunch with her.
  (Bir şeyi açıklığa kavuşturalım. Onunla yemeğe çıkmadık.)

* Let me get this straight. You want $85,000 for this miserable shack?
  (Yanlış duymadım/anlamadım değil mi? Bu rezalet/berbat/döküntü baraka/kulübe için 85.000 dolar mı istiyorsun?)

* Listen, let's get this straight. Are you calling me a thief?
  (Baksana/Hey, doğru mu duydum, sen bana hırsız mı diyorsun?)

* To get it straight - your name is Walter and I heard you call my employer Daddy, which means you're his son.
  (Doğru mu anlamışım, adınız Walter ve işverenime/patronuma baba diye seslendiğinizi/baba dediğinizi duydum, ki bu demektir ki onun oğlu oluyorsunuz.)

* I'm a visual person so I need you to write down the instructions step-by-step if you want me to get them straight. It's not enough for you just to tell me.
  (Ben görsel zekası güçlü olan biriyim, bu yüzden doğru/tam olarak anlamamı/kavramamı istiyorsan yönergeleri/talimatları senin tek tek yazman lazım. Öyle bana sadece anlatman yeterli olmaz.)

19 Haziran 2016 Pazar

İngilizce Deyimler ve İfadeler 108

to outdo someone


= to be, or do something, better than someone else
    to be better than someone else at doing something
    to do better than; to be more successful than (someone or something)
    to go beyond in action or performance
    to excel, to surpass

= (bir kimseden) daha iyi olmak/yapmak
    (bir kimseyi) geride bırakmak/geçmek, yenmek
    (Bir kimseye) üstün gelmek, (bir kimseden) daha başarılı olmak
    (bir kimseden) daha iyi/başarılı performans göstermek/sergilemek

to outdo someone english ingilizce

* My sister always tried to outdo me in school.
  (Kız kardeşim her zaman okulda/derslerde beni geçmeye çalışırdı/geçmek için çabalardı.)

* The men tried to outdo each other in their generosity.
  (İnsanlar cömertlikte birbirleriyle yarışıyordu.)

* He outdoes me in every subject.
  (O her alanda/konuda benden daha ileride/üstün/iyi/başarılı.)

* He always tries to outdo everybody else in the class.
  (Her zaman sınıfta birinci olmak/sınıfın en başarılısı/çalışkanı/sınıf birincisi olmak için uğraşıyor/çabalıyor.)

* It was important for me to outdo them, to feel better than they were.
  (Onlardan daha moralli olmak açısından onları geride bırakmak/geçmek benim için önemliydi.)
  (Onları geride bırakıp/geçip onlardan daha moralli olmak benim için önemliydi.)

* I just can't seem to outdo him. I've got a lot to learn.
  (Onu bir türlü geçemiyorum. Öğrenmem gereken çok şey var.)
  (Onu bir türlü yenemiyorum. Daha kırk fırın ekmem yemem lazım.)

* Skaters are trying to outdo each other in grace and speed.
  (Patenciler estetik ve hızda/çabuklukta/süratte birbirlerini geçmek/geride bırakmak/birbirlerine üstün gelmek için mücadele ediyorlar.)

* They are constantly trying to outdo each other.
  (Sürekli birbirlerine üstün gelmek/birbirlerini geçmek için uğraşıyorlar.)
  (Daha başarılı olmak için sürekli birbirleriyle yarışıyorlar/çekişiyorlar.)

* She scored 20 points in the first game. Not to be outdone, I scored 30 points myself in the second game.
  (İlk karşılaşmada/partide/oyunda 20 puan kazanmıştı/almıştı. Onun altında kalmamak için/kalmayayım diye ben de ikinci oyunda/partide 30 puan kazandım.)
  (İlk maçta 20 sayı üretmişti/20 basket atmıştı/20 sayıyla oynamıştı. Onun altında/gerisinde kalmamak için ben de ikinci maçta 30 basket attım/30 sayı ürettim/maçı 30 sayıyla bitirdim/tamamladım.)

* Smaller companies often outdo larger ones in customer service.
  (Küçük firmalar müşteri hizmetlerinde büyük firmalardan genellikle daha başarılılar/daha iyi hizmet veriyorlar.)
  (Müşteri hizmetleri konusunda küçük firmalar büyük firmalardan daha ileri seviyedeler/daha başarılılar/iyiler.)

* When it comes to speed of response, a small firm can outdo a big company.
  (Geri dönme süresinde/Müşteriye geri dönüş hızı/süresi konusunda, küçük firmalar büyük firmalardan daha iyi/başarılı olabiliyorlar.)

* Both sides have tried to outdo each other to show how tough they can be.
  (İki taraf da ne kadar çetin/dişli/zorlu olabileceklerini/olduklarını göstermek/kanıtlamak için birbirlerine üstün gelmeye çalıştılar.)

* Not to be outdone, other computer manufacturers are also donating machines to schools.
  (Altta kalmamak için diğer bilgisayar imalatçıları da okullara techizat bağışlıyorlar/bağışında bulunuyorlar.)

18 Haziran 2016 Cumartesi

İngilizce Deyimler ve İfadeler 107

get through to someone (2)


= to communicate with someone by telephone
    to succeed in making contact with someone
    to make contact with or reach someone
    to make a successful telephone call to (someone)

= (telefonla vb) bağlantı kurmak/sağlamak, ulaşmak
    birine telefonla vb ulaşmayı başarmak

get through to someone english ingilizce

* Where were you? I've been trying to get through to you all day!
  (Nerelerdeydin? Sabahtan beri sana ulaşmaya çalışıyorum/Sabahtan beri arıyorum bakmadın telefonuna.)

* I phoned her but couldn't get through. They said she's in a meeting.
  (Onu telefonla aradım ama ulaşamadım. Toplantıda olduğunu söylediler.)

* I can’t get through to his line at the moment, could you call back later please?
  (Şu an ona ulaşamıyorum/telefonu cevap vermiyor, daha sonra arayabilir misiniz lütfen?)

* Sorry you couldn’t get through to me. My phone was switched off, because the battery had died.
  (Bana ulaşamadığınız için kusura bakmayın. Şarjım bittiği için telefonum kapalıydı.)

* I can't get through to this number. Would you dial it for me?
  (Bu numaraya bağlanamıyorum/ulaşamıyorum. Benim için çevirir misiniz?)
  (Bu numara açmıyor/düşmüyor bir türlü. Bir de siz arar mısınız/dener misiniz/çevirir misiniz?)

* I'm trying to get through to the President but he's not answering his phone.
  (Başkana ulaşmaya çalışıyorum ama telefonuna bakmıyor/cevap vermiyor/telefonunu açmıyor.)

* I rang but couldn't get through to her.
  (Aradım/Telefonunu çaldırdım ama ulaşamadım ona.)

* You will always get through to a subject expert as we're not a call centre.
  (Bir çağrı merkezi olmadığımız/merkezimiz olmadığı için her zaman/her aradığınızda konusunda/alanında uzman kimselerle görüşürsünüz/iletişime geçersiniz.)

* I got through to the wrong department.
  (Yanlış departmana bağlandım/Yanlış departmanı aramışım.)

* He tried to get through to the family.
  (Ailesine -telefonla- ulaşmak için uğraştı.)

* You're so difficult to get through to!
  (Sana ulaşmak çok zor/ölüm!)
  (Sana kolay kolay/bir türlü ulaşamıyoruz ya!)

* John, try to get through to him.
  (John, ona ulaşmaya/onunla bağlantı kurmaya çalış.)

* I finally got through to Warren on his mobile.
  (Sonunda/Nihayet Warren'a cepten ulaştım/ulaşabildim.)

* If you're having trouble getting through, you should try e-mailing him.
  (Eğer telefonla ulaşmakta zorlanırsanız, ona e-posta/e-mail atmayı deneyin.)

* I've been trying to ring up all day and I couldn't get through.
  (Sabahtan beri arıyorum ama ulaşamadım/ulaşamıyorum.)

* The call wouldn't get through no matter how many times I tried.
  (Kaç defa denediysem de telefon bağlanmadı/düşmedi.)

* I tried to get through to an operator, but I couldn't get past the recording.
  (Operatöre ulaşmaya/bağlanmaya çalıştım ama otomatik ses kaydını geçemedim.)

* I tried to reach you on the phone, but I was unable to get through.
  (Telefondan sana ulaşmaya çalıştım ama ulaşamadım.)

* If the line is busy, keep calling until you get through.
  (Hat meşgulse, ulaşana kadar aramaya devam et.)

* I tried calling you several times but I couldn't get through.
  (Seni bir çok kez/defalarca aramaya çalıştım ama ulaşamadım.)

* After trying to reach them all night, we got finally through.
  (Bütün gece onlara ulaşmaya çalıştıktan sonra sonunda/nihayet onlarla iletişim kurabildi/konuşabildi/onlara ulaşabildi.)

* If you can’t get through to the person you want to talk to, you might be able to leave a message asking them to call you back.
  (Görüşmek istediğiniz kişiye ulaşamazsanız/kişiyle bağlantı kuramazsanız, sizi aramasını istediğiniz/söylediğiniz bir mesaj bırakabilirsiniz.)

17 Haziran 2016 Cuma

İngilizce Deyimler ve İfadeler 106

get through to someone (1)


= to make someone understand you or listen to your advice
    to make someone understand or believe what you mean
    to make someone understand what you are trying to say
    to be clearly expressed to and understood by (someone)
    to make oneself understood by someone
    to communicate something to someone
    to become clear or understood
    used when there are difficulties in communication, like when you're talking to someone who speaks a different language

= bir şey anlatmak, anlatmak istediklerini anlatabilmek, anlaşılmak
    bir şeyi birinin kafasına sokmak
    sözünü/lafını dinletmek, lafını geçirmek
    anlamasını/kavramasını sağlamak, anlamasına yardımcı olmak
    meramını/derdini anlatabilmek
    ikna edebilmek, izah edebilmek
    konuşabilmek, iletişime geçmek, iletişim kurmak

get through to someone english ingilizce

* I can't get through to him that he must rest.
  (İstirahat etmesi/Dinlenmesi gerektiğini söylüyorum, laf anlatamıyorum.)
  (İstirahat etmen lazım/Dinlenmen lazım diyorum, beni/sözümü dinlemiyor.)

* I had trouble getting through to people in English.
  (İngilizce insanlarla anlaşmakta/iletişim kurmakta/insanlara derdimi anlatmakta sıkıntı yaşadım/zorlandım.)

* I have tried getting through to him, but he just won’t listen!
  (Ona anlatmaya/izah etmeye/Onunla konuşmaya çalıştım ama dinlemiyor ki!)

* What's it going to take to get through to you?
  (Beni anlaman/anlayabilmen için ne yapmam lazım/gerekiyor?)
  (İkna olman için ne yapmam gerekiyor/ne yapmamı istiyorsun?)

* I find it impossible to get through to her.
  (Ona bir şey anlatmak/Ona derdini/meramını anlatmak imkansız bir şey.)
  (Ona bir şey anlatmak deveye hendek atlatmaktan daha zor.)

* I tried explaining why I thought so, but I just couldn't get through to him.
  (Neden böyle düşündüğümü açıklamaya/izah etmeye çalıştım ama anlatamadım/ikna edemedim.)

* I explained it carefully, but I just couldn't get through to him.
  (Ona dikkatli bir şekilde/tane tane/özenle açıkladım/izah ettim ama anlatamadım.)

* I just can't get through to him that we need more staff.
  (Daha çok personele/elemana ihtiyacımız olduğunu ona anlatamıyorum/kabul ettiremiyorum.)

* Am I getting through to you?
  (Beni anlayabiliyor musun/Derdimi anlatabiliyor muyum?)

* The angry teacher spent hours trying to get through to his bored students.
  (Asabi öğretmen bezgin öğrencilerinin anlamalarını sağlamak için baya bir zaman harcadı/baya bir uğraştı.)

* I've talked to him many times, but I just can't seem to get through to him.
  (Onunla defalarca/bir çok defa konuştum ama bir türlü anlatamadım/ikna edemedim/o kadar anlattım anlamıyor.)

* Jhumki was determined to find a way to get through to these kids and making learning science fun.
  (Jhumki bu çocuklarla iletişim kurmanın bir yolunu bulup fen dersini eğlenceli hale getirmeyi kafasına/aklına koymuştu.)

* I need to get through to my son and make him see drugs are not the answer!
  (Oğlumla konuşup/iletişim kurup uyuşturucunun çözüm/çare olmadığını görmesini/anlamasını sağlamam lazım.)

* An old friend might well be able to get through to her and help her.
  (Eski bir dostu/arkadaşı belki onunla konuşup/iletişim kurup/onu ikna edip ona yardımcı olabilir.)

* We managed to get through to each other.
  (Kendimizi birbirimize anlatabilmeyi/Birbirimizi anlayabilmeyi/Birbirimizle iletişim kurabilmeyi başardık.)
  (Birbirimizle iletişim kurabilmenin yolunu bulduk.)

* I tried my best to get through to John.
  (John'un anlaması için/John'a anlatabilmek için elimden geleni yaptım/bütün yolları denedim.)

* I feel I'm not getting through to some of the kids in my class.
  (Sınıfımdaki bazı öğrencilerle iletişim kurmayı başaramıyorum gibi hissediyorum.)
  (Sınıfımdaki bazı öğrenciler dersi/anlattıklarımı anlamıyorlar gibime geliyor.)

* Am I getting through to you, or should I speak slower?
  (Beni anlıyor musun yoksa daha yavaş mı konuşmam lazım/konuşayım?)
  (Beni anlayabiliyor musun yoksa daha yavaş mı/tane tane mi anlatayım?)

* Deaf people sometimes find it hard to get through to strangers.
  (İşitme engelli insanlar bazen yabancılarla/tanımadıklarıyla iletişim kurmakta zorlanabilirler.)
  (Yabancılarla iletişime geçmek/iletişim kurmak işitme engelli kişilere bazen zor gelir.)

* The little boy could not get through to his housemother.
  (Küçük çocuk, kaldığı çocuk yuvasının yöneticisi kadına derdini/meramını anlatamadı.)
  (Küçük çocuk, kaldığı çocuk yuvasının yöneticisi kadınla sağlıklı bir iletişim kuramadı.)

* Our warnings finally got through to him.
  (Uyarılarımızı sonunda/nihayet anladı.)
  (Ona yaptığımız uyarılar sonunda işe yaradı/etkisini göstermeye başladı.)

* I need someone who can get through to him.
  (Onunla konuşabilecek/sağlıklı iletişim kurabilecek/Onunla konuşup ikna edebilecek birine ihtiyacım var.)

* I really love this new singer. What she was singing about really got through to me.
  (Bu yeni şarkıcıyı çok beğeniyorum. Şarkılarının sözleri/Şarkılarında anlattıkları beni damardan yakalıyor.)
  (Bu yeni şarkıcıya bayılıyorum. Şarkılarında anlattıkları tam beni anlatıyor/şarkılarının sözlerinde kendimi buluyorum.)

* After showing James the pie charts and diagrams, I was finally able to get through to him.
  (James pasta grafikler ve şemalarla gösterince/sununca sonunda/nihayet söylediklerini/anlattıklarını tam olarak anlayabildim.)

* Pictures can sometimes help you get through to people more effectively than writing can.
  (Bazen bir resimle insanlara meramınızı/derdinizi/anlatmak istediklerinizi bir yazıdan daha etkili bir şekilde anlatabilirsiniz.)
  (İnsanlara derdinizi/meramınızı anlatmanızda bir resim bazen bir yazıdan daha çok yardımcı olabilir.)

* I warned the children about the dangers of playing in the street, but I am afraid that I didn't get through.
  (Çocukları caddede/sokakta oyun oynamanın tehlikeli olduğu konusunda uyardım ama maalesef anlatamadım/onlara etki edemedim/sözümü dinletemedim.)

* The teacher hoped to get through to the students by relating the subject to popular music.
  (Öğretmen, öğrencilerinin konunun popüler müzikle bağlantısını/ilişkisini anladıklarını umdu.)

* Grounding and other bog-standard punishments didn't get through to his son at all.
  (Evden dışarı çıkartmama ve diğer bilindik/normal cezalar oğlunun yaptığı hatayı anlamasında hiç bir yardımı/faydası olmadı.)
  (Evden dışarı çıkmama ve diğer bilindik/normal cezaların onun oğlunda hiç bir etkisi olmadı/etki etmedi.)

* When the rich boy's father lost his money, it took a long time for the idea to get through to him that he'd have to work and support himself.
  (Zengin çocuğun babası servetini kaybedince, çalışıp geçimini sağlamak zorunda olduğu düşüncesini oğluna anlatabilmesi/izah edebilmesi/kabul ettirebilmesi baya bir zamanını aldı.)

14 Haziran 2016 Salı

İngilizce Deyimler ve İfadeler 105

to get down to business/work


= to begin seriously doing what you need to do
    to start talking about the subject to be discussed
    to apply oneself to serious matters; to concentrate on work
    to begin to get serious
    to stop making small talk and start talking about serious topics related to business

= çalışmaya başlamak/koyulmak/girişmek
    iş konuşmaya/görüşmeye/toplantıya başlamak
    ciddileşmek, dikkatini vermek, konsantre olmak, yoğunlaşmak
    asıl işi ele almak/görüşmek/konuşmak
    asıl konuya gelmek, asıl işe bakmak, sadede gelmek

get down to business english ingilizce


* If everybody is here, let's get down to business.
  (Herkes buradaysa/geldiyse/tamamsa haydi başlayalım.)

* I've never seen him really get down to work.
  (Onun kendini tam olarak/adamakıllı işine verdiğini hiç görmedim.)

* Skip the pleasantries and get down to business.
  (Muhabbeti/Hoşbeşi bırak/geç de işi konuş/sadede gel/asıl konuya gel.)

* We've spent too much time goofing off. Now it's time to get down to work.
  (Boşa oturarak çok zaman/bir sürü zaman kaybettik/harcadık. Artık işe koyulmanın/girişmenin zamanı geldi.)

* I have a plane to catch, so let’s get down to business.
  (Uçağa yetişmem lazım, o yüzden haydi başlayalım/haydi işimize bakalım/koyulalım.)

* Dortmund get down to business in Dubai.
  (Dortmund takımı, Dubai'de çalışmalarına başladı.)

* You need to get down to work if you want to finish the assignment on time.
  (Ödevi/Görevi vaktinde bitirmek/yetiştirmek istiyorsan başlaman lazım.)

* Bob, it's high time you got down to work.
  (Bob, şimdiye başlaman/başlamış olman lazımdı.)

* Democratic candidates get down to business.
  (Demokrat Parti adayları çalışmalara başladı.)

* It's time to work now. Let's get down to business.
  (Şimdi/Artık iş zamanı. Haydi işe koyulalım/Haydi herkes işinin başına.)

* I enjoyed myself as a tourist but felt that I had to get down to business.
  (Turist olmanın tadını çıkarıyordum/keyfini sürüyordum ama kendimi işe koyulmak/girişmek zorunda hissettim.)

* If the introductions are over I'd like to get down to business.
  (Eğer giriş/açılış/takdim/tanışma kısmını bitirdiysek artık işimize bakalım diyorum.)
  (Eğer giriş/açılış/takdim/tanışma kısmı bittiyse, artık başlayalım mı/başlayabilir miyiz?)

* Enough talking. Let's get down to business!
  (Bu kadar muhabbet yeter. Haydi başlayalım/işimize bakalım/herkes işinin başına!)

* Before we get down to business, I'd like to thank you all for coming today.
  (Başlamadan önce bugün geldiğiniz için/katılımlarınızdan dolayı hepinize teşekkür etmek istiyorum.)

* Ok we have a lot of work to cover, let's get down to business!
  (Pekala bitirmemiz gereken bir sürü işimiz var, haydi başlayalım/iş başına!)

* Dinner is finished and now it's time to get down to business.
  (Yemek bitti, artık işimize bakmanın zamanı geldi/işimizle ilgilenelim.)

* When the meeting began everybody got down to business and began to discuss the important issues.
  (Toplantı başladığında/başlayınca herkes ciddileşti ve önemli meseleleri/konuları konuşmaya/tartışmaya/ele almaya başladı.)

* I believe that everyone is present for the board meeting, so let's get down to work, shall we?
  (Sanırım yönetim kurulu toplantısı için herkes mevcut/gelmiş durumda, o halde haydi başlayalım, olur mu/ne dersiniz?)

* No more chit-chat! Get down to work!
  (Bu kadar sohbet/çene çalma yeter! Çalışmaya başlayın/Dikkatinizi işinize verin/İşinize dönün/bakın/İşinizle ilgilenin!)

* With the election out of the way, the government can get down to business.
  (Seçimler aradan çıktığına/halledildiğine göre hükumet çalışmalarına başlayabilir.)

* All right, every one. Let's get down to business. There has been enough chitchat.
  (Pekala millet/arkadaşlar. Haydi başlıyoruz/herkes iş başına. Yeterince muhabbet ettik/çene çaldık.)

* When the president and vice president arrive, we can get down to business.
  (Başkan ve Başkan Yardımcısı geldiğinde başlayabiliriz.)

* Gentlemen, let’s leave the small talk to the side and get down to the business that we came for.
  (Beyler, muhabbeti bırakalım da buraya/bir araya gelme sebebimiz olan işimize bakalım/yoğunlaşalım.)

* They both knew they did not have much time, so they got down to business and began to discuss the issues that needed to be settled.
  (Her ikisi de fazla vakitlerinin olmadığını biliyordu/olmadığının farkındaydı, bu yüzden muhabbeti bırakıp/geçip asıl konuya girdiler ve halledilmesi/çözülmesi/ele alınması gereken meseleleri konuşmaya/görüşmeye başladılar.)

* You've been talking on the phone for a long time. I think it’s time you get down to business and finish your homework.
  (Saatlerdir telefonla konuşuyorsun. Bence artık işine bakıp ödevini bitirmelisin.)

* Now that everyone's here, let's get down to business and talk about the proposal.
  (Madem herkes burada/hazır, haydi başlayalım ve teklifle ilgili konuşalım.)

* I enjoyed working at the lemondade stand for the Summer, but it is time to get down to business and find a better job!
  (Yazın limonatacıda/limonata standında çalışmak zevkliydi ama artık ciddileşmenin/işi ciddiye almanın ve daha iyi bir iş bulmanın zamanı geldi.)

* We’ve got to get down to business, folks, or we’ll never get the newsletter out on time.
  (Haydi herkes iş başına arkadaşlar yoksa haber bültenini asla vaktinde yayımlayamayacağız/yetiştiremeyeceğiz.)

* We need to get down to business if we hope to finish this today.
  (Eğer bunu bugün bitirmek istiyorsak, hemen başlamamız/işe koyulmamız/girişmemiz lazım.)

* We decided to get down to business and try to finish our work quickly.
  (Hemen/Ciddiyetle çalışmaya koyulmaya ve işimizi çabucak bitirmeye gayret etmeye karar verdik.)

* The committee got down to business after coffee.
  (Komite/Komisyon kahve molasından/arasından sonra işe koyuldu/çalışmalarına başladı.)

12 Haziran 2016 Pazar

İngilizce Deyimler ve İfadeler 104

to get down to (sth/doing sth)


= to start doing something seriously and with a lot of attention and effort
    to give serious attention to something
    to start something seriously, with effort
    to start to direct your efforts and attention towards something
    to begin doing some kind of work in earnest

= (bir şeyi yapmaya ciddiyetle) başlamak/koyulmak/girişmek
    ciddiyetle üzerine eğilmek, ciddi şekilde ele almak
    bir şeyi kendini vererek/motive olarak yapmak

başlamak girişmek koyulmak
get down to doing something english expression ingilizce


* I can't seem to get down to studying, what should I do?
  (Kendimi tam olarak vererek bir türlü ders çalışmaya koyulamıyorum/oturamıyorum. Ne yapmalıyım/Ne yapmamı önerirsiniz?)
  (Şöyle oturup da ciddi bir şekilde bir türlü ders çalışamıyorum. Ne yapmalıyım/Ne yapmamı önerirsiniz?)

* After lunch we got down to discussing the issue of pay.
  (Öğle yemeğinin ardından ödemeler/maaşlar konusunu görüşmeye/tartışmaya başladık.)

* Now let's get some breakfast and then get down to finishing the first draft.
  (Şimdi kahvaltımızı yapalım, sonra da/ardından da ön taslağı bitirmeye koyulalım/girişelim/kendimizi ön taslağı bitirmeye/tamamlamaya verelim.)

* I've got a lot of work to do, but I can't seem to get down to it.
  (Yapacak bir sürü işim var ama bir türlü başlayamıyorum/işe koyulamıyorum.)

* It's time to stop delaying and get down to work.
  (Artık ertelemek/tehir etmek/"sonra yaparım" demek yok/sonraya bırakmak yok, işe koyulma vakti.)
  (Ertelemeyi bırakıp işe koyulmak/işi yapmaya başlamak zorundayım.)
  (Tehir etmeyi bırakıp işe koyulmam/işi yapmaya başlamam gerekiyor.)

* I must get down to sorting out that pile of papers on my desk.
  (Masamdaki şu kağıt/evrak yığınını/tomarını/kalabalığını tasnif etmeye/ayırmaya koyulmalıyım/başlamam lazım.)
  (Masamda biriken/yığılı duran evrakları/kağıtları düzenlemeye/evraklara/kağıtlara bir düzen vermeye koyulmam lazım.)

* I find it extremely difficult to get down to doing any revision for examinations.
  (Sınavlar için konuları tekrar gözden geçirmeye başlamak bana aşırı zor geliyor.)

* I must get down to booking the hotels.
  (Otel rezervasyonlarını yapmaya başlamam lazım.)

* The team got down to the research.
  (Ekip araştırmaya koyuldu.)

* Let’s get down to the lesson.
  (Haydi bakalım dersimize başlayalım/başlıyoruz.)

* I must get down to reading Jack's article which he sent me two weeks ago.
  (Jack'in bana iki hafta önce gönderdiği/yolladığı makaleyi okumaya başlamam lazım.)

* I must get down to writing this report.
  (Bu raporu yazmaya başlamam/koyulmam lazım.)

* It has definitely motivated me to get down to finishing the book.
  (Kitabı bitirmeye yoğunlaşmamda/Kendimi kitabı bitirmeye/tamamlamaya vermemde onun çok büyük motive edici etkisi var/oldu.)
  (Kendimi kitabı bitirmeye/tamamlamaya vermemde onun yüzde yüz etkisi var/oldu.)

* I have to get down to my typing.
  (Yazma işime başlamam/koyulmam lazım.)

* I can't put this off any longer – it's time to get down to it!
  (Bunu daha fazla tehir edemem/geciktiremem/sonraya bırakamam, artık başlamam lazım!)

* I’ve been putting this off for too long. It’s time to get down to it.
  (Bayadır/Epeydir/Çok uzun zamandır bunu erteliyorum/sonra yaparım diyorum. Artık yapma zamanı geldi.)

* Here are some ideas and tips to help get down to studying.
  (İşte kendinizi ders çalışmaya vermenize yardımcı olacak/yarayacak size bazı öneri ve ipuçları.)
  (Aşağıda kendinizi ders çalışmaya vermenize yardımcı olacak/yarayacak bazı öneri ve ipuçları yer alıyor/bulabilirsiniz.)

* John, you get in here this minute and get down to that homework!
  (John hemen/derhal buraya gel ve şu ödevini yapmaya başla!)
  (John hemen/derhal buraya geliyorsun ve şu ödevini yapmaya başlıyorsun!)

* The exam is the day after tomorrow, so let's get down to studying.
  (Sınava bir gün kaldı/Bir gün sonra sınavımız var, bu yüzden haydi ciddi bir şekilde ders çalışmaya başlayalım/kendimizi derse verelim.)

* Why can't I get down to studying? I always have a plan to study and then when I come to do it, I only do a bit and then get distracted and do something else.
  (Ya ben neden oturup adamakıllı ders çalışamıyorum/ders çalışmaya kendimi veremiyorum/motive olamıyorum? Ders çalışmak için hep plan yapıyorum, sonra ders çalışma vakti gelince de biraz/çok az çalışıyorum ardından dikkatim dağılıyor ve başka şey yapıyorum/başka şeyle meşgul oluyorum.)

9 Haziran 2016 Perşembe

İngilizce Deyimler ve İfadeler 103

can't seem to do something


= apparently unable to or incapable of doing something
    used to express the idea of repeatedly trying without success
    be unable to do something, despite having tried
    used to say that you have tried to do something but cannot do it
    used to make a statement less forceful or more polite
    used to diminish the force of a following infinitive to be polite

= (denemeye/uğraşmaya rağmen) bir türlü olmamak/yapamamak

can't seem to do something English ingilizce

* No matter how hard I try, I can't seem to concentrate on this book.
  (Ne kadar uğraşsam da/gayret etsem de bir türlü bu kitaba kendimi veremiyorum.)

* He couldn't seem to figure out how to work the machine.
  (Makinenin nasıl çalıştığını bir türlü bulamadı.)

* I can't seem to quit smoking.
  (Sigarayı bir türlü bırakamıyorum.)
  (Sigarayı bırakmayı kaç defa denedim ama olmuyor.)

* I can't seem to get through to you.
  (Yok galiba size anlatamayacağım.)
  (Anlatıyorum anlatıyorum, anlamıyorsunuz bir türlü.)
  (O kadar -telefonla- aradım sana ulaşamıyorum/ulaşamadım.)

* I just can't seem to get this jar open!
  (Bu kavanozu bir türlü açamıyorum!)
  (Bu kavanozu da bir açamadım ya!)
  (Bu kavanoz da bir açılmadı gitti ya!)

* You can't seem to finish anything.
  (Bir işi bitiremiyorsun.)
  (Bir işi bitireceğin yok senin.)

* John can't seem to avoid Jeny.
  (John bir türlü Jeny'den uzak duramıyor.)
  (John, Jeny'siz yapamıyor/yapamaz.)

* I can't seem to stop eating.
  (Yememe bir türlü engel olamıyorum.)
  (Boğazımı tutamıyorum.)

* He couldn't seem to remember his lines.
  (Repliğini bir türlü hatırlayamadı/Repliği bir türlü aklına gelmedi.)

* I can't seem to solve the problem.
  (Problemi bir türlü çözemiyorum.)

* I couldn't seem to hit the ball straight.
  (Topa bir türlü düzgün vuramadım.)
  (O kadar uğraşmama/denememe rağmen topa düzgün vuramadım.)

* I can't seem to reach John.
  (John'a bir türlü ulaşamıyorum.)
  (John'u aradım defalarca ama ulaşamıyorum.)

* He can't seem to stop talking about you.
  (Senin hakkında konuşmadan duramıyor.)
  (Sürekli senin hakkında konuşuyor/senden bahsediyor/iki lafından biri sensin.)

* I can't seem to escape you today.
  (Yok bugün senden kurtulamayacağım.)
  (Anlaşıldı bugün senden kurtuluş yok.)
  (Bugün seni atlatamayacağım anlaşılan!)

* John can't seem to find a decent job.
  (John adam gibi/doğru dürüst/adamakıllı/saygın/eli işi düzgün bir iş bulamıyor.)

* We can't seem to find our way back home.
  (Eve dönüş yolunu bir türlü bulamıyoruz.)

* John can't seem to keep his eyes off Jeny.
  (John bir türlü gözlerini Jeny'den alamıyor.)
  (John, Jeny'ye bakmaya doyamıyor.)
  (John'un gözleri sürekli Jeny'de
.)

* You have a go. I can't seem to get it to work.
  (Sen denesene. Ben çalıştıramıyorum bir türlü.)

* John can't seem to get over Jeny's death.
  (John, Jeny'nin ölümünü bir türlü atlatamıyor/atlatamadı.)
  (John, Jeny'nin ölümünden sonra bir türlü kendini toparlayamadı/toparlanamadı.)

* John and Jeny can't seem to agree on anything.
  (John ve Jeny hiçbir şeyde bir türlü anlaşamıyorlar/uzlaşamıyorlar/fikir birliğine varamıyorlar.)

* I can't seem to recall where we met.
  (Nerede tanıştığımızı/karşılaştığımızı hatırlayamıyorum.)
  (Nerede tanıştığımız/karşılaştığımız gelmiyor aklıma bir türlü.)

* John can't seem to get rid of his nasty cold.
  (John yakalandığı ağır gribi/soğuk algınlığını bir türlü atlatamıyor.)
  (John yakalandığı ağır gripten/soğuk algınlığından bir türlü kurtulamıyor.)

* I just can't seem to outdo him. I've got a lot to learn.
  (Onu bir türlü geçemiyorum. Öğrenmem gereken çok şey var.)
  (Onu bir türlü yenemiyorum. Daha kırk fırın ekmem yemem lazım.)

* Some people can't seem to understand that I don't need alcohol to have a good time.
  (Bazı insanlar alkolsüz de güzel vakit geçirebileceğimi/eğlenebileceğimi anlayamıyor/kafası basmıyor.)

* I can't seem to focus on work at all today.
  (Bugün kendimi işe hiç veremiyorum.)

* I can't seem to do anything that doesn't make John angry.
  (Ne yapsam John'a batıyor/John'un hoşuna gitmiyor.)
  (Ne yapsam John yine de kızıyor.)

* I can't seem to get the story straight.
  (Olayı tam olarak/doğru bir şekilde anlayamıyorum.)
  (Kafam olaya tam olarak basmıyor bir türlü.)

* I can't seem to learn these Chinese characters.
  (Bu Çince harfleri öğrenemeyeceğim galiba.)
  (Olmuyor, bu Çince harfleri öğrenemiyorum bir türlü.)

* I can't seem to get warm. I've been cold all day.
  (Bir türlü ısınamıyorum. Bütün gün üşüdüm.)

* John can't seem to do anything right.
  (John hiçbir şeyi doğru dürüst/düzgün bir şekilde yapamıyor.)

* I've been over these figures three times, but I just can't seem to get them to add up.
  (Bu rakamların/sayıların üzerinden üç defa geçtim ama bir türlü toplamı tutturamıyorum.)
  (Bu rakamları/sayıları üç defa kontrol ettim ama toplamı bir türlü tutturamıyorum.)

* I can't seem to get up early in the morning.
  (Sabahları bir türlü erken kalkamıyorum.)

* I can't seem to get along with her.
  (Onunla bir türlü anlaşamıyorum/geçinemiyorum.)