29 Ekim 2017 Pazar

Çeviri Çalışmaları 104

English Through Videos 

Videolarla İngilizce


Social Conversations in English-9


A: Jack, have you met Lisa?
B: No, I haven't.
A: Oh, then let me introduce you to her right now.
   Lisa, this is my friend, Jack.
C: Nice to see you, Jack.
B: How do you do, Ms. Lisa? Glad to meet you too.
C: I've spoken with you on the phone.
B: Yes, I remember.
------------ ------------
* to meet= tanışmak
- The moment we met, we fell in love with each other.
  (Tanıştığımız an, birbirimize aşık olduk/tutulduk/vurulduk.)

* then= öyleyse, o halde
* let me do sth= yapayım, edeyim
* to introduce someone to someone= birini biriyle tanıştırmak, birine birine tanıtmak/takdim etmek
- Please introduce me to her.
  (Lütfen beni onunla tanıştır.)

* right now= hemen şimdi, derhal
* friend= arkadaş
* nice= hoş, memnuniyet verici, güzel, iyi
* to see= görmek
* nice to see you= seni gördüğüme sevindim, tanıştığımıza memnun oldum
* how do you do?= nasılsınız, tanıştığımıza memnun oldum
* glad= memnun, mutlu, sevinçli
* glat to meet you= tanıştığımıza memnun oldum/sevindim, müşerref oldum
* too= de/da, dahi
- My daughter is vegetarian too.
  (Kızım da vejetaryen/sadece sebze yiyor/et yemiyor.)

* to speak with someone on the phone= biriyle telefonla konuşmak/görüşmek
- We spoke with him on the phone, he's expecting us.
  (Onunla telefonla konuştuk/görüştük, bizi bekliyor.)

* to remember= hatırlamak
- How can you not remember me?
  (Nasıl beni hatırlamazsın/Beni nasıl hatırlamazsın?)
------------- -----------
A: Jack, Lisa ile tanıştın mı?
B: Hayır, tanışmadım.
A: Öyleyse hemen şimdi seni onunla tanıştırayım.
   lisa, bu, arkadaşım Jack.
C: Seni gördüğüme sevindim/Tanıştığımıza memnun oldum Jack.
B: Nasılsınız Bayan Lisa? Ben de tanıştığımıza memnun oldum.
C: Telefonla konuşmuştum/konuşmuştuk/görüşmüştüm seninle.
B: Evet, hatırlıyorum.

25 Ekim 2017 Çarşamba

Çeviri Çalışmaları 103

English Through Videos 

Videolarla İngilizce


Social Conversations in English-8


A: Hi, may I have the pleasure of buying you a drink?
B: Ok, thank you.
A: How do you like vodka?
B: I'm afraid it's too strong for me.
A: Then I suggest you have a taste of Shanghai cocktail.
B: That's a good idea.
A: There is a floor show in our lobby bar.
   Would you like to see it?
B: Sure, let's go.
------------ ------------
* may= izin, kibarca istek/rica ifade eden modal
- May I have your autograph?
  (İmzanızı alabilir miyim?)

* to have the pleasure of sth/doing sth= yapmanın zevkini/sevincini/mutluluğunu tatmak/yaşamak, yapmanın şerefine nail olmak
- May I have the pleasure of this dance?
  (Bu dansın mutluluğunu yaşayabilir miyim/Bana bu dansı lutfeder misiniz?)

* to buy= satın almak, ısmarlamak
* drink= içki, içecek
* to buy (someone) a drink= birine bir içki/içecek ısmarlamak
- Gent over there wants to buy you a drink.
  (Şuradaki beyfendi/adam size içki ısmarlamak istiyor.)

* to like= sevmek, beğenmek, hoşlanmak, arzulamak, istemek
- How do you like your eggs?
  (Yumurtanı nasıl seviyorsun/istersin/alırsın?)

* I'm afraid= maalesef, ne yazık ki, korkarım ki, üzgünüm
* too= çok fazla, aşırı, haddinden/normalden fazla
* strong= güçlü, sert, ağır
* then= öyleyse, o halde
* to suggest= önermek, tavsiye etmek, teklif etmek
- We trust in your taste! What do you suggest?
  (Damak tadına güveniyoruz. Ne önerirsin/Önerin/Tavsiyen nedir?)

* to have a taste of= tatmak, tadına bakmak
- Wouldn't you like to have a taste of what you're seeing now?
  (Şu gördüğünüz şeyin tadına bakmak istemez misiniz?)

* idea= fikir, düşünce, plan
* That/It is a good idea= güzel fikir, bana uyar, olur, tamam, hoşuma gitti
* floor show= eğlence programı, gösteri
* to like= istemek, arzu etmek
- Please leave the toilet as you would like to find.
  (Lütfen tuvaleti nasıl bulmak istiyorsanız öyle bırakın.)

* to see= bakmak, seyretmek, izlemek
- I really want to see this movie with you.
  (Bu filmi seninle izlemeyi çok istiyorum.)

* let's do sth= (let us do sth) haydi yapalım/edelim
* to go= gitmek
- Let's say that we have no choice but to go there.
  (Oraya gitmekten başka şansımızın olmadığını varsayalım.)
  (Diyelim ki/Farzedelim ki oraya gitmekten başka çaremiz/seçeneğimiz yok.)
------------- -----------
A: Merhaba, size bir içki ısmarlama şerefini bana bahşeder misiniz?
B: Olur, teşekkürler.
A: Votkayı nasıl alırsın/Votka sever misin/Votkayla aran nasıl?
B: Maalesef/Ne yazık ki votka bana sert geliyor/votka beni çarpıyor.
A: Öyleyse size Shanghai kokteylinin tadına bakmanızı öneririm.
B: İyi fikir/Hoşuma gitti.
A: Lobi barımızda bir eğlence programı var.
   Bakmak/Seyretmek ister misin?
B: Olur, gidelim.

20 Ekim 2017 Cuma

Çeviri Çalışmaları 102

English Through Videos 

Videolarla İngilizce


Social Conversations in English-7


A: Nice day, isn't it?
B: Yes, very good.
A: What's the weather like in London?
B: Just now, it's like in London, warm and sunny.
A: Does it usually rain a lot in London?
B: I suppose so. We get a lot of rain, but we also get good weather.
A: Beijing can be very hot in summer. I prefer autumn.
B: Yes. I like autumn and spring, too.
------------ ------------
* nice= hoş, güzel
* day= gün
* tag question/eklenti soru= değil mi, doğru mu, tamam mı manalarına gelen soru yapısı.
  Cümlenin zamiri ve yardımcı fiili ile kurulur. Yardımcı fiil, cümle olumlu ise olumsuz, olumsuz ise olumlu hal alır.
- Your father is an engineer, isn't he?
  (Baban mühendis, değil mi/doğru mu?

* weather= hava
* to be like= benzemek, gibi/aynı/benzer olmak
- What's istanbul like?
  (İstanbul neye benziyor/nasıl bir yer?)

* just= tam, tamamen, tamı tamına
        aynen, tıpkı
- It's just ten o'clock.
  (Saat tam on.)
- You look just like your father.
  (Aynı/Tıpkı babana benziyorsun.)

* now= şimdi
* just now= tam şu an, şu anda
            aynen şu anki gibi
* warm= ılık, ılıman
* sunny= güneşli
* usually= genellikle, çoğunlukla, umumiyetle
* to rain= yağmur yağmak
* a lot= çok, fazla
* I suppose so= isteksiz/gönülsüz evet/tasdik, maalesef öyle
- A: Could you loan me £50? B: Yes, I suppose so.
  (A: Bana 50 pound borç verir misin? B: Tamam, vereyim bakayım.)

* to get rain= yağış almak, yağmur görmek
- Some places get a lot of rain, while others get little.
  (Bazı yerler çok yağış alırken, bazı yerler az yağış alır.)

* also= de/da, ayrıca, bunun yanısıra
* can= ..ebilmek, olasılık, imkan ifade eden modal
- Making friends can be difficult.
  (Arkadaş edinmek/bulmak zor olabilir/kolay olmayabilir.)

* hot= sıcak
* summer= yaz mevsimi
* to prefer= tercih etmek, yeğlemek, daha çok sevmek
- He prefers watching football to playing it.
  (Futbol izlemeyi futbol oynamaktan daha çok seviyor.)

* autumn= sonbahar
* to like= sevmek, hoşlanmak, beğenmek
- What sort of people do you like best?
  (En çok ne tür/nasıl insanlardan hoşlanıyorsun?)

* spring= ilkbahar mevsimi
* too= de/da
------------- -----------
A: Güzel bir gün, değil mi?
B: Evet, çok güzel.
A: Londra'da hava nasıl oluyor/Londra'nın havası nasıl?
B: Şu anda/Aynı şu anki gibi, Londra'da hava ılıman ve güneşli.
A: Genellikle Londra'da çok yağmur yağıyor mu/Londra çok yağmurlu oluyor mu?
B: Maalesef evet. Bizim oralar çok yağmurlu olur ama güzel havalarımız da olur.
A: Pekin yazın çok sıcak olabiliyor. Ben sonbaharı daha çok seviyorum/Favori mevsimim sonbahar.
B: Evet. Ben de sonbahar ve ilkbaharı seviyorum.

3 Ekim 2017 Salı

Çeviri Çalışmaları 101

English Through Videos 

Videolarla İngilizce


Social Conversations in English-6

A: I can't imagine meeting you here!
B: Me too.
A: So, how's the family?
B: Oh, you didn't know. My parents got divorced.
A: They got divorced?
B: Yeah. My dad's shacking up with a young woman.
   She's almost 20 years younger than him.
   She's just a little older than me.
A: Oh, that's terrible. I'm so sorry to hear this news.
B: I know. It's ugly.
------------ ------------
* can't= (can not) edememek, yapamamak, (kabiliyet, yetenek, imkan belirten can modalinin olumsuz yapısı)
- A: Can they speak French? B: No, they can’t.
  (A: Fransızca konuşabiliyorlar mı/biliyorlar mı? B: Hayır, konuşamıyorlar/bilmiyorlar.)

* to imagine= düşünmek, hayal etmek, tasavvur etmek, aklına getirmek, tahmin etmek, sanmak
- I can't imagine living in a world without electricity.
  (Elektriksiz bir dünyada yaşamayı/yaşamı hayal edemiyorum/düşünemiyorum.)

* to meet= karşılaşmak, rastlamak
- I met again the girl who I had met in the park the other day.
  (Geçen gün parkta karşılaştığım/rastladığım/gördüğüm kızla tekrar karşılaştım.)

* I can't imagine meeting you here= (= fancy meeting you here) seni burada göreceğime dünyada inanmazdım,
  seni burada göreceğim dünyada aklıma gelmezdi, seni burada görmek çok güzel, seni burada gördüğüme şaşırdım

* so= Cümleye,özellikle soru cümlesine giriş ifadesi (eee, söyle bakalım vb)
* family= aile
* to know= bilmek, haberi olmak, duymak
- You didn't know Ali was going to Bursa, did you?
  (Ali'nin Bursa'ya gittiğini bilmiyordun/gittiğinden haberin yoktu, değil mi?)

* parent= ebeveyn, anne baba
* to get divorced= boşanmak
- Word has it that they are going to get divorced.
  (Dediklerine/Söylenenlere göre boşanacaklarmış/boşanıyorlarmış. Boşanacakları konuşuluyor.)

* dad= baba
* to shack up with someone= evli olmadan birlikte yaşamak, aşk hayatı yaşamak, karı koca gibi yaşamak
- He left his wife and shacked up with a woman half her age.
  (Karısından ayrılıp/Karısını terk edip hanımının yarı yaşında bir kadınla karı koca hayatı yaşadı.)

* young= genç
* younger= daha genç
* woman= kadın, bayan
* almost= neredeyse, hemen hemen, aşağı yukarı
- I'm almost finished. (Aşağı yukarı/Hemen hemen bitirdim/Bitirmek üzereyim/Neredeyse bitirdim sayılır.)

* than= ..den/dan
* just= kıl payı, yalnızca, çok az, zoraki, zar zor
- A: Is it raining? B: Just! (A: Yağmur yağıyor mu? B: Çok az/Serpiştiriyor/Çok hafif/Yağıyor sayılmaz.)

* little= biraz, az, azıcık
* old= yaşlı
* older= daha yaşlı
* terrible= korkunç, kötü
* ugly= çirkin, kötü, yakışıksız, iğrenç, mide bulandırıcı
* to be sorry= üzgün olmak, üzülmek
- I'm sorry to say that our efforts have failed.
  (Üzülerek söyleyeyim ki/belirteyim ki gayretlerimiz/çabalarımız boşa gitti.)

* to hear= duymak
- I heard what happened to you.
  (Başına gelenleri duydum. Başına gelenlerden haberim var.)

* news= haber, havadis
* I know= bence de, aynen, al benden de o kadar, sana katılıyorum, haklısın
- A: I hope it doesn't cool off this weekend. B: I know. I really want to go to the beach.
  (A: Umarım bu hafta sonu hava serinlemez/soğumaz. B: Aynen. Plaja gitmeyi çok istiyorum.)
------------- -----------
A: Seninle burada karşılacağım/Seni burada göreceğim hiç aklıma gelmezdi.
B: Benim de/Ben de beklemiyordum/Bana da sürpriz oldu.
A: Eee, ailen/sizinkiler nasıl?
B: Oh, haberin yok senin/sen bilmiyormuşsun/duymamışsın. Annem babam boşandı.
A: Boşandılar mı?
B. Evet. Babam genç bir kadınla birlikte yaşıyor/aşk hayatı yaşıyor.
   Kadın ondan/babamdan neredeyse yirmi yaş küçük.
   Kadın/Kadının yaşı benden çok az büyük.
A: Çok kötü olmuş. Bu haberi duyduğuma çok üzüldüm.
B: Aynen/Al benden de o kadar. Yakışıksız/Çirkin/İğrenç/Mide bulandırıcı bir şey.

2 Ekim 2017 Pazartesi

Çeviri Çalışmaları 100

English Through Videos 

Videolarla İngilizce


Social Conversations in English-5

A: Jack, is this Jack, isn't it?
B: Well, well, John, fancy meeting you here.
A: Small world, isn't it?
B: Yes. What are you doing here? On business?
A: I'm here on holiday with my wife. And you?
B: So am I.
A: Only yourself?
B: No, the whole family, they are over there.
------------ ------------
* tag question/eklenti soru= değil mi, doğru mu, tamam mı manalarına gelen soru yapısı.
  cümlenin zamiri ve yardımcı fiili ile kurulur. Yardımcı fiil, cümle olumlu ise olumsuz, olumsuz ise olumlu hal alır.
- He came to the meeting, didn't he? (O taplantıya geldi, değil mi?)
- You haven't had your dinner yet, have you? (Yemeğinizi henüz yemediniz, öyle mi?)

* fancy= şaşırma, şaşkınlık, sürpriz ifadesi
- Fancy you knowing my sister!
  (Kızkardeşimi tanımana şaşırdım/tanımanı beklemiyordum. Vay be, kardeşimi tanıyorsun!)

* to meet= karşılaşmak, rastlamak
- I met him on my way home. (Eve giderken/gelirken ona rastladım/onunla karşılaştım.)

* fancy meeting you here= seni burada göreceğime dünyada inanmazdım, seni burada göreceğim dünyada aklıma gelmezdi
  seni burada görmek çok güzel, seni burada gördüğüme şaşırdım

* small= küçük, ufak
* world= dünya
* to do= yapmak
* What are you doing here?= Burada ne yapıyorsun/ne işin var/ne arıyorsun?
* on= amaç, maksat ifade eden edat
* business= iş, ticaret
* on business= iş veya ticaret maksadıyla/amaçlı
- Ali is going to Bursa on business next week.
  (Ali önümüzdeki hafta iş için Bursa'ya gidecek/gidiyor.)

* holiday= tatil
* wife= karı, hanım
* so= de/da (ben de/o da vb) ifade eden yapı (so+yardımcı fiil+özne)
- The students are waiting in the garden. So are the teachers.
  (Öğrenciler bahçede bekliyor. Öğretmenler de.)

* only= sadece, tek
* oneself= kendi, bizzat
* whole= bütün, tüm
* family= aile
* over there= orada, o tarafta, işte orada, ta işte
------------- -----------
A: Jack, sen Jack'sin, değil mi/doğru mu?
B: Vay, vay, John, seni burada göreceğim dünyada aklıma gelmezdi.
A: Dünya küçük, değil mi?
B: Evet/Doğru. Burada ne yapıyorsun/arıyorsun? İş için mi buradasın?
A: Karımla birlikte tatil için buradayım. Peki sen?
B: Ben de.
A: Tek başına mısın?
B: Hayır, bütün aile/ailecek, işte oradalar.

1 Ekim 2017 Pazar

Çeviri Çalışmaları 99

English Through Videos 

Videolarla İngilizce


Social Conversations in English-4


A: Nice to meet you. I'm your new neighbor.
B: Nice to meet you. Your face looks familiar to me. Let me see.
   Oh, you're Kate, the youngest daughter of Green.
A: Yes, I am. May I have your name?
B: My name is Jack Chen.
A: Oh, you're the best friend of my father?
B: Exactly.
A: I have heard a lot about you.
B: I hope it's not the bad things about me. How is your father?
A: He is so fine.
B: Send my best wishes to him.
A: Thank you very much.
------------ ------------
* nice to meet you= tanıştığımıza memnun oldum (kendini tanıtmaya başlama ifadesi, merhaba/selam manasında)
* new= yeni
* neighbor= (neighbour) komşu
* face= yüz, surat, sima
* to look= görünmek, gözükmek, durmak, benzemek
- Judging by her letter, she looks to be the best person for the job.
  (Mektubuna/CV'sine/Evraklarına bakacak olursak/bakılırsa, iş için en uygun kişi olduğu gözüküyor.)

* familiar= tanıdık, aşina
* to look familiar= tanıdık gelmek, yabancı gelmemek, gözü bir yerden ısırmak
* to see= görmek, bakmak, düşünmek, hatırlamaya çalışmak
* let me see= bir bakayım, bir düşüneyim, dur/bekle hatırlayacağım
- Let me see- how does that song go?
  (Dur bakayım, o şarkı nasıldı?)

* young= genç
* youngest= en genç, (yaşça) en küçük/ufak
* daughter= kız çocuğu
* to have= almak, elde etmek
* best friend= en iyi/yakın/samimi arkaadaş, kanka
* father= baba
* exactly= aynen öyle, çok doğru
* to hear= duymak, işitmek
- I've never heard such rubbish.
  (Hiç böyle saçma şey duymamıştım.)

* a lot= çok, pek, hayli (şey)
* about= hakkında, ile ilgili
* to hope= ummak, ümit etmek
* I hope= umarım, inşallah
* bad= kötü, fena
* thing= şey
* so= çok
* fine= iyi
* to send= göndermek, yollamak
* best= en iyi (good-better-best)
* wish= dilek
* to send one's best wishes= en iyi/içten dileklerini iletmek/sunmak
------------- -----------
A: Merhaba. Ben yeni komşunuzum.
B: Merhaba. Yüzünüz tanıdık geliyor/yabancı gelmiyor. Dur bakayım/Bir düşüneyim.
   Oh, sen Kate'sin, Green'in en küçük/ufak kızı.
A: Evet, benim/doğru. İsminizi alabilir miyim/öğrenebilir miyim/Sizin isminiz neydi?)
B: İsmim Jack Chen.
A: Siz babamın en iyi arkadaşı değil misiniz?
B: Aynen öyle.
A: Hakkınızda/Sizinle ilgili çok şey duydum.
B: Umarım hakkımda kötü şeyler duymamışsındır. Baban nasıl?
A: Çok iyi.
B: Ona selamlarımı ilet/söyle.
A: Çok teşekkür ederim.