Evrildik çevrildik, her türlü hale girdik ama yine de bir türlü şu İngilizceyi adam gibi öğrenemiyoruz. O halde artık İngilizceyi evirmenin çevirmenin zamanı geldi.
= to visit someone in their home for a short time
to go to a place where someone is, especially their house, in order to visit them
= ziyaret etmek, ziyarete gelmek
uğramak, gelmek
come round come around phrasal verb English
* He comes round once a week.
(Haftada bir uğrar/ziyarete gelir.)
* What time will you come round tonight?
(Bu gece kaçta geleceksin/uğrayacaksın?)
* I will come round for dinner this evening.
(Bu akşam size/sana yemeğe geleceğim/geliyorum.)
* Why don't you come round after work?
(İş çıkışı/İşten sonra bana uğrasana/bana ziyarete gelsene.)
* Are you at home? Do you want me to come round for a drink?
(Evde misin? Bir şeyler içmeye sana uğrayayım mı/geleyim mi?)
* You must come around to our place for a while.
(Mutlaka evimize bekliyoruz.)
* Do come around and have dinner with us sometime.
(Bir ara uğra da birlikte yemek yiyelim.)
* Come round tonight and we'll watch a video.
(Bu akşam bize/bana gel de film izleyelim/izleriz.)
* Do you want to come round and play chess later?
(Bir ara gel de/uğra da satranç oynayalım, ister misin/ne dersin?)
* Would you like to come round for dinner tonight?
(Bu akşam yemeğe gelir miydin?/gelsene.)
* What day does the garbage man come round?
(Çöpçü hangi gün geliyor/uğruyor?)
* He's always coming round for a chat.
(Sohbet etmek için her zaman uğrar/uğruyor.)
* The children came round for tea.
(Çocuklar çaya geldiler/çay içmeye oturmaya geldiler.)
* Do come around and see us some time.
(Bir ara uğra da görüşelim.)
* If you come round later, we can do our homework together.
(Bir ara gelirsen, ev ödevini birlikte yapabiliriz.)
* Some people are going to come around and see what we do in our department.
(Bir takım kimseler ziyaretimize gelip departmanımızda işlerimize/çalışmalarımıza bakacaklar.)
* Mary didn't want to come to the party, but she came round and she enjoyed it.
(Mary partiye gelmek istemiyordu ama geldi ve güzel vakit geçirdi.)
= to give someone something unpleasant to do that no one else wants to do
to assign someone with an unpleasant task
to force (someone) to deal with (something or someone unpleasant)
= istenilmeyen bir sorumluluğu yüklenme zorunda kalmak
bir şeyi birine yıkmak/yüklemek/kitlemek/kakalamak
birine bir angarya vermek
land with phrasal verb english
* I always get landed with the washing-up. (Bulaşıklar/Bulaşıkları yıkama işi hep bana kalıyor.) (Bulaşıkları hep bana bırakıyorlar/kitliyorlar.)
* Why did you land me with this extra work? (Bu ekstra/ilave işi niye bana verdin/yükledin?)
* Maria's been landed with all the tidying up as usual. (Etrafı toplama işi her zamanki gibi Maria'ya kaldı/işini Maria'y yüklediler.)
* As usual, I got landed with all the boring jobs. (Her zaman olduğu gibi tüm sıkıcı iş bana kaldı/tüm sıkıcı işi bana bıraktılar/yüklediler/kitlediler.)
* John was landed with the job of sorting Susan's files when she left. (Susan'ın ayrıldığında bıraktığı dosyaları tasnif/düzenleme işini John'a verdiler/yüklediler/işi John'a/John'un başına kaldı.)
* Alan's gone off on holiday and I've been landed with the job of sorting out his mistakes. (Alan tatile çıktı/gitti ve hatalarını çözme/halletme işi üstüme kaldı/işini üstüme yıktı/bana yükledi.)
* He landed me with the job of proofreading the whole thing.
(Hepsinin/Tamamının tashih/yazım hatası düzeltme işi bana yükledi/kitledi.)
* I hope you don't mind me landing you with the kids at such short notice.
(Böyle önceden haber vermeden/Böyle son dakikada çocukları sana bıraktığım/seni çocuklara bakmaya mecbur bıraktığım için kusuruma bakmazsın inşallah.)
= to successfully deal with a problem or difficult situation
to find a solution
to do what is necessary to deal with a problem, disagreement, or difficult situation successfully
* Don't worry! I managed to sort it out and everything went smoothly.
(Endişelenme/Rahat ol! Sorunu çözmeyi başardım ve herşey sorunsuz halloldu/yolunda gitti.)
* I can't sort this out without some more time.
(Bunu halledebilmem için daha fazla zaman lazım/zamana ihtiyacım var.)
* She went to a psychiatrist to try to sort out her problems.
(Sorunlarını çözmek için psikiyatriste gitti.)
* It took me an hour to sort out the problem with my reservation.
(Rezervasyonumla ilgili sorunu çözmem/halletmem bir saatimi aldı.)
* The couple almost broke up, but they managed to sort things out.
(Çift ayrılmanın eşiğine gelmişti ama sorunu halletmeyi başardılar.)
* The teacher helps the children to sort out their problems.
(Öğretmen problemlerini çözmeleri için çocuklara yardımcı olur.)
* I had a problem with my car brakes but my brother sorted them out.
(Arabamın frenlerinde bir sorun vardı ama kardeşim sorunu halletti.)
* We've sorted out the computer system's initial problems.
(Bilgisayar sistemindeki başlangıç/açılış sorunlarını hallettik.)
* I'll be glad to get this misunderstanding sorted out.
(Bu anlaşmazlığın halledilmesinden/giderilmesinden memnunluk duyacağım.)
* India and Nepal have sorted out their trade and security dispute.
(Hindistan ve Nepal ticari ve güvenlik sorunlarını/anlaşmazlıklarını çözdüler/çözüme kavuşturdular.)
* Has the firm sorted out its tax problems yet?
(Firma/Şirket vergi problemlerini hala çözemedi/halledemedi mi?)
* I hope he can sort this out.
(Bu meseleyi/sorunu halledebileceğini umuyorum/halledebilir diye ümit ediyorum.)
* Will you two stop arguing and sort out your disagreements?
(Siz ikiniz tartışmayı bırakıp/kesip sorununuzu halleder misiniz?)
* The computer won't let me delete that file; could you sort it out?
(Bilgisayarda bu dosyayı silemiyorum, sen halledebilir misin/bunun icabına bakabilir misin?)
* We had a very productive meeting - I felt we sorted out a lot of problems.
(Çok verimli bir toplantı gerçekleştirdik, bir çok sorunu çözmüşüz gibi hissettim.)
* She tried to sort out her problems.
(Sorunlarını çözmek için uğraştı/çaba gösterdi.)
* I'm having a hard time sorting out this problem with my bank.
(Bankamla yaşadığım bu sorunu çözmede sıkıntı/güçlük çekiyorum/zorlanıyorum.)
* This matter could be sorted out if they would just sit down and talk.
(Eğer oturup konuşsalardı bu mesele/sorun halledilebilirdi/çözülebilirdi.)
* This matter could be sorted out quickly if people could at least try to be reasonable.
(Eğer taraflar en azından mantıklı olmaya çalışsalardı bu sorun çok çabuk halledilebilirdi/bu kadar uzamazdı.)
* It took a long time to sort out the mess.
(Bu güç durumun icabına bakmak baya zaman aldı/öyle çabuk olmadı.)
* Alan's gone off on holiday and I've been landed with the job of sorting out his mistakes.
(Alan tatile çıktı/gitti ve hatalarını çözme/halletme işi üstüme kaldı/işini üstüme yıktı/bana yükledi.)
* We know that our boys have gotten into trouble with the law, but our family is working on sorting it out.
(Çocuklarımızın başlarının yasalarla derde girdiğinden haberimiz var ve ailemiz bu sorunu çözmeye çalışıyor.)
* Detectives are still sorting out who was involved in the crime.
(Dedektifler hala suça kimin karıştığını çözmeye/bulmaya/ortaya çıkarmaya çalışıyorlar.)
= to happen/occur, usually unexpectedly
if a problem comes up, it happens and needs to be dealt with immediately
= (sorun vb) ortaya çıkmak, meydana gelmek, baş göstermek
(sorunla vb) karşılaşmak
come up phrasal verb English
* I'm going to have to cancel our lunch – something's come up.
(Beraber yiyeceğimiz öğle yemeğini iptal etmek zorundayım, bir işim çıktı da.)
* I'm afraid something urgent has come up.
(Üzgünüm acil bir mesele çıktı.)
* Let me know if anything else comes up during the project.
(Proje boyunca/esnasında başka bir sorun yaşanırsa/ortaya çıkarsa beni bilgilendir/bana haber ver/haberim olsun.)
* A problem has come up and we're going to have to discuss it.
(Bir sorun meydana geldi ve bu sorunu tartışmamız gerekecek.)
* Oh, no! Something has come up – I really have to get to the hospital.
(Of olamaz! Bir sorun/işim çıktı. Gerçekten de hastaneye gitmem gerekiyor.)
* The same problems come up every time.
(Aynı sorun her seferinde yaşanıyor/ortaya çıkıyor.)
* I've got to go - something has just come up at home and I'm needed there.
(Gitmem lazım, evde bir sorun çıkmış, orada olmam gerekiyor/bana orada ihtiyaçları var.)
* This issue just keeps coming up again and again.
(Bu sorun/mesele ikide bir ortaya çıkmaya/yaşanmaya devam ediyor.)
* Something has come up. Sorry, I have to go home straight away.
(Bir işim çıktı. Kusura bakma, hemen eve gitmem gerekiyor.)
* "Ninety-seven percent of issues that are coming up are localised," he said.
(Yaşanan/Meydana gelen/Ortaya çıkan sorunların yüzde doksan yedisinin yerel kaynaklı olduğunu söyledi.)
* I'm so sorry, but something has come up. Can we reschedule for next week instead?
(Çok üzgünüm ama bir işim çıktı. Gelecek haftaya tekrar program yapıp bunu telafi edelim, olur mu?)
* Sorry I couldn't come to your birthday party yesterday – something came up.
(Dün doğum günü partine gelemedim, kusura bakma, bir işim çıktı.)
* I'll be late home tonight because something's come up at work has to be ready for tomorrow morning.
(İşte yarın sabah hazır olması gereken bir işim çıktı da bu akşam eve geç geleceğim.)
* That was John on the phone. He said not to wait for him because something has come up at work and he can't get away.
(Arayan/Telefondaki John'du. Beni beklemeyin dedi, ofiste bir işi çıkmış, ayrılamıyormuş.)
* I am sorry that we won't be able to attend the work party on Friday evening as we had planed. Something has come up with my family.
(Daha önce konuştuğumuz Cuma akşamki iş partisine katılamayacağım, özür dilerim. Ailemle ilgili/Ailevi bir işim çıktı.)
* I had problems I had to deal with.
(İlgilenmem/Çözmem/Halletmem gereken sorunlarım vardı.)
* Nick's in trouble and we're going to have to deal with it as a matter of urgency.
(Nick'in başı dertte/belada ve bununla acil olarak ilgilenmemiz gerekiyor.)
* We must deal with this problem as soon as we can.
(Elimizden geldiğince bu sorunla ilgilenmek/bu soruna çözüm aramak zorundayız.)
* Can you deal with this gentleman's complaint?
(Bu beyefendinin şikayetiyle ilgilenebilir misiniz?)
* I can't deal with that problem right now.
(Şu anda o sorunla ilgilenemem/o soruna vakit ayıramam.)
* It hasn't been easy for Tom to deal with Mary's health problems.
(Mary'nin sağlık sorunlarıyla ilgilenmek/uğraşmak Tom için kolay değildi.)
* How do you intend to deal with this problem?
(Bu problemi nasıl çözmeyi düşünüyorsun/planlıyorsun?)
* We've got much bigger problems to deal with right now.
(Şu anda ilgilenecek/uğraşacak daha büyük sorunlarımız var.)
* I spent a great deal of time dealing with that problem last week.
(Geçen hafta bir sürü zamanımı o sorunu çözmek için harcadım/o sorunla ilgilenmeye ayırdım.)
* The first step towards dealing with a problem is accepting that it exists.
(Bir soruna çözüm bulmanın/sorunla baş etmenin ilk adımı, o sorunun varlığını/sorunun var olduğunu kabul etmektir.)
* I've been trained to deal with this kind of problem.
(Bu tür sorunlarla baş etmek/ilgilenmek için/üzere eğitim aldım.)
* He's racking his brains about how to deal with the matter.
(Sorunu nasıl çözeceği üzerine kafa yoruyor/patlatıyor.)
* The government must now deal with the problem of high unemployment.
(Hükumetin yüksek işsizlik sorunuyla derhal ilgilenmesi gerekiyor.) (Hükumetin yüksek işsizlik sorununa derhal el atması/bir çözüm bulması gerekiyor.)
* This is a matter that would be best dealt with by the police.
(Bu, polisin ilgilenmesi/halletmesi/çözüm bulması gereken bir mesele.)
* General enquiries are dealt with by our head office.
(Genel incelemelerle/soruşturmalarla genel merkezimiz ilgileniyor.)
* "I simply haven't got time to deal with the problem today", she said brusquely.
(Kaba/Sert bir şekilde "Valla açıkçası bugün bu sorunla ilgilenecek vaktim yok" dedi/diye söyledi.)
* In my judgment, we should let the solicitor deal with this.
(Bana kalırsa/Bana sorarsanız, bırakalım bu meseleyle avukat ilgilensin.) (Bu meseleyi avukata havale etmemizin daha doğru olacağını düşünüyorum.)
* The council has failed to deal with the problem of homelessness in the city.
(Belediye meclisi şehirdeki evsizler sorununu çözmede başarısız oldu/çözemedi.)
to give up english phrasal verb vazgeçmek pes etmek
* It's just too complicated. I give up. Maybe you want to have a go.
(Aşırı karmaşık/Acayip çetrefilli bir şey. Ben pes ediyorum. Belki sen denemek istersin.)
* Don't give up yet. I'm sure you can do it.
(Henüz/Şimdi/Hemen pes etme. Yapabileceğinden eminim/Yapabileceğini biliyorum.)
* You'll never guess the answer - do you give up?
(Asla cevabı tahmin edemezsin, pes ediyor musun?)
* I give up - I'm never going to learn this language!
(Pes ediyorum/Ben vazgeçiyorum/bırakıyorum, bu dili asla/hiçbir zaman öğrenemeyeceğim.)
* After ten minutes trying to get the answer I gave up.
(On dakika cevap almaya çalıştıktan sonra pes ettim.)
* A: Do you give up? B:No, I want another clue.
(A: Pes ediyor musun? B: Hayır, bir ipucu daha istiyorum.)
* I give up - tell me the answer!
(Pes!/Pes ediyorum, söyle cevabı.)
* No, you're wrong - do you give up?
(Hayır, yanlış cevap/bilemedin, pes ediyor musun?)
* Decide what you want and then don't give up until you've achieved it.
(Ne istediğine karar ver ve sonra da onu başarana/elde edene kadar pes etme/denemekten vazgeçme.)
* Never give up on something you really want. It's difficult to wait, but more difficult to regret.
(Çok istediğin bir şeyden asla vazgeçme. Beklemek/Sabretmek zordur/zor gelir insana ama pişman olmak/ahh keşke demek çok daha zordur/zor gelir insana.)
* I already know what giving up feels like. I want to see what happens if I don't.
(Vazgeçmenin/Pes etmenin nasıl bir duygu olduğunu/insana nasıl hissettirdiğini zaten biliyorum. Ben eğer vazgeçmezsem/pes etmezsem ne olacağını görmek istiyorum.)
* The minute you think of giving up, think of the reason why you held on so long.
(Bırakmayı/Pes etmeyi düşündüğün an, aklına bu kadar dayanmanı/beklemeni sağlayan sebep gelsin/sebebi getir.)
* Whenever you feel like giving up, think of all the people that would love to see you fail.
(Her vazgeçmek/bırakmak/pes etmek isteyişinde, aklına senin başarısız olmanı görmek isteyen o insanları getir/o insanlar gelsin.)
* I've never tried karate before, but I'm willing to have a go.
(Daha önce hiç kareteyle uğraşmadım/ilgilenmedim, ama bir denemek istiyorum/nasıl bir şeymiş görmek istiyorum.)
* I'll have a go at fixing it tonight.
(Bu akşam/gece onu tamir etmeyi deneyeceğim/etmeye çalışacağım.)
* A: I can't start the engine. B: Let me have a go.
(A: Motoru/Arabayı çalıştıramıyorum. B: Bir de ben deneyeyim.)
* I'd never been water skiing before so I decided to have a go.
(Daha önce hiç su kayağı yapmamıştım bu yüzden ben de bir denemeye/nasıl bir şeymiş bir bakmaya karar verdim.)
* It's just too complicated. I give up. Maybe you want to have a go.
(Aşırı karmaşık/Acayip çetrefilli bir şey. Ben vazgeçiyorum/pes ediyorum/bırakıyorum. Belki sen denemek istersin.)
Some Typical Words or Expressions with the Word “employ”
Listening/Dinleme Cümleleri ve diyalog parçasını dinlemek için tıklayınız
business phone conversation english dialogue
* She is employed by a large multinational corporation.
(Çok uluslu büyük bir firmada/şirkette çalışıyor.)
* Ali is employed by Ankara-based construction company X.
(Ali, Ankara merkezli inşaat firması X'de çalışıyor.)
* I'm employed by a French lawyer.
(Fransız bir avukatın yanında çalışıyorum.)
* They only employ highly-skilled workers here.
(Onlar burada sadece üstün yetenekli/yüksek kalifiye/donanımlı işçileri çalıştırıyorlar/işe alıyorlar.)
* His father has employed ten workers.
(Babası on işçi çalıştırıyor/Babasının yanında on işçi çalışıyor/istihdam ediyor.)
* We employed her as an assistant.
(Onu asistan olarak işe aldık/Ona asistan olarak iş verdik/Ona asistanlık işi verdik.)
* As production is up, we'll have to look at employing more people.
(Üretim arttıkça, daha fazla insanı işe almayı düşünmek/daha fazla insanı çalıştırmanın yollarını araştırmak zorunda kalacağız.)
* She's highly-employable: she's got a degree from Harvard, and she's very hard-working.
(O yüksek kalifiye/üstün niteliklere sahip biri. Harward'ı bitirmiş ve çok çalışkan.)
* He's unemployable– he is incapable of getting up in the morning and he hasn't got any qualifications.
(Çalıştırılacak/İşe alınacak biri değil- sabahları kalkmaktan aciz/imkanı yok sabahları kalkmaz ve hiç bir vasfı/niteliği/yeteneği yok.)
* How many employees are there here?
(Burada/Bu firmada kaç kişi çalışıyor/kaç çalışan var?)
* Is there a high rate of employee satisfaction here?
(Burada/Bu firmada çalışan memnuniyeti yüksek mi/üst seviyede mi?)
* What's the employee dropout rate here?
(Burada/Bu firmada işi terk/bırakma/işten ayrılma/işi bırakanların/işten ayrılanların oranı nedir?)
* What are employee-employer relations like here?
(Burada/Bu firmada işçi-işveren ilişkileri nasıl?)
* What is this firm like as an employer?
(İşveren/Patron bakımından/yönüyle bu firma/iş yeri nasıl bir yerdir?)
* What's the employment rate in your country?
(Ülkenizde istihdam oranı nedir?)
* The unemployment rate has been falling for six months consecutively.
(İşsizlik oranı aralıksız altı aydır düşüyor/düşüş gösteriyor.) ---------- ------------
Business Dialogue
Sarah: Sarah speaking. Who's calling?
Jim : Hi, it's Jim. Hey, I was just going over your strategy report for next year and I had a few questions.
Sarah: Fire away.
Jim : Your predictions for the unemployment rate next year, where did you get them?
Sarah: Official statistics published by the government.
Jim : OK, so you calculate that we're going to need to take on about 300 more employees next year. Why's that?
Sarah: Production is up 200%. Do the figure work yourself. We can't carry on like this.
Jim : You also predict poorer employee-employer relations and possible strike action…
Sarah: If we don't address key concerns that have been repeatedly raised by our staff, there will be problems, yes.
Jim : OK, thanks Sarah. Just wanted to clear a few things up.
Sarah: No problem. Any time. Catch you later.
Jim : Yeah, bye. ----- -------- Business Dialogue (İş Konuşması/İşle ilgili/İş yerinde geçen bir diyalog)
Sarah: Sarah speaking. Who's calling? (Buyrun ben Sarah. Kiminle görüşüyorum?)
(İngilizcede telefonu açma/telefona cevap verme ifadelerinden biri.)
Jim : Hi, it's Jim. Hey, I was just going over your strategy report for next year and I had a few questions. it's Jim= Ben Jim.
(Telefon gibi sesin/konuşmanın geçtiği yerlerde "I'm Jim" şeklinde ifade edilmez. Burada it zamiri sese/sesin sahibine refer ediyor/karşılık geliyor.) to go over= incelemek, elden/gözden geçirmek, bakmak, kontrol etmek
* I spent a few minutes going over my answers before I turned in my test.
(Sınav kağıdımı teslim etmeden önce birkaç dakikamı cevaplarımı kontrol ederek geçirdim.) (Sınav kağıdını vermeden önce birkaç dakika cevaplarımı kontrol ettim.) (Merhaba, ben Jim. Selam, gelecek seneyle ilgili hazırladığın strateji raporunu inceliyordum da bir kaç sorum vardı/aklıma takılan bir kaç şey vardı.)
Sarah: Fire away.
(Başla/Dinliyorum/Sor.)
fire away= geniş bilgi için tıklayınız
Jim : Your predictions for the unemployment rate next year, where did you get them? prediction= tahmin, öngörü, beklenti unemployment rate= işsizlik oranı to get= elde etmek, almak, bulmak, eline geçmek, ulaşmak (Gelecek seneyle ilgili işsizlik oranı tahminlerini/beklentilerini soracaktım, nereden buldun/aldın onları/o oranları?)
Sarah: Official statistics published by the government. Official statistics= resmi istatistikler published by the government= hukümet/devlet tarafından yayınlanan (Hükumetin yayınladığı/Hükumet tarafından yayınlanan resmi istatistikler)
Jim : OK, so you calculate that we're going to need to take on about 300 more employees next year. Why's that? to calculate= hesaplamak, planlamak, hesap ederek tahmin etmek/öngörmek to need= ihtiyaç duymak to take on= işe almak, çalıştırmak, iş vermek
* We're not taking on any new staff at the moment.
(Şu anda işe yeni bir eleman almıyoruz/almayacağız.) employee= çalışan, işçi, eleman Why's that?= Sebebi ne? Neden? Niye ki? (Tamam, peki hesaplarına/öngörülerine göre önümüzdeki sene yaklaşık 300 yeni elemanı/çalışanı işe almamız gerekeceğini söylüyorsun. Neden ki/Bu da nereden çıktı/Bu 300 yeni çalışan ihtiyacı nereden çıktı?)
Sarah: Production is up 200%. Do the figure work yourself. We can't carry on like this. production= üretim be up= artışta olmak, yükselişte olmak
* Sales are up 22.8 per cent at $50.2 m.
(Satışlar 50.2 milyon dolarla yüzde 22.8 arttı/artış gösterdi.) Do the figure work yourself= sen artık hesap et, gerisini sen düşün artık, var sen hesap et to carry on= sürdürmek, devam ettirmek, yürütmek
* He'll finish up dead if he carries on drinking like that!
(Böyle içmeye devam ederse/içmeyi sürdürürse sonu ölüm olacak.) like this= böyle, bu şekilde (Üretim yüzde 200 arttı. Hesabını sen yap artık. Böyle aynı şekilde/aynı işçi sayısıyla devam edemeyiz/üretimi sürdüremeyiz.)
Jim : You also predict poorer employee-employer relations and possible strike action… also= aynı şekilde, keza, de/da
also kullanımı hakkında geniş bilgi için tıklayınız to predict= öngörmek, öngörüde bulunmak, tahmin etmek, olacağını önceden söylemek
* I predict these voters will go to the polls.
(Bu seçmenlerin sandığa gideceklerini tahmin ediyorum.) poor= zayıf, kötü, sağlıksız employee-employer relations= işçi-işveren ilişkileri/münasebetleri possible= muhtemel, olası strike action= grev, iş bırakma eylemi (Ayrıca/Bir de işçi-işveren ilişkilerinin daha zayıflayacağı ve iş bırakma eylemlerinin yaşanabileceği öngörüsünde bulunuyorsun/bulunmuşsun.)
Sarah: If we don't address key concerns that have been repeatedly raised by our staff, there will be problems, yes. to address= (sorunların vb) üzerine gitmek/eğilmek, çözüm bulmak
* We have to address the issue/problem before it gets worse.
(Daha da kötüye gitmeden sorunun üzerine gitmemiz/sorunla ilgilenmemiz/soruna eğilmemiz/soruna çözüm bulmamız gerekiyor.) key concern= asıl/ana/temel/önemli/kilit önemde/dikkat edilmesi gereken mesele/sorun repeatedly= devamlı olarak, ha bire, durmadan to raise= yol açmak, neden olmak, ortaya çıkarmak, doğurmak
* This discussion has raised many important problems.
(Bu tartışma bir çok önemli soruna yol açtı/sorunu ortaya çıkardı.) staff= personel, eleman, çalışan there will be= olacak, yaşanacak, meydana gelecek, yapılacak, çıkacak
* There will be other opportunities.
(Başka fırsatlar olacak/çıkacak.) (Personelimizden defaatle kaynaklanan temel sorunlarla ilgilenmezsek/sorunlara çözüm bulmazsak, sorunlar yaşanacak/ortaya çıkacak, yani evet tahminlerim o yönde.)
Jim : OK, thanks Sarah. Just wanted to clear a few things up. to clear up= aydınlığa/açıklığa kavuşturmak, açıklık getirmek, anlamaya çalışmak
* They never cleared up the mystery of the missing money.
(Kayıp paranın gizemini hiçbir zaman çözemediler/açıklığa kavuşturamadılar.) (Tamam, teşekkürler Sarah. Bir iki konuyu açıklığa kavuşturmaya/anlamaya çalışıyordum.)
Sarah: No problem. Any time. Catch you later. no problem= ne demek, rica ederim
(thank you karşılığı kullanılan ifadelerden biri) any time= ne zaman istersen/ihtiyacın olursa catch you later= sonra görüşürüz, görüşmek üzere, hoşçakal, kendine iyi bak (Rica ederim. Her zaman arayabilirsin/sorabilirsin. Sonra görüşürüz.)
= Begin to speak / Ask questions!
Start asking me questions!
used for giving someone permission to ask a question
Go ahead!
informal and spoken English
= Buyur sor, dinliyorum
Sor bakalım.
Sorularınızı alayım.
buyur devam et
gayri resmi/konuşma İngilizcesinde kullanılır.
fire away english ingilizce phrase expression
* I know you have questions, so fire away.
(Sorularının olduğunu biliyorum, evet sor bakalım/başla sormaya.)
* So if anybody has any questions, please fire away.
(Evet, sorusu olan varsa, dinliyorum/sorusunu sorabilir.)
* If any of you reading this article has a question, then fire away!
(Aranızda makaleyi okuyanlardan sorusu olan varsa, buyur sorsun/sorabilirsiniz/dinliyorum.)
* What do you want to know? Fire away and I'll tell you.
(Ne öğrenmek istiyorsun/Neyi merak ediyorsun/bilmek istiyorsun. Haydi sor, söyleyeyim.)
* A: Can I ask you a question? B: Fire away.
(A: Bir soru sorabilir miyim? B: Sor bakalım.)
* A: Professor, could we ask you a few questions? B: Sure! Fire away.
(A: Hocam, bir kaç sorumuz olacaktı, sorabilir miyiz? B: Tabi! Sorun bakalım.)
* A: I want to clear up some questions which have been puzzling me. B: Fire away.
(A: Zihnimi kurcalayan/Merak ettiğim bir iki konuyu aydınlatmak/açıklığa kavuşturmak istiyorum. B: Buyur dinliyorum/Buyur sor.)
* A: Can I ask you a couple of questions about your company? B: Fire away! Ask anything you like.
(A: Firmanızla alakalı bir kaç soru sorabilir miyim? B: Sor bakalım! İstediğini sorabilirsin.)
* A: I'd like to know about your plans for the future. Is that OK? B: Sure, fire away.
(A: Gelecekle ilgili planlarınızı öğrenmek istiyorum. Bir sakıncası var mı?/Sorabilir miyim? B: Tabi, buyur sor/dinliyorum.)
These children could be the first in generations to have a brother or sister.
China has decided to end its decades-long one-child policy.
All couples can now have two children as the country's ruling Communist party announced an ease of family planning restrictions.
It’s estimated that the controversial policy prevented about 400 million births since it began in 1979.
It was enforced to reduce the country's birth rate, in turn slowing the rapid growth of population.
Back in the 1950s, China's population was increasing by around 1.9% each year, after people were encouraged to have children to increase the workforce.
But the government decided that this was unsustainable, resulting in the one-child policy.
Those who flouted the rules were either fined, lost their jobs, or in some cases, mums were forced to abort their babies or be sterilised.
Some desperate parents gave up their babies, leaving them in so-called baby hatches.
It was for poor mums and dads who could not afford to keep their sick or disabled baby and so parents simply place a child in the hatch,
press an alarm button and then leave them behind be taken care of by the state.
Chinese families traditionally favour boys and so, if they can have only one child, some parents abandon girls and try again for a boy.
Under the 2013 reform, couples in which one parent is an only child were allowed to have a second child.
China's working age population continued to shrink in 2013, for the first time in decades, made worse by the one-child policy.
The drop means that China could be the first country in the world to get old before it gets rich.
Currently, there are no immediate details on the new policy or a time-frame for implementation.
learn english news haberlerle ingilizce
------ ------- End of the one-child policy end of something= bir şeyin sonu/sona erişi/bitişi one= bir child= çocuk policy= politika, siyaset, ilke one-child policy= bir/tek çocuk politikası (Tek Çocuk Politikasının Sonu)
These children could be the first in generations to have a brother or sister. these= bunlar children= çocuklar (child= çocuk/tekil) could= Şimdiki zamanda ve gelecekte kesin olmamakla birlikte olasılık/ihtimal ifade etmek için kullanılır.
* A: Where are my keys? B: They could be in the car.
(A: Anahtarlarım nerede? B: Arabada olabilirler.)
* If we don't hurry we could be late.
(Eğer acele etmezsek geç kalabiliriz.) to be= olmak first in something= bir şeyin içinde/arasında ilk/birinci, bir şeyin ilki/birincisi generation= nesil, kuşak to have= sahip olmak brother= erkek kardeş sister= kız kardeş (Bu çocuklar bir erkek ya da kız kardeşi sahibi nesillerin ilki/ilk temsilcileri olabilirler.)
China has decided to end its decades-long one-child policy. China= Çin to decide= karar vermek, kararlaştırmak
* You don't have to decide right now.
(Şu anda/Şimdi/Hemen karar vermek zorunda değilsin.) to end something= sonlandırmak, bitirmek, devam ettirmemek, sürdürmemek
* I'd like to end my speech by thanking the people who made this conference possible.
(Konuşmamı bana bu konferansı yapmama imkan sağlayanlara teşekkür ederek bitirmek/sonlandırmak istiyorum.) its= onun (burada Çin'e refer ediyor/karşılık geliyor/Çin'in) decade= on yıl decades= on yıllar days/weeks/months/decades/years-long= günler/haftalar/aylar/on yıllar/seneler süren/devam eden (Çin on yıllar süren/on yıllar boyunca uygulanan tek çocuk politikasına son veriyor/politikasını sona erdiriyor/yürürlükten/uygulamadan kaldırıyor.)
All couples can now have two children as the country's ruling Communist party announced an ease of family planning restrictions. all= bütün couple= çift, eş, karı koca can= ..ebilirlik/imkan/beceri manalarını veren modal.
* I can speak English.
(İngilizce konuşabilirim/konuşabiliyorum.) now= artık two= iki as= çünkü, ..dığı için, ..den dolayı country= ülke ruling= iktidar, yönetim, hükumet, iktidardaki, yönetimdeki
* I voted for the ruling party in last elections.
(Son seçimlerde iktidar partisine/iktidardaki partiye oy verdim/oy attım/Son seçimlerde oyumu iktidar partisine verdim.) Communist party= Komünist partisi to announce= duyurmak, açıklamak, ilan etmek, haber vermek
* When will you announce the results?
(Sonuçları ne zaman duyuracaksınız/açıklayacaksınız/ilan edeceksiniz?) ease= kolaylık, serbestlik, genişlik family= aile planning= planlama family planning= aile/nüfus planlaması restriction= kısıtlama, sınırlama (Ülkenin/Çin'in iktidardaki partisi Komünist partinin aile planlaması kısıtlamalarını gevşeteceğini duyurduğundan/duyurmasıyla bütün çiftler artık iki çocuk sahibi olabilecek.)
It's estimated that the controversial policy prevented about 400 million births since it began in 1979. to be estimated= tahmin edilmek, hesaplanmak
* The company's worth is estimated at 1 billion euros.
(Şirketin değeri bir milyar avro olarak tahmin ediliyor.) controversial policy= tartışmalı politika, tartışmalara yol açan/neden olan politika to prevent= engel olmak, önlemek
* We should use public transport in order to prevent air pollution.
(Hava kirliliğine engel olmak için toplu taşıma kullanmalıyız.) about= yaklaşık, civarında, dolayında birth= doğum since= ..den beri/bu yana
* She has been working there since she graduated from college.
(Üniversiteden mezun olduğundan beri/bu yana orada çalışıyor.) to begin= başlamak
* How many days do we have left until summer vacation begins?
(Yaz tatilinin başlamasına kaç günümüz kaldı/var?) (Tartışmalı politikanın başladığı/uygulamaya konduğu 1979 yılından beri yaklaşık 400 milyon doğumu engellediği/doğuma mani olduğu tahmin ediliyor.)
It was enforced to reduce the country's birth rate, in turn slowing the rapid growth of population. it= Bu zamir bir önceki cümlede bahsi geçen "tartışmalı tek-çocuk politikası"na refer ediyor/karşılık geliyor. to be enforced= yürürlüğe konulmak, uygulanmak
* I demand that this plan be approved and enforced as soon as possible.
(Bu planın en kısa sürede onaylanıp uygulanmasını talep ediyorum.) to reduce= azaltmak, düşürmek
* The hiring plan will also reduce jobless rates.
(İstihdam planı işsiz oranını da azaltacak/düşürecek.) birth rate= doğum oranı/hızı in turn= ki böylece/dolayısıyla, bu da, ..nın üzerine, ..nın sonucunda/neticesinde
* Stress causes your body to release chemicals, which in turn boost blood pressure.
(Stres, vücutta kimya salınımına yol açar, bu da tansiyonu yükseltir.) to slow= yavaşlatmak, hızını düşürmek
* Drugs can slow the progress of the disease.
(İlaçlar hastalığın gelişimini/ilerlemesini yavaşlatabilir.) rapid= hızlı growth= büyüme, artma, artış population= nüfus
rapid growth of population= hızlı nüfus artışı (-Tartışmalı tek çocuk politikası- ülkenin/ülkedeki doğum oranını düşürmek için uygulamaya konuldu, bu da nüfus artış hızını yavaşlattı/ki bunun sonucunda nüfus artış hızı yavaşladı.)
Back in the 1950s, China's population was increasing by around 1.9% each year, after people were encouraged to have children to increase the workforce. back in= ..dayken
* I learned back in high school.
(Lisedeyken/Lise yıllarımda öğrendim.)
* We first met back in 1973.
(İlk 1973 yılında/yılındayken tanışmıştık.) to increase by something= bir şey oranında artmak/yükselmek/çıkmak/artış göstermek
* Production at this factory has increased by 20%.
(Bu fabrikada üretim %20 arttı/artış gösterdi.) around= yaklaşık, dolayında, civarında each year= her sene/yıl
* Workers in France receive four weeks of paid vacation each year.
(Fransa'da işçiler her yıl dört hafta ücretli izin alırlar/izne çıkarlar.) after= yüzünden, nedeniyle
* After what she did to me, I'll never trust her again.
(Bana yaptığı şeyden sonra/dolayı ona asla bir daha güvenmeyeceğim.)
* I'll never forgive him after what he said.
(Söylediği şey sebebiyle onu asla affetmeyeceğim.) people= insanlar (person= insan/tekil) to be encouraged= teşvik edilmek
* Students are encouraged to contribute articles to the university magazine.
(Öğrencilerin üniversite dergisinde makale/yazı yazmaları teşvik edilir/edilmektedir.) to have children= çocuk yapmak, çocuk sahibi olmak
* I hope I live to see them get married and have children.
(Umarım/İnşallah onların evlenip çocuk sahibi olduklarını görecek kadar yaşarım/ömrüm olur.) workforce= iş gücü (1950'lerde/1950'li yıllarda Çin nüfusu iş gücünü artırmak için çocuk yapmanın teşvik edilmesi nedeniyle her sene %1.9 civarında artıyordu/artmaktaydı.)
But the government decided that this was unsustainable, resulting in the one-child policy. but= fakat, ama, lakin government= hükümet, devlet yönetimi this= bu (Burada nüfus artış oranına refer ediyor/karşılık geliyor.) unsustainable= sürdürülemez, devam ettirilemez, altından kalkılamaz to result in= sebep olmak, yol açmak, ile sonuçlanmak/neticelenmek, sonucunu doğurmak, meydana gelmek
* The university opened illegally in 2005 resulting in a police intervention.
(Üniversite polis müdahalesiyle sonuçlanan/polisin müdahale etmesine yol açan olaylarla 2005 senesinde yasa dışı olarak/gayri resmi açıldı.) (Fakat hükumet/devlet yönetimi bu nüfus artış oranının sürdürülemez olduğuna karar verdi ki bu da tek çocuk politikasını doğurdu.)
Those who flouted the rules were either fined, lost their jobs, or in some cases, mums were forced to abort their babies or be sterilised. those= kimseler, kişiler
* I want to thank those who helped me.
(Bana yardım edenlere/yardımcı olanlara teşekkür etmek istiyorum.) to flout the rules= yasağa uymamak, yasağı delmek, yasağa karşı gelmek
* Some companies flout the rules and employ children as young as seven.
(Bazı firmalar yasağa uymayıp yedi yaşındaki çocukları çalıştırıyor.) either ... or ... = ya ... ya/veya/ya da ...
* If you want ice-cream, there's either raspberry, lemon or vanilla.
(Dondurma istiyorsan ya frambuaz, ya limon ya da vanilyalı var.) to be fined= para cezası verilmek, para cezasına çarptırılmak
* The man was nicked and fined.
(Adam yakalandı/enselendi ve para cezasına çarptırıldı.) to lose one's job= işini kaybetmek, işinden olmak in some cases= bazı durumlarda, kimi zaman, bazen mum= anne to be forced to do something= bir şey yapmaya zorlanmak/mecbur bırakılmak, bir şey yapmak zorunda kalmak/bırakılmak
* The chairman of the board was forced to resign over the financial scandal.
(Yönetim Kurulu Başkanı, mali skandal nedeniyle istifaya zorlandı/istifa etmek zorunda kaldı.) to abort one's baby= bebeğini/çocuğunu aldırmak/düşürmek, kürtaj yapmak
* He paid for her to abort his baby.
(Bebeğini aldırması/Kürtaj yapması için ona para verdi/ödedi.) to be sterilised= kısırlaştırılmak
* Stray dogs should be sterilised.
(Sokak köpekleri kısırlaştırılmalıdır.) (Yasağı çiğneyen/Yasağa uymayan/Yasağa aykırı hareket eden kimseler ya para cezasına çarptırılıyor, işlerinden çıkarılıyor, ya da bazı durumlarda anneler/kadınlar zorla düşük yaptırılıyor veya kısırlaştırılıyordu.)
Some desperate parents gave up their babies, leaving them in so-called baby hatches. some= bazı, kimi, bir takım desperate parents= çaresiz aileler/ebeveynler/anne babalar to give up= vazgeçmek, bırakmak, terk etmek to leave something/someone in somewhere= bir şeyi/kimseyi bir yere bırakmak so-called= sözde, sözüm ona, lafta, denilen
* I hate so-called "30 days" language courses.
(Sözde otuz günlük dil kurslarını hiç sevmiyorum/kurslarına uyuz oluyorum.) baby hatches= insanların bakmak istemedikleri bebeklerini bıraktıkları bebek bakım evleri/merkezleri
-Bakmak istemediğiniz/Sahip çıkmak istemediğiniz bebeği çöpe/kilise avlusuna bırakmayın, bu bölmelere/dolaplara bırakın, devlet ilgilensin.-
Dünyanın farklı ülkelerinde farklı isimlerle mevcut olan baby hatches merkezleri
(Kimi çaresiz aileler, sözüm ona bebek bakım merkezlerine bırakmak suretiyle/terk etmek çocuklarından vazgeçiyorlardı.)
It was for poor mums and dads who could not afford to keep their sick or disabled baby and so parents simply place a child in the hatch, press an alarm button and then leave them behind be taken care of by the state. it= "baby hatch/bebek bakım merkezi"ne refer ediyor/karşılık geliyor. to be for something= bir şey için olmak, bir şeye yönelik olmak poor= fakir, gariban mums and dads= anne babalar could= ..ebilirlik/imkan/beceri manalarını veren "can" modalinin past/geçmiş zaman formu
* I could not sleep last night.
(Dün gece uyuyamadım.) to afford to do something= bir şey yapmaya maddi anlamda güç yetirmek/maddi gücü el vermek to keep= bakmak, ilgilenmek
* We can't keep the baby.
(Bebeğe bakamayız/Bebek bizde kalamaz.) sick= hasta disabled= engelli, özürlü so= böyle, bu şekilde, bu durumdaki
* For this exercise, you have to put your hands like so.
(Bu egzersizde ellerinizi böyle koymanız gerekiyor.) simply= kolayca, basitçe, basit bir şekilde (uygulanması gereken bir sürü prosedürü olmadan) to place something in something= bir şeyi bir şeyin içine koymak/bırakmak hatch= açılır kapaklı bölme (anne babaların bebeklerini bıraktıkları bölme) bakınız resim
baby hatches merkezlerinin kullanma yönergesi, kapağı aç ve kapa, işte bu kadar!
to press an alarm button= alarm/ikaz düğmesine/butonuna basmak to leave someone behind= ardında bırakmak, terk etmek
* I won't leave my baby behind.
(Bebeğimi bırakmayacağım/bırakmam/terk etmeyeceğim/Bebeğimi almadan/Bebeğim olmadan gitmem.) to be taken care of by= tarafından bakılmak/büyütülmek
* He is taken care of by his uncle.
(Amcası tarafından bakılıyor/Ona amcası bakıyor.) state= devlet (Bebek bakım merkezleri hasta ya da özürlü bebeklerine bakamayacak kadar fakir olan gariban anne babalara yönelikti, böyle/bu durumdaki anne babalar çocuğu kolayca bölmeye yerleştirip alarm düğmesine basıyor ve devlet tarafından bakılmak/büyütülmek üzere çocuğunu bırakıyordu/terk ediyordu.)
Chinese families traditionally favour boys and so, if they can have only one child, some parents abandon girls and try again for a boy. traditionally= geleneksel olarak, genelde, eski zamanlardan beri to favour= tercih etmek, daha çok istemek/sevmek
* I generally favour travelling by night, when the roads are quiet.
(Genelde gece seyahat etmeyi tercih ediyorum, bilirsin/hani yollar sakin oluyor ya.) boy= erkek çocuk and so= bu yüzden, bu nedenle, bundan ötürü if= eğer, şayet, ..se/sa they= onlar ("Chinese families/Çinli aileler"e refer ediyor/karşılık geliyor.) to have a child= çocuk yapmak, çocuğu olmak, çocuk sahibi olmak only one= sadece/yalnızca/tek bir tane to abandon= terk etmek, bırakmak
* John abandoned his wife and joined the army.
(John karısını terk edip/bırakıp orduya katıldı.) girl= kız çocuk to try again= tekrar/yeniden denemek to try again for a boy= erkek çocuk sahibi olmak için tekrar hamile kalmaya çalışmak (Çinli aileler genelde erkek çocukları tercih ettiği için, yalnızca bir çocuk sahibi olabileceklerinden, bazı aileler kız çocuklarını terk edip erkek çocuk için şanslarını bir daha deniyorlardı.)
Under the 2013 reform, couples in which one parent is an only child were allowed to have a second child. under the 2013 reform= 2013 reformu çerçevesinde/kapsamında/doğrultusunda/gereğince in which= ..dığı, .. olan
* Is that the film in which he kills his mother?
(Bu onun, annesini öldürdüğü film değil mi?) to be allowed to do something= bir şey yapmaya izin verilmek/izni olmak
* I'm allowed to leave this night.
(Bu gece gitmeme/ayrılmama izin verildi.) second= ikinci to have a second child= ikinci bir çocuk yapmak, ikinci çocuğu yapmak/doğurmak (2013 reformu kapsamında ebeveynlerden birinin tek çocuk olduğu/tek çocuklu aileden geldiği çiftlerin iki çocuk sahibi olmalarına izin verildi/müsaade edildi.)
China's working age population continued to shrink in 2013, for the first time in decades, made worse by the one-child policy. working age population= çalışma yaşındaki nüfus to continue= devam etmek, sürmek
* Prices will continue to rise.
(Fiyatlar artmaya/yükselmeye devam edecek/yükselişini sürdürecek.) to shrink= küçülmek, düşmek, azalmak
* Salt Lake continues to shrink.
(Tuz Gölü küçülmeye devam ediyor.) for the first time= ilk kez, ilk defa for the first time in decades= onlarca yılın ardından ilk defa, bir kaç on yılın ardından ilk defa to make worse by something= ile kötüleştirmek/ daha kötü bir hale getirmek (Tek çocuk politikasının durumu daha da kötüleştirmesiyle, Çin'in çalışma yaşındaki nüfusu onlarca yılın ardından ilk defa 2013 senesinde düşüşünü sürdürdü.)
The drop means that China could be the first country in the world to get old before it gets rich. drop= düşüş to mean= anlamına gelmek, demek olmak, göstermek, ortaya koymak
* That doesn't mean she doesn't care.
(Bu onun umursamadığı anlamına gelmiyor/gelmez/umursamadığını göstermez.) world= dünya to get old= yaşlanmak
* He is getting old, but he is as healthy as ever.
(Yaşlanıyor ama sağlığından bir şey kaybetmiyor.) before= ..meden önce
* Where did you live before coming to Bursa?
(Bursa'ya gelmeden önce nerede yaşıyordun/oturuyordun/yaşadın/oturdun?) it= o zamiri (country/ülke kelimesine refer ediyor/karşılık geliyor) to get rich= zenginleşmek, zengin olmak
* His only purpose in life was to get rich.
(Onun hayattaki tek amacı/hedefi zengin olmaktı.) (Bu düşüş, Çin'in dünyada zenginleşmeden önce yaşlanan ilk ülke olabileceği anlamına geliyor/olabileceğini gösteriyor/ortaya koyuyor.)
Currently, there are no immediate details on the new policy or a time-frame for implementation. currently= şu anda, halihazırda immediate details on something= bir şeyle ilgili/bir şey hakkında direkt/birincil/yetkili ağızdan/kaynaktan alınan/öğrenilen detaylar/ayrıntılar new= yeni time-frame= süre, zaman, zaman dilimi/aralığı/çerçevesi implementation= uygulama, yürürlüğe koyma, uygulamaya geçirme, hayata geçirme
(Şu anda yeni yasa ve yasanın ne zaman uygulamaya geçirileceği ile ilgili yetkililer tarafından herhangi bir ayrıntılı bilgi verilmiş değil.)
= be very similar to your father/mother/uncle/aunt Someone who takes after their parent child who strongly resembles one of his parents in either appearance or behavior someone who is similar in character to their father or mother the apple doesn't fall far from the tree
= anne/babasına vb. benzeyen/çekmiş çocuk/kimse hık demiş burnundan düşmüş aynı babası/anası/dayısı vb babasının oğlu, anasının kızı armut dibine düşer
a chip off the old block english idiom phrase
* Eric is a chip off the old block. He's just like his dad. (Eric hık demiş babasının burnundan düşmüş. Aynı/tıpkı babası.) * She takes after her father in many ways. In fact, she's a chip off the old block. (Birçok yönden/bakımdan babasına çekmiş/benziyor. Adeta, hık demiş babasının burnundan düşmüş.) * He’s a chip off the old block for following in his father’s footsteps. (Babasının izinden gidiyor, aynı babası.) * Everyone says I'm a chip off the old block, but I think I'm very different to my dad. (Herkes babama çok benzediğimi söyler ama bence babama hiç çekmemişim.) * Talk about a chip off the old block. She behaves just as her mother used to. (Hık demiş burnundan düşmüş deyimi/tabiri var ya. Hareketleri aynı anasının/annesinin küçüklüğü.) * He'll be a womanizer just like his father; he's a chip off the old block. (Aynı babası gibi çapkın/hovarda/zampara biri olacak, armut dibine düşermiş/babasının oğlu ne olacak) * Mark just won the same sailboat race his father won twenty years ago; he's a chip off the old block. (Mark babasının yirmi yıl önce kazandığı aynı yelken yarışında birinci oldu, babasının oğlu, armut dibine düşer.) * Look at her bossing everyone around - she's a real chip off the old block! (Etrafındaki herkese nasıl da patronluk taslıyor bak, aynı babası/hık demiş babasının burnundan düşmüş.) * The man's son was a chip off the old block. With the same dark hair and blue eyes. (Adamın oğlu aynı babasına çekmiş. Saçlar aynı koyu/siyah, gözler aynı mavi) * Jenny's a real chip off the old block. She must have been very close to her father when she was young. (Jenny aynı babasına çekmiş. Küçükken babasıyla çok iç içe olmuş olmalı/birlikte çok vakit geçirmiş olmalılar.) * He's just as friendly and easy-going as his father. Really, he's a chip off the old block. (Babası gibi dost canlısı ve sevecen biri. Gerçekten tam babasının oğlu.) * She enjoys bossing people around just like her mother used to do - she's a real chip off the old block! (Aynı annesinin yaptığı gibi o da çevresindekilere patronluk taslamayı seviyor. Tam bir anasının kızı/kopyası.)
= you say which means you do not care about something because it will not affect you
used to indicate that one is not offended or adversely affected by something
no skin off my back/teeth
= kendi bileceği iş beni ilgilendirmez
onun bileceği iş beni bağlamaz/benim derdim değil
kendi bilir benim için fark etmez
kendi bilir benim için hava hoş
bana giren çıkan bir şey yok
no skin off my nose english idiom phrase
* We can go in his car if he prefers. It's no skin off my nose. (İstiyorsa onun arabasına sıkışabiliriz/onun arabayla gidebiliriz. Kendi bilir, benim için fark etmez.)
* If he doesn't come to my party it's no skin off my nose.
(Partime gelmezse kendi bilir, benim için fark etmez.)
* It's no skin off my nose if she wants to act that way.
(Böyle/Bu şekilde davranmak istiyorsa, kendi bilir benim için hava hoş.)
* You needn't worry if I stayed out all night - it's no skin off your nose.
(Bütün gece dışarıda olursam/eve gelmezsem endişelenmen gerekmiyor. Sana ne oluyor ki/Seni ne ilgilendiriyor ki/Sana giren çıkan bir şey mi var?)
* If he's too proud to accept help, let him get on with it. It's no skin off my nose.
(Yardım almayacak/kabul etmeyecek kadar gururluysa, bırak öyle devam etsin, kendi bilir bana bir zararı yok/benim için hava hoş.)
* Let them cancel the whole project. It's no skin off my nose.
(Bırak bütün işi/planı bozsunlar. Bana bir giren çıkan yok.)
* It will be no skin off my teeth if the meeting is canceled.
(Toplantı iptal edilirse/olursa benim için fark etmez/benim için hava hoş.)
* It's no skin off my nose if you don't take my advice.
(Tavsiyeme uymazsan/Tavsiyemi dinlemezsen sen bilirsin, benim için hava hoş/benim bir zararım/kaybım olmaz.)
* If he wants to make a mess in his own room, it's no skin off my back.
(Kendi odasının altını üstüne getirmek istiyorsa, kendi bilir benim için hava hoş.)
* It's no skin off my nose if Laura decides not to come to Mexico with us. I couldn't care less!
(Laura bizimle Meksika'ya gelmemeye karar verirse kendi bilir, benim için fark etmez. Umurumda değil/Ne hali varsa görsün.)
* You can stay wherever you want. It's no skin off my nose.
(Nerede istersen orada kalabilirsin. Beni alakadar etmez/ilgilendirmez.)
* You can be as critical of them as you like. It's no skin off my nose.
(Onları istediğin kadar eleştirebilirsin. Senin bileceğin iş, beni ilgilendirmez.)
* It's no skin off my nose if you don't want dessert.
(Tatlı istemiyorsan/istemezsen benim için hava hoş.)
* Mortgage lenders will agree to do this, since it is no skin off their nose.
(Morgıç kurumları için hava hoş olduğu için/fark eden bir şeyin olmadığı için bunu yapmayı kabul edeceklerdir.)
* A: I've not much appetite, I'm afraid. B: No skin off my nose.
(A: Çok fazla iştahım yok/aç değilim, kusura bakma. B: Keyfin bilir, benim için hava hoş.)
* It's no skin off my nose if Hasan insists on making a fool of himself.
(Hasan kendini aptal durumuna düşürmekte ısrarlıysa/düşürmekten vazgeçmeyecekse, benim için hava hoş, onun bileceği iş.)
* Oh well. No skin off my nose!
(Aman canım, bana ne/bana da ne oluyorsa artık, ne halleri varsa görsün-ler.)
* Some people think that the economy of the country is no skin off their nose because they have money now, but they should know their kids will suffer it.
(Bazı insanlar şu anda paraları olduğu için ülke ekonomisinin onları ilgilendirmediğini düşünüyor ama bilmeliler ki bunun acısını çocukları çekecek.)
* A: Do you mind of we stop at the pharmacy on the way home?
(Eve giderken eczaneye uğramamızın/eczanede durmamızın bir sakıncası/mahzuru var mı?)
B: No problem. I'm not in a hurry to get home. It's no skin off my nose.
(Olur/Sorun değil. Eve hemen/acil gitmem gerekmiyor. Bana uyar/Benim için hava hoş/Sen bilirsin benim için fark etmez.)
= to steal the spotlight/scene/limelight
to attract the most attention and praise
to get all the attention and praise at an event or performance
to be the most popular or the best part of an event or situation
to be the center of attention
= sahneyi başrol oyuncusundan çalmak
göz önündekilerden/diğerlerinden daha fazla ön plana çıkmak
diğerlerini gölgede bırakmak, diğerlerini yanında sönük bırakmak
bütün dikkatleri üzerinde toplamak, bütün dikkatler ona yönelmek
daha fazla göz doldurmak, daha fazla beğeni/alkış almak
diğerlerinden daha fazla başarılı olmak
parsayı toplamak
steal the show english idiom phrase
* She has a small part, but she steals the show from the lead actors. (Küçük bir rolü vardı ama performansıyla başroldeki oyuncuları gölgede bıraktı/başrol uyuncularından daha fazla iz bıraktı.) (Ufak/Önemsiz bir rolü vardı ama "asıl başrol oyuncusu benim" der gibi bir performans ortaya koydu.)
* The child with the dog stole the show. (Köpekli çocuk gösterinin/şovun en iyisiydi/başarılısıydı.)
* He did all the work, but his partner stole the show. (Bütün işi o yaptı ama alkışı/övgüyü ortağı aldı/parsayı ortağı topladı.)
* The experimental car certainly stole the limelight at the motor show. (Oto/Araba fuarında en fazla ilgiyi konsept otomobil çekti.)
* All the singers were good, but 16-year-old Karine stole the show. (Tüm şarkıcılar iyiydi/fena değildi ama 16 yaşındaki Karine daha fazla göz doldurdu/ama 16 yaşındaki Karine'nin yanında sönük kaldılar.)
* At the 2010 Oscars, "The Hurt Locker" stole the show. (2010 Oskar ödüllerinde en fazla ilgiyi "The Hurt Locker" filmi gördü/topladı.)
* The speeches were interesting but Eliza's singing stole the show. (Yapılan konuşmalar ilgi çekiciydi ama Eliza'nın şarkısı/şarkı söylemesi hepsini gölgede bıraktı.)
* We went there to see Asena dance last night, who was a good as ever, but I must say a young girl from Hacıhüsrev, she seemed not a day older than sixteen, stole the show! (Dün akşam oraya Asena'nın dansını izlemeye gitmiştik, ki Asena her zamanki gibi iyiydi, ama söylemeden edemeyeceğim, taş çatlasa en fazla on altı yaşında gibi gösteren Hacıhüsrevli bir genç kız, Asena'dan daha fazla alkış aldı/iz bıraktı.)
* No doubt she'll be given great many presents on her eighteeth birthday. I must give her something that'll really steal the show. (On sekizinci yaş gününde ona bir sürü harika hediye getirileceği kesin. Ona öyle bir şey vermeliyim ki/hediye etmeliyim ki diğer bütün hediyeleri gölgede bırakmalı/ diğer bütün hediyeler benimkinin yanında sönük kalmalı.)
* All the cabinet ministers have their little peculiarities, but Mr. XXX really steals the show. (Kabinedeki/Hükümetteki bütün bakanların küçük küçük garip huyları var ama Sayın XXX'inkiler diğerlerininkileri gölgede bırakır.)