9 Mart 2016 Çarşamba

İngilizce Deyimler ve İfadeler 102

to get used to

to get used to + (noun/Ving)

= to become accustomed to it
    to become used to, to grow used to
    If you get used to something, you are becoming accustomed to it.
    It was strange, now it's not so strange.
    It shows that something is in the process of becoming normal.

= alışmak, normal gelmeye başlamak
    kanıksamak, adapte olmak

to get used to English expression ingilizce alışmak

* I've finally got used to urban life.
  (Sonunda şehir hayatına/yaşamına alıştım.)

* Have you got used to driving on the left yet?
  (Soldan/Sol şeritten araba kullanmaya/sürmeye hala/daha alışamadın mı?)

* John didn't think he'd ever get used to living in Paris.
  (John, Paris'te yaşamaya alışacağını düşünmüyordu/beklemiyordu.)

* You might find it strange at first but you'll soon get used to it.
  (Belki ilk başlarda/zamanlar tuhaf/değişik/garip gelebilir sana ama kısa zamanda alışırsın/alışacaksın.)

* Little by little, he got used to his new family.
  (Yavaş yavaş yeni ailesine alıştı.)

* Jeny soon got used to Japanese food.
  (Jeny kısa sürede Japon yemeklerine/mutfağına alıştı.)

* She found the heels too high, but she got used to them.
  (Topuklar ona aşırı yüksek geliyordu ama alıştı.)

* I'm still trying to get used to it.
  (Hala alışmaya çalışıyorum.)

* Don't worry if your new job is hard at first. You'll get used to it.
  (Yeni işin başlarda/ilk zamanlar zor gelirse ürkme/endişelenme/gözün korkmasın. Alışırsın.)

* It'll take some time to get used to this.
  (Buna alışmak biraz zaman alacak.)

* That year I got used to staying alone.
  (O sene/yıl yalnız/tek başıma kalmaya alıştım.)

* He doesn't like that small town, but he'll get used to it.
  (O küçük kasabayı sevmiyor ama alışacak/alışır.)

* It took me a while, but I got used to speaking another language every day.
  (Biraz zamanımı aldı/Hemen olmadı ama her gün başka/farklı/ikinci bir dil konuşmaya alıştım.)

* I got used to her absence.
  (Onun yokluğuna alıştım.)

* Life is not fair. Get used to it.
  (Hayat adil değil. Alış buna/Kendini alıştır buna.)

* You'll soon get used to living in the country.
  (Kırsal kesimde/Taşrada yaşamaya yakında/kısa sürede/çok geçmeden alışacaksın/alışırsın.)

* It took them a long time to get used to getting up early.
  (Erken kalkmaya alışmaları uzun zamanlarını aldı.)

* It's not something you ever want to get used to.
  (Bu alışmak isteyeceğin türden bir şey değil.)

* You will soon get used to the climate here.
  (Buranın havasına yakında alışırsın.)

* I got used to smoking cigarette ten years ago.
  (Sigara içmeye on yıl önce alıştım.)

* I think I could get used to this.
  (Sanırım buna alışabilirim.)

* You'll get used to it in no time.
  (Ona çok çabuk/çabucak alışacaksın/alışırsın.)

* It's pretty good once you get used to the taste.
  (Bir kere tadına alıştın mı sonra harika geliyor.)

* I don't know if I can get used to that.
  (Buna alışabilir miyim bilmiyorum/emin değilim.)

* It always takes time to get used to a new place.
  (Yeni bir yere alışmak her zaman/daima zaman alır/ister/gerektirir.)

* At first he had trouble getting used to his new house.
  (Başlarda/İlk zamanlar yeni evine alışmakta sorun yaşadı/zorlandı.)

* They got used to living in a big apartment.
  (Onlar büyük dairede yaşamaya/oturmaya alıştılar.)

* I'm starting to get used to the food here.
  (Buranın yemeklerine/mutfağına alışmaya başlıyorum.)

* It took them some time to get used to each other.
  (Birbirlerine alışmaları biraz zaman aldı.)

* In the beginning I found it hard to get used to.
  (Başlarda/İlk zamanlar alışmak bana zor geldi.)

* It takes a lot of time to get used to married life.
  (Evlilik hayatına alışmak uzun zaman ister/gerektirir.)

* I'll never get used to skyrocketing prices for gasoline.
  (Benzin fiyatlarının hızla/aniden yükselmesine hiç bir zaman alışamayacağım.)

* They're gradually getting used to the new situation.
  (Yeni duruma yavaş yavaş alışıyorlar/adapte oluyorlar.)

* You will soon get used to speaking in public.
  (Yakında/Kısa süre içinde toplum içinde/insanlar önünde konuşmaya alışacaksın/alışırsın.)

* Jeny never really got used to living on her own after her husband died.
  (Jeny kocası öldükten sonra yalnız/tek/bir başına yaşamaya bir türlü alışamadı.)

* I didn't understand the accent when I first moved here but I quickly got used to it.
  (Buraya ilk taşındığımda aksanı anlamıyordum ama çabucak alıştım.)

* She has started working nights and is still getting used to sleeping during the day.
  (Geceleri çalışmaya başladı ve gündüz uyumaya yeni yeni alışıyor.)

* I have always lived in the country but now I'm beginning to get used to living in the city.
  (Hep taşrada yaşamıştım ama artık/şimdi şehirde yaşamaya alışmaya başlıyorum.)

* Returnees have trouble getting used to life in Japan.
  (Memleketlerine/Yurtlarına geri dönenler Japonya'daki yaşama/hayata alışma sorunu yaşıyorlar.)

* I got used to living in Canada in spite of the cold weather.
  (Soğuk havaya rağmen Kanada'da yaşamaya alıştım.)

* In special forces, you must get used to all sorts of difficulties and dangers.
  (Özel Kuvvetlerde her türlü zorluğa ve tehlikeye alışmanız gerekmektedir.)

* It took John a few weeks to get used to working in his new office.
  (Yeni ofisinde/işyerinde çalışmaya alışması John'un bir iki/birkaç haftasını aldı.)

* Since the divorce, she has become very sad. But I think she'll get used to her new life.
  (Boşanmadan beri/bu yana çok mahzunlaştı/çok üzgün/mahzun bir hali var. Ama bence yeni yaşamına alışacak/alışır.)

* The new rules were quite different for them but they got used to them in a short time.
  (Yeni kurallar onlar için oldukça farklıydı fakat kısa zamanda alıştılar.)

* Until he got used to his new school, John kept to himself and almost never spoke to the other children.
  (John yeni okuluna alışana kadar içine kapandı ve diğer çocuklarla neredeyse hiç konuşmadı.)

* You get tired of a beautiful woman after three days. You get used to an ugly woman after three days.
  (Güzel bir kadından üç gün sonra/üç günde usanırsın/sıkılırsın. Çirkin bir kadına üç gün sonra alışırsın.)

* In the beginning, It was quite strange for me to drive on the left in the streets of Manchester, but after a few weeks I got used to it.
  (İlk başlarda/zamanlar Manchester caddelerinde soldan araba kullanmak bana baya bir tuhaf gelmişti, ama bir iki hafta geçtikten sonra/geçince alıştım.)

* It took me a few months to get used to living in Japan. At first everything seemed very different, but then gradually it became normal for me.
  (Japonya'da yaşamaya alışmam bir kaç ayımı aldı. Başlarda/İlk zamanlar her şey bana çok farklı geliyordu ama sonra zamanla/gitgide bana normal gelmeye başladı.)

2 Mart 2016 Çarşamba

İngilizce Deyimler ve İfadeler 101

rather than


= instead of; and not
    used with the infinitive form of a verb to indicate negation as a contrary choice or wish

= ... yerine, ..maktansa, ..dense, ..den ise
    ..den ziyade, ..den daha çok
    ..ya tercihen
    ... değil ...


yerine, tercihen, yerde, mektense, maktansa
rather than English expression ingilizce

* That man is so jealous, he will kill rather than lose her.
  (O adam o kadar kıskanç biri ki, onu kaybetmektense öldürür onu.)

* We ought to invest in machinery rather than buildings.
  (Binalara/İnşaata değil, makineye yatırım yapmalıyız.)
  (İnşaat yerine makineye yatırım yapmamız lazım.)
  (Parayı binalara yatıracağımıza/yatırmak yerine makineye yatırımda kullanmalıyız/değerlendirmeliyiz.)

* I prefer to stay at home rather than go out.
  (Dışarı çıkmaktansa/çıkmak yerine evde kalmayı yeğlerim/tercih ederim.)

* Rather than continue the argument, he walked away.
  (Tartışmayı sürdürmek yerine çekip gitti/oradan uzaklaştı.)
  (Tartışmayı sürdürmektense çekip gitmeyi/oradan uzaklaşmayı tercih etti.)

* He saw his music as a hobby rather than a career.
  (Müzik uğraşını/çalışmalarını bir kariyerden/meslekten/işten ziyade bir hobi olarak gördü.)

* He chose to sing rather than play violin.
  (Keman çalmak yerine şarkı söylemeyi seçti.)
  (Keman çalmayı değil de şarkı söylemeyi/şarkıcılığı seçti.)

* Use specific words rather than generic categories.
  (Genel kategorilerden çok, belirli sözcükleri kullanın.)
  (Genel kategorileri kullanmak yerine/kullanmaktansa belirli sözcükleri kullanın.)

* I'd call her hair chestnut rather than brown.
  (Bence onun saçı kahverengiden ziyade/daha çok kestane rengine çalıyor/yakın.)

* I'd prefer to go in August rather than in July.
  (Temmuzda gitmektense ağustosta gitmeyi tercih ederim.)

* You can use visual cues rather than sounds in many applications by changing your PC settings.
  (Bilgisayar ayarlarınızı değiştirerek birçok uygulamada ses yerine görsel ipuçları kullanabilirsiniz.)

* I prefer starting early rather than leaving things to the last minute.
  (İşleri son ana bırakmaktansa/bırakmak yerine erken başlamayı tercih ederim.)

* This place is like a museum rather than a house.
  (Bu yer evden ziyade/daha çok müzeye benziyor/müzeyi andırıyor.)
  (Ev değil, müze sanki mübarek!)

* Why do people respect the package rather than the man?
  (İnsanlar neden kişilikten daha çok kıyafete/görünüşe saygı duyarlar?)
  (İnsanlar neden kişiliğe değil de dış görünüşe saygı duyarlar ki?)

* Rather than calling him, let's go and see him.
  (Telefon etmektense gidip görelim/ziyaretine gidelim.)

* Rather than staying idle, I'll finish my work.
  (Boş boş durmaktansa/durmak yerine/duracağıma işimi bitireyim/tamamlayayım.)

* I decided to visit a friend rather than go home.
  (Eve gitmek yerine/gitmektense/gideceğime bir arkadaşı ziyaret etmeye/bir arkadaşa uğramaya karar verdim.)
  (Eve gitmek yerine/gitmektense/gideceğime bir arkadaşı ziyaret edeyim/bir arkadaşa uğrayayım dedim.)

* It was what he meant rather than what he said.
  (Önemli olan sözlerinden/ne söylediğinden ziyade maksadı idi.)

* John chose to quit rather than admit that he'd made a mistake.
  (John hata yaptığını/hatalı olduğunu kabul etmektense/kabul etmek yerine istifa etmeyi seçti/tercih etti.)

* We want the matter settled sooner rather than later.
  (Sorunun/Meselenin daha sonra değil, kısa zamanda/bir an önce çözülmesini/halledilmesini istiyoruz.)

* A shortcut is an icon that represents a link to an item, rather than the item itself.
  (Kısayol, ögenin kendisini değil, o ögenin bağlantısını temsil eden bir simgedir.)

* He felt shock rather than anger.
  (Öfkeden ziyade/çok bir şok hissetti/Duyduğu his öfkeden ziyade şoktu.)

* I decided to write rather than phone/phoning.
  (Telefon etmek yerine yazmaya karar verdim.)
  (Telefon açıp söyleyeceğime yazayım dedim.)

* Helicopters are mainly used for military rather than civil use.
  (Helikopterler çoğunlukla sivil kullanımdan ziyade askeri amaçlı/alanda kullanılmaktadır.)

* His ambition was to paint, rather than make money.
  (Onun tutkusu/arzusu para kazanmaktan çok resim yapmaktı.)

* Rather than use/using the last of my cash, I decided to write a cheque.
  (Son paramı kullanmak yerine çek yazmaya karar verdim.)
  (Son nakitimi harcayacağıma/kullanacağıma çek yazayım/çekle ödeyeyim dedim.)

* Taurus person is managed by emotions rather than logic.
  (Boğa insanı, mantığından çok duyguları tarafından yönetilir.)
  (Boğa burcundan olan kişiler mantıklarından ziyade duyguları ile hareket ederler.)

* I prefer photographing people rather than places.
  (Mekanlardan ziyade insanları fotoğraflamayı/insanların fotoğraflarını çekmeyi daha çok seviyorum.)

* He was a decent player rather than a gifted one.
  (Yetenekli bir oyuncudan ziyade iyi bir oyuncuydu.)
  (Onun için yetenekli bir oyuncuydu diyemeyiz/denilemez ama iyi bir oyuncuydu.)

* I want a plain rather than a patterned cloth.
  (Desenliden ziyade/daha çok düz bir kumaş istiyorum/arıyorum/bakıyorum.)

* We're focused on the financial, rather than social, aspects of the problem.
  (Sorunun/Meselenin sosyal yönlerinden ziyade mali yönlerine yoğunlaşıyoruz.)
  (Dikkatimizi sorunun sosyal yönlerine vereceğimize mali/parasal yönlerine veriyoruz.)

* Most convalescents prefer to be cared for at home rather than in a hospital.
  (İyileşme dönemindeki hastaların çoğu bakımlarının hastaneden ziyade evde yapılmasını tercih ediyor/daha çok istiyor.)

* They relied on brains rather than brawn.
  (Kas gücünden ziyade akla/zekaya/akıllarına güvenirlerdi.)

* She prefers baths rather than showers.
  (Duş almaktan ziyade/daha çok banyo yapmayı seviyor/tercih ediyor.)

* Rather than complain, you should try to make changes.
  (Şikayet etmek yerine/Şikayet edeceğine değiştirmeye çalışmalısın/değiştirmek için uğraşmalısın/çabalamalısın.)

* He was given probation rather than jail time.
  (Hapis cezası yerine onu şartlı tahliye ile serbest bıraktılar.)

* Their oath was to die rather than give up.
  (Teslim olmaktansa ölmeye yemin etmişlerdi/ant içmişlerdi.)
  (Ölürüz de teslim olmayız diye yemin etmişlerdi/ant içmişlerdi.)

* Tutoring is provided by older students rather than teachers.
  (Özel dersler öğretmenler tarafından değil büyük/eski öğrenciler tarafından verilmektedir.)

* University professors, rather than the board, would select their candidates.
  (Adaylarını kurul yerine, üniversite profesörleri kendileri seçecek.)

* I prefer to drink tea rather than drink coffee.
  (Kahve içmek yerine/içmektense çay içmeyi yeğlerim/tercih ederim.)
  (Çay içmeyi kahve içmekten daha çok seviyorum.)

* You create a problem rather than solving one.
  (Çözmek yerine/Çözeceğin yerde sorun yaratıyorsun.)

* He regards women as disposable pleasures rather than as meaningful pursuits.
  (O, kadınları anlamlı bir meşgale olmaktan daha çok tek kullanımlık zevk olarak görüyor.)

* Rather than criticizing your husband, why not find out if there's something wrong?
  (Kocanı eleştireceğine/eleştirmek yerine, bir sorun olup olmadığını öğrensene/bulsana!)

* It would be better to make a decision now, rather than leave it until later.
  (Sonraya bırakmaktansa şimdi bir karar vermek daha doğru/iyi olur.)

* Why didn't you ask for help, rather than trying to do it on your own?
  (Kendi başına yapmaya çalışmak yerine niye yardım istemedin?)

* I decided to do a job I'm going to like rather than one that gives me loads of money but also loads of stress.
  (Bana çok para kazandıran ama aynı zamanda beni çok da strese sokan bir işte çalışmaktansa/çalışmak yerine seveceğim/seve seve gideceğim bir işte çalışmaya/bir işi yapmaya karar verdim.)