29 Ekim 2015 Perşembe

Çeviri Çalışmaları 9

Learn English Through News / Haberlerle İngilizce


Bombings in Turkey
Thousands of people have taken part in protests in Turkey, one day after twin explosions killed at least 95 people outside the capital's main train station.
The suspected suicide bomb attack left hundreds injured, 65 remain in intensive care, while pro-Kurdish politicians put the death toll as high as 126.
Protestors today chanted anti-government slogans while some accused President Erdogan and the ruling AK Party of being responsible for the violence.
The Turkish government has described yesterday's bombing in Ankara as a terrorist attack, the most deadly of its kind on Turkish soil.
Today, a senior government official said parliamentary elections set for November 1st will go ahead as planned,
but said security will be stepped up at election rallies and the election will be held in a secure way.

ingilizce türkçe çeviri haber kelime örnek cümle turkish translate
learn english news haberlerle ingilizce

------ -----
Bombings in Turkey
(Türkiye'de Bombalı Eylemler)

Thousands of people have taken part in protests in Turkey, one day after twin explosions killed at least 95 people outside the capital's main train station.
thousands of= binlerce
* Every year thousands of visitors flock to Seattle.
  (Her yıl binlerce ziyaretçi/turist, Seattle'a akın ediyor.)
to take part in something= bir şeye katılmak, iştirak etmek
* Will you take part in the ceremony?
  (Törene katılacak mısın?)
to take part in protests= eylemlere/protesto gösterilerine katılmak
protest= gösteri, protesto, eylem
* It seems the protests won't stop in Egypt.
  (Mısır'da gösteriler/protestolar sona ermeyecek/durmayacak gibi görünüyor.)
one day/two days after something= bir şeyden bir gün/iki gün sonra
* She died two days after his arrival.
  (Gelişinden/Geldikten iki gün sonra öldü.)
twin explosions= iki/çifte patlama
to kill= öldürmek
at least= en az, asgari
outside= dışında
capital= başkent
(Başkentteki ana tren garının dışında en az 95 insanın öldürüldüğü/öldüğü çifte patlamadan bir gün sonra Türkiye'de binlerce insan protesto gösterilerine katıldı/binlerce insanın katıldığı gösteriler düzenlendi/gerçekleşti.)

The suspected suicide bomb attack left hundreds injured, 65 remain in intensive care, while pro-Kurdish politicians put the death toll as high as 126.
suspected= sanılan, şüphelenilen, kuşkulanılan, diye/olduğu düşünülen
* You can also help improve the web for everyone by reporting suspected malicious sites.
  (Siz de kötü amaçlı olduğundan şüphelenilen siteleri raporlayarak web'in herkes için daha iyi bir ortam olmasına yardımcı olabilirsiniz.)
suicide bomb attack= canlı bomba saldırısı, intihar bombacısı eylemi/saldırısı
to leave (left)= olmasına neden olmak, yol açmak, ile sonuçlanmak, geride bırakmak
* Flooding during the last two months in Bulgaria has killed at least 50 people, hundreds of cattle and left thousand of people homeless, according to civil defence officials.
  (Sivil savunma yetkililerinin açıklamalarına göre, Bulgaristan'da son iki aydır meydana gelen seller en az 50 kişinin ölümüne, yüzlerce büyükbaş hayvanın telef olmasına ve binlerce kişinin evsiz kalmasına neden oldu.)
* Serbia currently suffers from an economic crunch that has left hundreds of thousands without jobs.
  (Sırbistan şu anda yüz binlerce insanın işini kaybettiği bir ekonomik kriz yaşıyor.)
* Childhood problems often leave emotional scars.
  (Çocukluk sorunları çoğunlukla duygusal/ruhsal hasarlara sebep olur/yol açar.)
injured= yaralı
to remain in intensive care= yoğun bakımda kalmak/tutulmak
while= oysa, oysaki, halbuki, fakat, ..iken, aksine, iki farklı/zıt fikirden/ gerçekten/durumdan bahsederken
* Nobody gave him a hand when he was in difficulty, while he had been helpful to everybody in past.
  (Zor zamanında ona kimse yardımcı olmadı, halbuki/oysa o geçmişte herkese yardımcı olmuştu.)
* Flats are expensive, while houses are cheap.
  (Apartman daireleri pahalı oysa/halbuki evler ucuz/Apartman daireleri pahalıyken evler ucuz.)
pro- = yanlısı, taraftarı, destekçisi, destekleyen
* He was pro-Russian.
  (Rusya yanlısı/taraftarı biriydi/Rus destekçisiydi.)
pro-Kurdish politicians= Kürt yanlısı siyasetçiler/siyasiler/politikacılar
to put= açıklamak, ilan etmek, duyurmak, ifade etmek, dile getirmek
* I put my objections bluntly.
  (Ben itirazımı açık açık/dobra dobra söylerim/ifade ederim.)
death toll= ölü sayısı, toplam ölü sayısı, ölenlerin sayısı
to put the death toll as= ölü sayısını ... olarak açıklamak/duyurmak/ilan etmek
(Canlı bomba olduğu düşünülen saldırıda 65'i yoğun bakımda olmak üzere yüzlerce kişi yaralandı, fakat Kürt yanlısı siyasetçiler ölü sayısını 126 olarak daha yüksek açıkladılar/ilan ettiler.)

Protestors today chanted anti-government slogans while some accused President Erdogan and the ruling AK Party of being responsible for the violence.
protestor= gösterici, eylemci, protestocu
to chant slogans= slogan atmak
anti-government= hükümet karşıtı/aleyhine
to chant anti-government slogans= hükümet karşıtı slogan atmak
some= kimi, kimisi, bazıları, kimi/bazı/bir takım insanlar
* Some think he is dead.
  (Kimileri onun ölü olduğunu/öldüğünü düşünüyor.)
* The result came as a surprise to some.
  (Bu sonuç kimilerine/bazılarına/bazı insanlara sürpriz oldu/Bazıları bu sonucu beklemiyordu.)
to accuse someone of something/doing something= birini bir şeyle/bir şey yapmakla suçlamak/itham etmek/eleştirmek
* The Turkish government accuse European countries of giving support to the PKK.
  (Türk hükümeti Avrupa ülkelerini PKK'ya destek vermekle suçluyor/itham ediyor.)
* He accused me of being a liar.
  (Beni yalancılıkla/yalancı olmakla/yalan söylemekle suçladı/itham etti.)
ruling= iktidar, yönetim, hükümet, iktidardaki, yönetimdeki
* I voted for the ruling party in last elections.
  (Son seçimlerde iktidar partisine/iktidardaki partiye oy verdim/oy attım/Son seçimlerde oyumu iktidar partisine verdim.)
responsible for something= bir şeyden sorumlu, bir şeyin sorumlusu/müsebbibi
* If that is true then he is not responsible for the accident.
  (Eğer bu doğruysa kazadan o sorumlu değil, kazanın sorumlusu/müsebbibi o değil.)
responsible for the violence= şiddetin sorumlusu
(Bazı insanlar şiddetin sorumlusu olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan ve iktidardaki Ak Partiyi suçlarken eylemciler hükumet karşıtı/aleyhinde slogan attılar.)

The Turkish government has described yesterday's bombing in Ankara as a terrorist attack, the most deadly of its kind on Turkish soil.
Turkish government= Türk hükümeti/yönetimi
to describe something/someone as something= bir şeyi/kimseyi bir şey olarak nitelemek/tanımlamak/görmek/kabul etmek/saymak, bir şeyin bir şey olduğunu belirtmek/ifade etmek/söylemek
* Commentators have described the sound of vuvuzelas as "annoying" and "satanic".
  (Maç spikerleri vuvuzelaların sesini "rahatsız edici" ve "şeytani" olarak tarif ettiler/nitelediler/ifade ettiler.)
* Paramedics described the scene as a battlefield.
  (Sağlık görevlileri olay yerini savaş alanı olarak nitelediler/olay yeri için savaş alanı tanımlaması/benzetmesi yaptılar.)
yesterday's bombing in Ankara= Ankara'daki dünkü bombalama eylemi, Ankara'da dün yaşanan/meydana gelen bombalama eylemi
terrorist attack= terör saldırısı/eylemi
to describe something as a terrorist attact= ..yı terörist saldırı olarak nitelemek
its kind= türünün (burada terör saldırısına refer ediyor.)
the most deadly of its kind= en ölümcül/en fazla ölü sayısının meydana geldiği terör saldırı, en kanlı terör saldırısı
Turkish soil= Türk toprakları, Türkiye devleti/ülkesi
the most deadly of its kind on Turkish soil= Türkiye'deki en kanlı terör saldırısı/eylemi
(Türk hükümeti dün Ankara'da yaşanan bombalama eylemini bir terör saldırısı olarak niteleyip Türkiye'deki en kanlı terör saldırısı/eylemi olduğunu söyledi.)

Today, a senior government official said parliamentary elections set for November 1st will go ahead as planned, but said security will be stepped up at election rallies and the election will be held in a secure way.
senior government official= üst düzey hükumet yetkilisi, hükumetin ileri gelenlerinden/önemli isimlerinden
to say= söylemek
parliamentary election= parlamento/meclis/milletvekili seçimi, genel seçim
to set = (tarihini/gününü/saatini) kararlaştırmak/belirlemek
* Have they set a date for the wedding?
  (Düğün için bir tarih belirlediler mi/Düğün tarihini belirlediler mi/kararlaştırdılar mı?)
* Kosovo currently is without a parliament, and all eyes are on the upcoming snap elections, set for December 5th.
  (Şu anda Kosova meclissiz durumda ve tüm gözler 5 Aralık'ta/Aralık'ın 5'inde yapılacak erken seçimlere çevrilmiş durumda.)
to go ahead as planned= planlandığı/kararlaştırıldığı gibi/üzere devam etmek/sürmek
* The organisers of the marathon said that the event would go ahead, regardless of the weather conditions.
  (Maraton organizatörleri, hava şartları/durumu ne olursa olsun organizasyonun devam edeceğini/organizasyona devam edileceğini söyledi.)
security= güvenlik
to step up= arttırmak, yükseltmek
* Security at the airport has been stepped up since the bomb scare.
  (Bomba alarmından bu yana havaalanında güvenlik-tedbirleri/seviyesi/önlemleri- arttırıldı.)
  (Havaalanı güvenliği bomba ihbarı dolayısıyla arttırıldı/bombalı eylem endişesiyle arttırıldı.)
election rally= seçim mitingi, seçim propaganda toplantısı
to hold= düzenlemek, yapmak, gerçekleştirmek
* We have to rent a room to hold the party in.
  (İçinde/İçerisinde partiyi yapmak için/üzere bir oda kiralamamız lazım.)
to be held= düzenlenmek, yapılmak, gerçekleştirilmek
* Rio's carnival is held in February.
  (Rio karnavalı Şubat ayında yapılıyor/düzenleniyor.)
* The vote would be held Tuesday.
  (Oylama Salı günü yapılacak/gerçekleşecek.)
in a secure way= güvenli bir şekilde, emniyet içinde
(Bugün, üst düzey bir hükumet yetkilisi 1 Kasım'da yapılacak milletvekili seçimlerinin takviminin planlandığı gibi işleyeceğini ama seçim mitinglerinde güvenliğin arttırılacağını ve seçimlerin güvenli bir şekilde yapılacağını söyledi/ifade etti.)

28 Ekim 2015 Çarşamba

Çeviri Çalışmaları 8

Learn English Through News / Haberlerle İngilizce


Ronaldo wins another Golden Shoe

Cristiano Ronaldo has won the European Golden Shoe award for the fourth time.
The Real Madrid striker is the first player to bag four Golden Shoes, but the competitive sportsman says it’s not enough.
"I am not satisfied. I always want more. I know I am the only one who has four boots, but I want more.
I want a fifth one and sixth one, if possible. Obviously, that means winning things collectively with the team, trophies,
but for me Real Madrid is the greatest club in the world and it must win titles every year. This year will obviously be no different."
The award recognises Cristiano as the top scorer in Europe's domestic leagues.
He scored 48 goals in 35 appearances for Real last season, edging out Barcelona's Lionel Messi who netted 43 goals in 38 outings.
The sports star picked up the trophy along with his son Cristiano Junior at a ceremony in Madrid.
Ronaldo became Real Madrid's top scorer in history in September, surpassing Raul Gonzalez with 324 goals.
çeviri türkçe ingilizce haber
learn english through news haberlerle ingilizce

------ ----------
Ronaldo wins another Golden Shoe
to win= kazanmak, (ödül vb) sahibi olmak
* I am sure that I am going to win.
  (Kazanacağımdan eminim/hiçbir şüphem yok.)
another= bir tane daha, bir kez daha, tekrar
* Could I trouble you for another glass of water?
  (Sana zahmet olacak ama bir bardak daha su alabilir miyim?)
Golden Shoe= Altın Ayakkabı ödülü. Avrupa liglerinde en fazla gol atan oyuncuya verilen ödülün adı.
(Ronaldo bir kez daha Altın Ayakkabı ödülünü kazandı/Ronaldo bir Altın Ayakkabı ödülü daha kazandı.)

Cristiano Ronaldo has won the European Golden Shoe award for the fourth time.
award= ödül
to win XYZ award for the first/second/third time= XYZ ödülünü ilk/ikinci/üçüncü kez/defa kazanmak
(Christiano Ronaldo Avrupa Altın Ayakkabı ödülünü dördüncü defa kazandı/ödülünün dördüncü defa sahibi oldu.)

The Real Madrid striker is the first player to bag four Golden Shoes, but the competitive sportsman says it's not enough.
striker= forvet, futbolda hucum oyuncusu
to bag= (ödül/zafer/galibiyet) kazanmak/elde etmek/sahibi olmak
* She's expected to bag the award for the team's most valuable player.
  (Takımın en değerli oyuncusu ödülünü kazanmayı umuyor/bekliyor.)
competitive= hırslı, rekabeti seven, yarışmayı seven
enough= yeterli
(Real Madridli forvet/hucum oyuncusu dört altın ayakkabı ödülünü kazanan ilk oyuncu, fakat hırslı/rekabet etmeyi seven sporcu bunun yeterli olmadığı/onu kesmediğini/tatmin etmediğini söyledi.)

"I am not satisfied. I always want more. I know I am the only one who has four boots, but I want more. 
satisfied= memnun olmuş, doymuş, tatmin olmuş
to want= istemek, arzulamak
(Doymuş/Tatmin olmuş değilim. Her zaman daha fazlasını istiyorum. Dört bot/ayakkabı -ödülü- sahibi olan/kazanan tek kişi olduğumu biliyorum/olduğumun farkındayım ama daha fazlasını istiyorum.)

I want a fifth one and sixth one, if possible. Obviously, that means winning things collectively with the team, trophies, but for me Real Madrid is the greatest club in the world and it must win titles every year. This year will obviously be no different."
one= Önceden geçen bir ismi tekrar etmemek için onun yerine kullanılan zamir. Bu cümlede "one" Golden Shoes award/altın ayakkabı ödülü"ne refer ediyor/onun yerine kullanılıyor.
one/ones zamirleri konusunda detaylı bilgi için tıklayınız.
if possible= mümkünse, eğer/şayet imkanı varsa/mümkün olursa
obviously= elbette, tabi ki, şüphesiz
that means= kastedilen şu, demek istenilen şu
collectively= birlikte, ekip olarak
but= ki
trophy= kupa, ödül
great= büyük
the greatest= en büyük
to win titles= şampiyonluklar kazanmak
* Who do you think will win the tennis title this year?
  (Sence bu sene teniste kim şampiyon olur/olacak?)
(Eğer mümkün olursa beşinci ve altıncı altın ayakkabı ödülünü de almak istiyorum. Elbette böyle söylerken ödüllerin, kupaların ekip halinde takımla kazanıldığını kastediyorum. Ki benim için/bana göre Real Madrid dünyanın en büyük kulübüdür ve her sene şampiyonluklar kazanmak zorundadır. Tabi ki bu sene de farklı olmayacak.)

The award recognises Cristiano as the top scorer in Europe's domestic leagues.
to recognise someone as= bir kimseyi ... olarak/olduğunu kabul etmek/tasdik etmek/tanımak
* He is recognized as the new champion.
  (Yeni şampiyonun o olduğu kabul edildi/ilan edildi.)
the top scorer= en skorer/golcü futbolcu/oyuncu
domestic league= yerel lig
(Bu ödül Cristiano'nun Avrupa'nın yerel liglerindeki en skorer/golcü futbolcu olduğunun tasdiki/kabulü/tescili anlamına geliyor.)

He scored 48 goals in 35 appearances for Real last season, edging out Barcelona's Lionel Messi who netted 43 goals in 38 outings.
to score a goal= gol atmak
* The team's best striker scored twenty-three goals last season.
  (Takımın en iyi forveti/en skorer/golcü ismi geçen sezon yirmi üç gol attı.)
appearance= maç, müsabaka, karşılaşma
to edge out someone= birini çok az farkla/kıl payı farkla geçmek/geride bırakmak
* Eileen Petersen edged out Victor Frazer by 27 votes.
  (Eileen Peterson, Victor Frazer'i 27 oyla geride bıraktı.)
* France edged out the British team by less than a second.
  (Fransa, İngiltere takımını bir saniyeden daha az bir farkla geçti/geride bıraktı.)
to net= gol atmak
* Rangers netted three times in seven minutes.
  (Rangers yedi dekikada üç gol attı/buldu.)
* Butler netted 14 goals.
  (Butler 14 gol attı.)
outing= maç, müsabaka, karşılaşma
* The new player scored three goals in his second outing with the team.
  (Yeni oyuncu takımıyla çıktığı ikinci maçında üç gol attı.)
(Geçen sezon Real takımıyla çıktığı 35 maçta 48 gol atan Ronaldo, 38 maçta 43 gol atan Barcelonalı Messi'yi az farkla geride bıraktı.)

The sports star picked up the trophy along with his son Cristiano Junior at a ceremony in Madrid.
sports star= yıldız sporcu
to pick up= almak
* Where can I pick up my airplane ticket?
  (Uçak biletimi nereden alabilirim?)
along with= ile beraber/birlikte, yanında
* The corporation co-financed that colony along with Colonial Administration.
  (Şirket, koloniyi, koloni yönetimiyle birlikte finanse etti.)
* Please forward this message along with the seminar information to the appropriate managers in your firm.
  (Lütfen bu mesajı seminer bilgisiyle birlikte/bilgisinin yanında şirketinizdeki ilgili yöneticilere ulaştırın/gönderin.)
ceremony= tören, merasim
(Yıldız sporcu ödülünü Madrid'deki törende oğlu Cristiano Junior ile birlikte aldı.)

Ronaldo became Real Madrid's top scorer in history in September, surpassing Raul Gonzalez with 324 goals.
to become= olmak
to surpass= geçmek, geride bırakmak
* He continued to surpass me at all games.
  (Tüm oyunlarda beni geçmeyi/geride bırakmayı sürdürdü.)
* She surpassed her rivals.
  (Rakiplerini geride bıraktı.)
* Attendance is expected to surpass last year's record.
  (Katılımın geçen seneki rekoru aşması/geçmesi/geride bırakması bekleniyor.)
(Ronaldo Eylül ayında 324 golle Raul Gonzales'i geride bırakarak Real Madrid tarihinin en golcü/skorer ismi oldu.)

27 Ekim 2015 Salı

Gramer Notları 3

Pronouns of ONE and ONES

(ONE ve ONES Zamirleri)


one ones kullanımı ingilizce gramer
one ones english grammar


* "one" and "ones" use as a noun substitute.
    ("one" ve "ones" ismin ikamesi/zamir olarak kullanılır.)
    We use "one" and "ones" when you do not want to repeat the previous noun that was mentioned already.
    (İngilizcede daha önce bahsetmiş olduğumuz ya da kişiler tarafından bilinen bir şeyi tekrar bahsetmemiz gerektiğinde "one" ve "ones" zamirlerini kullanırız.)

- Do you like this dress or that dress? / ... this dress or that one? / ... this one or that one?
  (Bu elbiseyi mi yoksa o elbiseyi mi beğendin?)

  We cannot say "this or that?" because these adjectives in English must always be followed by a noun, which can be either "dress" or the word that replaces it; in this case "one".
  (Sadece "this or that" diyemeyiz çünkü bunlar işaret sıfatıdır ve bunların ardından mutlaka bir isim gelmek zorundadır. Yukarıdaki örnekte "dress/elbise" ya da onun yerini tutan "one" zamiri olduğu gibi.)

- See those two girls? Helen is the tall one and Jane is the short one. (one=girl)
  (Şu iki kızı görüyor musun? Helen uzun boylu olanı, Jane de kısa boylu olanı.)

- My trousers are torn. I need some new ones. (ones=trousers)
  (Pantolonum eskidi. Yenisine/Yeni bir taneye ihtiyacım var.)



* We often use one/ones after Which ... in questions:
  ("one/ones" soru cümlelerinde genellikle "Which" ile birlikte kullanılır.)

- You can borrow a book. Which one do you want? (one=book)
  (Bir kitap ödünç alabilirsin. Hangisini istiyorsun/istersin?)

- There are lots of books here. Which ones are yours? (ones=books)
  (Burada bir sürü kitap var. Hangileri seninkiler?)


* We commonly use one and its plural ones as a substitute for a countable noun.
  (Tekil olarak "one", çoğul olarak da "ones" sayılabilen isimlerin yerine kullanılır/onlara refer eder.)
  We don’t use one to refer back to uncountable nouns.
  ("one/ones" sayılamayan isimlerin yerine kullanılmaz.)
  With uncountable nouns we use some, any or nothing.
  (Sayılamayan isimlerde "some" veya "any" kullanılır veya da hiçbir şey kullanılmaz.)

- A: Have you got any milk? B: Yes. A: Can I borrow some? (Can I borrow one.)
  (A: Hiç sütün var mı ya? B: Evet/Var. A: Biraz/Bir miktar alabilir miyim?)

- I asked for beer, but they did not have any. (...did not have one.)
  (Bira istedim ama onlarda yokmuş.)

- Apple juice is cheap, but orange is expensive. (Nothing after "orange")
  (Elma suyu ucuz ama portakal suyu pahalı.) ("Orange"dan sonra bir şey gelmez.)


* As a noun substitute, we don’t use ones immediately after some, any, both and numbers, unless it is premodified.
  (Refer/İkame isim olarak "ones", önniteleyene sahip olmadıkça "some, any, both" kelimelerinin ve sayıların hemen ardından kullanılmaz.)

- Are there any mangoes for dessert today? B: Yes, Nuala bought some at the supermarket. (...bought some ones at ...)
  (A: Bugünkü tatlı için hiç mango var mı? B: Evet/Var, Nuala marketten biraz/bir miktar almıştı.)

- A: How many pens did you buy? B: I bought four green ones and six red ones. That should be OK, shouldn't it? (The underlined words are premodifiers.)
  (A: Kaç kalem satın aldın? B: Dört tane yeşil, altı tane de kırmızı aldım. Yeterli olur değil mi?) (altı çizili sözcükler önniteleyendir.)


* You have to be specific about which ONES you mean.
  ("one/ones" kullanımında neyden bahsedildiğinin belirli olması şarttır.)
  Words like "new" or "these" specify which ones you mean.
  ("New/these" gibi kelimeler bahsettiğin "one/ones" kullanımını belirli hale getirir.)
  If you do not specify which ones (i.e. you do not describe which ones with an adjective etc.), you should use "some".
  (Eğer "one/ones" sıfat gibi bir şeyle belirli olarak kullanılmıyorsa, onun yerine "some" kullanılmalıdır.)

- My car is the "red" one.
- I broke my glasses so I will have to buy some "new" ones. / - I broke my glasses so I will have to buy "some".
- I like those shoes, but let's buy "these" ones. / - I like those shoes. I think I will buy "some".


* In informal English, my, his, her, etc. (possessive determiners) can come before one. This makes the statement more emphatic.
  (Resmi olmayan ingilizcede iyelik/aitlik sıfatları olan "my, his, her" vs. "one" kelimesinden önce kullanılabilir. Bu kullanım ifadeyi daha vurgulu hale getirir.)

- A: I couldn't use my laptop today. B: Neither could I. My one got stolen. (more emphatic than Mine got stolen.)
  (A: Bugün laptomumu kullanamadım. B: Ben de kullanamadım. Benimki çalındı/Benimkini çaldılar.)("Mine got stolen" kullanımından daha güçlü vurguya sahiptir.)


* When one refers back to a previous noun and is premodified, a determiner (a/an, the, this, your) must be used.
  ("one" önniteleyene sahip önceki bir ismin yerine kullanıldığında, "a, an, the, this, your" gibi bir belirtecin kullanılması zorunludur.)

- The hotel that we had booked turned out to be a luxury one.
  (Oda ayırttığımız/Tuttuğumuz otel lüks bir otel çıktı.)
  The hotel that we had booked turned out to be luxury one.

- I liked all your songs, but Yesterday was your best one.
  (Senin tüm şarkılarını beğeniyorum ama dünkü en iyisiydi/en çok dünkünü beğendim/dünkü hoşuma gitti.)
  ..... was best one.


* We can use "one" with adjectives, but in that case we need to use a determiner.
  ("one" normalde sıfat ile beraber kullanılır. Fakat bazı durumlarda belirteç ile kullanılır.)
  If you drop the adjective, you need to drop determiner.
  (Sıfat giderse, belirteç de gider.)

- I'd like to buy a house. If I can afford it, I'll get a big one. / - I'd like to buy a house. If I can afford it, I'll get one with a lot of space.
  (Bir ev almak istiyorum. Gücüm yeterse büyük bir tane alacağım.) / (........ bir sürü odası olan/geniş bir tane alacağım.)


* We can put "the" instead of "that" in front of the pronoun for a similar meaning.
  ("one" zamirinin önüne aynı manaya gelecek şekilde "that" yerine "the" kullanılabilir.)

- My house is that one on the corner. / My house is the one on the corner.
  (Evim şu köşedekidir/köşede olandır.)

- Her sandals are those ones with the pink dots. / Her sandals are the ones with the pink dots.
  (Onun sandaletleri/terlikleri şu pembe boncuklu/noktalı olandır.)


* To refer to one particular thing that has already been clearly identified, we use it, not one.
  (Önceden açık bir şekilde belirtilmiş özel bir şeyden bahsedilirken "one" kullanılmaz, "it" kullanılır.)

- A: Could you lend me a bicycle? B: Sorry, I haven't got one.
  (A: Bana bir bisiklet ödünç verebilir misin? B: Kusura bakma, bir bisikletim yok.)
- A: Could you lend me your bicycle? B: Sorry, I need it.
  (A: Bisikletini bana ödünç verir misin? B: Kusura bakma, ona ihtiyacım var.)


* Difference between "each one" and "every one"
  ("each one" ile "every one" arasındaki fark)
  "each one"" is used when the subjects have a different colour, price, etc.
  ("each one" özneler renk, fiyat gibi farklı özelliklere sahip olduğu zaman kullanılır.)
  "every one" is used when the subjects share the same characteristics.
  ("every one" ise özneler aynı özelliklere sahip olduğunda kullanılır.)

- I have 6 pens and each one is a different colour.
  (6 kalemim var ve her birinin rengi farklıdır/Her biri farklı renkli altı kalemim var.)

- There are 4 cinemas and every one is showing a horror movie.
  (4 sinema salonu var ve her birinde de bir korku filmi gösteriliyor/oynuyor.)

  Remember that "every one" and "everyone" does not mean the same!
  ("every one" ile "everyone"nın aynı manaya gelmediğini unutma!)
  "Everyone" is used to refer to people and means the same as "everybody".
  ("everyone" "everybody/herkes" ile aynı anlama sahip olup insanlara refer etmektedir.)
  "every one" means the same as “all of them” and we use it for emphasis.
  ("every one" ise "all of them/bunların hepsi" ile aynı anlamda olup vurgu kazandırmak için kullanılır.)


indefinite personal pronoun
one and one's

* As a personal pronoun (both subject and object), "one" can be used to refer to "people in general".
  (Özne ya da nesnede şahıs zamiri olarak "one" "genel olarak insanlar/insanların geneli" anlamında kullanılır.)
  We often use one in making generalisations, especially in more formal styles.
  (Bu yapıda "one" bilhassa formal/resmi ingilizcede genelleme yapmak için kullanılır.)
  One takes a third person singular verb.
  ("one" bu yapıda fillin üçüncü tekil şahıs haliyle kullanılır.)
  In the U.S., one is often replaced by you.
  (Amerikan İngilizcesinde "one" yerine çoğunlukla "you" kullanılır.)
  "You" and "they" are also used in a similar way.
  (Aynı manada ve yapıda "you" ve "they" de kullanılmaktadır.)
  However, "one" and "you" include the speaker in the generalisation.
  (Fakat, "one" ve "you" kullanımında konuşmacı kendini genellemeye dahil ederken, "they" kullanımında genellemenin dışında tutmuş olur.)
  Note that one is more formal than you.
  ("one" kullanımı "you" kullanımından daha formal/resmi kullanımdır.)

- One/You must believe in something.
  (İnsanlar bir şeye inanmak zorundadır.)

- In the sixteenth century people believed in witches. (... one/you believed in witches.) (This could not include the speaker or hearer.)
  (16.yüzyılda insanlar cadılara inanıyordu.) (people yerine one/you kullanılamaz. Çünkü bu örnekte ne konuşmacı ne de dinleyici dahil edilemez.)

- If one fails, then one must try harder next time.
  (Eğer bir kimse/insan başarısız olursa, bir dahaki sefer daha çok uğraşmalıdır/asılmalıdır.)

- Drunkenness makes one unreliable.
  (Ayyaşlık/Sarhoşluk insanı/insanları çekilmez/itici yapıyor/hale getiriyor.)

- The young comedian was awful; one felt embarrased for him.
  (Genç komedyen çok kötü performans sergiledi, insanlar ondan sıkıldı.)

- One never knows, does one?
  (İnsanların hiç haberi olmuyor, oluyor mu?)

- One should not use mobile phones when driving.
  (Araba sürerken sürücü/şoför cep telefonu kullanmamalıdır.)

- You always want the best for your children.
  (İnsanlar çocukları için her zaman/daima en iyisini isterler.)

- Holidays are supposed to allow one to forget about work.
  (Tatiller insanların işten sıyrılmalarına/kafalarından işi atmalarına yarıyor/olanak sağlıyor/yaramaktadır.)

- One should love one's country. / You should love your country.
  (Bir insan/İnsanlar ülkesini sevmelidir.)

- You can't learn a foreign language in four or six weeks. It's impossible.
  (Bir yabancı dili dört veya altı haftada öğrenemezsiniz/Bir yabancı dil dört veya altı haftada öğrenilmez. Bu imkansızdır.)

- If one wishes to perfect one's English, one has only to go to a country where it is spoken.
  (Eğer bir kimse İngilizcesinin mükemmel olmasını istiyorsa, kişinin tek yapacağı İngilizce konuşulan bir ülkeye gitmektir/gitmesidir.)

- One should clean one's teeth regularly.
  (Kişi dişlerini düzenli olarak temizlemeli.)

- Can one swim in this city?
  (Bu şehirde yüzülebilir mi/yüzülebiliyor mu?)

- One can watch good films in this cinema.
  (Bu sinemada güzel filmler seyredebilirsiniz/oynuyor/gösterime giriyor.)


* One's is a possessive determiner.
  ("one's" bir iyelik/aitlik sıfatıdır.)

- One's health is much more important than having lots of money.
  (İnsanların sağlığı/Sağlık çok para kaybetmekten/kaybından daha önemlidir.)



EXAMPLES / ÖRNEKLER

- See those two girls. Helen is the one on the left.
  (Şu iki kıza bak. Helen soldaki olan.)

- I want two kilos of apples. Please give me the big ones.
  (İki kilo elma istiyorum. Lütfen bana irilerinden ver.)

- Match the words on the left with the ones on the right.
  (Soldaki kelimeleri sağdakilerle eşleştirin.)

- A: Which glass is yours? B: The empty one.
  (A: Hangi bardak seninkisi? B: Boş olan.)

- I found these keys. Are they the ones you lost.
  (Bu anahtarları buldum. Senin kaybettiklerin mi bunlar?)

- Let's look at the photographs. The ones you took in Paris.
  (Fotoğraflara bakalım. Paris'te çektiklerine.)

- See those two super cars? My boss owns the red one and the black one is mine.
  (Şu iki arabayı görüyor musun? Kırmızı olan patronumun, siyah olan ise benim.)

- We hate adventure games but we love racing ones.
  (Macera oyunlarından hoşlanmıyoruz ama yarışlıları seviyoruz.)

- Which is your car, the red one or the blue one?
  (Hangisi senin araban/Senin araban hangisi, kırmızı olan mı yoksa mavi olan mı?)

- My new shoes are more comfortable than the old ones.
  (Yeni ayakkabılarım eskilerinden/öncekilerinden daha rahat.)

- Don't you have one with buttons instead of a zip?
  (Fermuarlı yerine düğmeli olanınızdan yok mu?)

- This cup is dirty. Can I have a clean one?
  (Bu kupa/fincan kirli. Temiz bir tane alabilir miyim/verebilir misin?)

- The new mobiles are much lighter than the old ones.
  (Yeni/Son çıkan cep telefonları eskilerinkinden/öncekilerden çok daha hafifler.)

- Our house is the one with the red door.
  (Evimiz kırmızı kapılıdır.)

- In 1999 they won one prize and in 2000 they won four ones.
  (1999 senesinde bir ödül kazandılar ama 2000 senesinde dört tane kazandılar.)

- A: Which jacket would you like to have? B: The green one.
  (A: Hangi ceketi almak istersin? B: Yeşil olanı.)

- This manager is more capable than the previous one.
  (Bu müdür öncekinden daha yetenekli.)

- Shall I buy the red apples or the green ones?
  (Kırmızı mı yoksa yeşil elmalardan mı satın alacağım?)

- If you need some more money, I can lend you some. (not ...lend you one.)
  (Eğer biraz paraya ihtiyacın varsa, sana biraz/bir miktar borç verebilirim.)

- Which is your house, the small one or the big one?
  (Hangisi senin evin, küçük olan mı büyük olan mı?)

- A: What about a cake? B: All right. Thank you. But I’m trying to slim, so I’ll just have a small one.
  (A: Kek almaz mıydın? B: Pekala/Olur. Teşekkürler. Ama zayıflamaya çalışıyorum, bu yüzden küçük/ufak bir kek alayım.)

- A: Which is your pencil? B: The blue one over there.
  (A: Kalemin hangisi? B: Şuradaki mavi olan.)

- I asked for a glass, but they did not have one.
  (Bir bardak istedim ama onlarda yokmuş.)

- A: Can I get you a drink? B: That's Okay, I've already got one.
  (A: Bir içki alır mıydın/ister miydin? B: Hayır teşekkürler, bir içkim/içeceğim var zaten.)

- I want to buy a shirt. Can I try on that striped one?
  (Bir gömlek satın almak istiyorum. Şu çizgili olanı giyip deneyebilir miyim?)

- I don't mind what kind of car it is, I just want one that gets me there.
  (Ne tür bir araba olduğu umurumda değil/önemli değil, sadece beni oraya götürecek/ulaştıracak birini istiyorum.)

- The yellow car is fast, but I think the blue one will win.
  (Yeşil araba hılzı ama bence mavi renkli olan kazanacak/kazanır.)

- As new restore points are created, old ones are deleted.
  (Yeni geri yükleme noktaları oluşturuldukça eskiler silinir.)

- Most of sea's animals are small, but the biggest ones live in the ocean.
  (Deniz hayvanlarının çoğu/büyük kısmı küçüktür, ama büyük olanları okyanusta yaşarlar.)

- A: Can you fetch the DVDs from the shop? B: Which ones? A: The ones we ordered last week. The musicals.
  (A: Mağazadan gidip DVD'leri alabilir misin? B: Hangilerini? A: Geçen hafta sipariş ettiklerimizi. Müzikalleri.)

- Which do you prefer; this one or that one.
  (Hangisini istiyorsunuz, bunu mu yoksa onu mu?)

- I need some new glasses. The ones I have at the moment are broken.
  (Yeni bir gözlüğe ihtiyacım var. Şu an kullandıklarım kırıldı.)

- Most of the questions are difficult, so find the easier ones and do those first.
  (Soruların çoğu zordur/zor olur, o yüzden kolay olanlarını bul/tespit et ve önce onları yap/onlardan başla.)

- I hope this holiday will be one to remember.
  (Umarım bu tatil unutulmaz bir tatil olur.)

- John has three cars: a red one and two blue ones.
  (John'un üç arabası var, bir tane/biri kırmızı, iki tane de/iki tanesi de mavi.)

- A: Could I try on those shoes? B: Which ones? A: The ones in the window at the front on the left.
  (A: Şu ayakkabıları deneyebilir miyim? B: Hangilerini? A: Vitrinin solunda öndekiler.)

- A: There are so many children in this photo. Which one is your daughter? B: The one in the blue dress.
  (A: Bu fotoğrafta bir sürü çocuk var. Hangisi senin kızın? B: Mavi elbiseli/Elbisesi mavi olan.)

- I really like these sweaters, but do you have any other sizes? This one's (one is) too small and that one's (one is) too big.
  (Bu hırkaları/kazakları çok beğendim, ama başka bedenleri var mı? Bu çok küçük, bu da çok büyük.)

- Why is this racket so much more expensive than those ones on the wall?
  (Neden bu raket şu duvardakilerden çok daha fazla pahalı?)

- A: Who is John? B: The one who is married to Serena.
  (A: John kim? B: Serena ile evli olan/Serena'nın kocası.)

- A: Who can participate university entrance examination in Turkey? B: The ones who graduated from the high school.
  (A: Türkiye'de üniversite giriş sınavlarına kim/kimler katılabilir? B: Liseden mezun olanlar/Lise mezunları/Liseyi bitirenler.)

- A: Which Turkish citizens can visit many European countries without visa? B: The ones who hold green passport.
  (Hangi Türk vatandaşları bir çok/çoğu Avrupa ülkesini vizesiz ziyaret edebiliyor/edebilir? B: Yeşil pasaportu olanlar/Yeşil pasaport sahipleri.)

26 Ekim 2015 Pazartesi

İngilizce Deyimler ve İfadeler 36

to avoid doing something


= to keep/stay away from doing something
    to refrain from doing something
be careful! Don't use "avoid to do something"

= bir şeyi yapmaktan kaçınmak/sakınmak/çekinmek/uzak durmak
    bir şeyi yapmamaya çalışmak/dikkat etmek, imtina etmek
Dikkat! "avoid to do something" şeklinde bir kullanım doğru değildir.

ingilizce kaçınmak sakınmak uzak durmak
avoid doing something english


* The main reason kids tell lies is to avoid getting into trouble.
  (Çocukların yalan söylemelerinin temel sebebi azar işitmek istememeleridir.)

* The prime minister avoided making any comment on the matter.
  (Başbakan konuyla ilgili bir yorum yapmaktan/görüş belirtmekten kaçındı.)

* Avoid using long quotations unless really necessary.
  (Çok gerekli olmadıkça uzun alıntılar yapmaktan kaçının/yapmamaya/kullanmamaya dikkat edin/özen gösterin.)

* How can I avoid paying too much tax?
  (Fazla vergi vermekten nasıl kaçınabilirim/kurtulabilirim/vermenin nasıl önüne geçebilirim?)

* I avoid discussing personal subjects with my boss.
  (Patronumla özel konuları konuşmayaya/tartışmamaya imtina/dikkat ederim/özen gösteririm.)

* Thomas turned his head, trying to avoid breathing in the smoke.
  (Thomas sigara dumanını solumaktan kaçınmaya çalışarak başını çevirdi.)

* I try to avoid going shopping on Saturdays.
  (Cumartesi günleri alışverişe/çarşı pazara gitmemeye çalışıyorum/dikkat ediyorum.)

* She managed to avoid answering my question.
  (Sorumu cevaplamaktan kaçınmayı başardı/Ne yaptı ne etti sorumu cevaplamamayı başardı.)

* Take lots of vitamin C to avoid catching cold.
  (Soğuk algınlığından/Üşütmekten/Nezleye yakalanmaktan sakınmak/korunmak için bol bol C vitamini al/tüket.)

* Where possible, we have avoided using technical terms.
  (Mümkün olduğunca teknik terimler kullanmaktan kaçındık/kullanmamaya dikkat ettik/özen gösterdik.)

* A survey has found that most smokers would avoid eating out if smoking were banned.
  (Yapılan bir anket sigara içilmesinin yasak olması halinde insanların dışarıda/restoranda yemek yemek istemediğini ortaya koyuyor.)

* Here is a list of things you should avoid eating.
  (İşte/Al bakalım yemekten uzak durman/kaçınman gerekenlerin bir listesi.)

* I am trying to avoid showing any hint of favoritism.
  (Adam tutuyormuşum/Kayırıyormuşum/İltimas gösteriyormuş izlenimi vermekten kaçınmaya çalışıyorum/vermemek için uğraşıyorum/vermemeye dikkat ediyorum.)

* How do we avoid making the same mistake again?
  (Aynı hatayı tekrar/bir daha yapmayı nasıl önleyebiliriz/yapmanın önüne nasıl geçebiliriz/yapmaktan nasıl kurtulabiliriz?)

* I want to avoid being drawn into the argument.
  (Tartışmanın içine çekilmekten/Tartışmaya dahil edilmekten kaçınmak/uzak durmak istiyorum.)

* Such a person will often go a block out of his way to avoid meeting a person of the opposite sex.
  (Böyle bir kişi genellikle/çoğunlukla karşı cinsten biriyle karşılaşmaktan kaçınmak/karşılaşmamak için yolunu bir iki sokak uzatır.)

* It is essential to keep calm in a time of crisis and avoid going haywire.
  (Bir kriz anında sakin kalmak ve kontrolü kaybetmemek önemlidir.)

* You must avoid giving any unnecessary information.
  (Lazım/Gerekli olmayan herhangi bir bilgi vermekten kaçınmalısınız/vermemeye dikkat etmelisiniz.)

* I stood under a tree to avoid getting wet.
  (Islanmamak için/Islanmaktan kaçınmak için bir ağacın altında durdum/bekledim.)

* It was all we could do to avoid laughing at the remark.
  (Tüm yapabildiğimiz sözlerine gülmemek için kendimizi tutmaktı.)

* John will do anything to avoid arguing with Mary.
  (John, Mary ile tartışmaktan kaçınmak için/tartışmamak/kavga etmemek/atışmamak için her şeyi yapacak.)

* John wore gloves to avoid leaving his fingerprints on the murder weapon.
  (John cinayet silahında parmak izinin kalmaması için eldiven giydi/taktı.)

* You must avoid misbehaving in order to be a honourable person.
  (Saygın/İtibarlı biri olmak için saygısızca davranışlardan uzak durulması gerekir.)

* Since I'm not so good at swimming, I avoid swimming in water that's over my head.
  (Yüzmeyi iyi bilmediğim için/Yüzmede iyi olmadığım için/İyi yüzemediğim için boyumu aşan/boyumdan yüksek sularda yüzmekten kaçınırım/yüzmemeye çalışırım/dikkat ederim.)

* According to legend, those woods used to be haunted, so people would avoid entering.
  (Efsaneye/Anlatılanlara göre bu ormanlarda eskiden/bir zamanlar hayaletler varmış, bu yüzden insanlar ormana girmekten kaçınırmış/girmezlermiş/girmek istemezlermiş.)

* I hope you can avoid making all the stupid mistakes that I made.
  (Umarım/İnşallah benim yaptığım o bütün aptalca/salakça hatalardan kaçınabilirsin/uzak durabilirsin.)

* I got undressed in the bathroom to avoid disturbing her.
  (Onu rahatsız etmemek için/O rahatsız olmasın diye banyoda soyundum.)

* Avoid bending at the waist when lifting heavy objects.
  (Ağır cisimler/eşyalar kaldırırken belden eğilmekten/belinizi eğmekten/bükmekten kaçının/belinizi bükmemeye dikkat edin.)

* It's almost impossible to avoid eating genetically modified food.
  (GDO'lu/Genetiği değiştirilmiş gıdalar tüketmekten kaçınmak/tüketmemek neredeyse imkansız bir şey.)

* John did his best to avoid making eye contact with Mary.
  (John, Mary ile göz göze gelmekten kaçınmak/göz göze gelmemek için elinden geleni yaptı/çok uğraştı.)

* We should avoid writing sentences that are disrespectful, offensive or hateful.
  (Saygısız, saldırgan ve nefret dolu cümleler yazmaktan kaçınmamız gerekir/cümleler yazmamaya dikkat etmeliyiz.)

* I heard that one way to stay healthy is to avoid eating any food with unpronounceable ingredients.
  (Telaffuzu/Söylemesi zor maddelerden yapılmış yiyecekleri yemekten kaçınmanın/uzak durmanın sağlıklı kalmanın tek yolu olduğunu duydum/öğrendim.)
  (Bildiğim sağlıklı kalmanın tek yolu var, o da şu: Öyle adını bile telaffuz edemediğin/söyleyemediğin maddelerden yapılmış yiyecekleri yemeyeceksin/yiyeceklerden uzak duracaksın.)

* Singing is an honest and pleasurable entertainment, but one must be careful to avoid singing or taking pleasure in listening to lewd songs.
  (Şarkı söylemek saygın ve zevkli bir eğlence türü, ama insan müstehcen şarkılar söylemekten veya dinlemekten kaçınmalıdır/söylememeye veya dinlememeye dikkat etmelidir.)

25 Ekim 2015 Pazar

Çeviri Çalışmaları 7

Learn English Through News / Haberlerle İngilizce


Is Crossing Your Legs Bad For You?

Should you avoid sitting on a chair with your legs crossed?
Of course it is true that if you spend too much time in exactly the same position, eventually your leg or your foot can go numb.
This is because crossing the legs can put pressure on the peroneal nerve behind the knee, which supplies sensation to the lower legs and feet.
But if you do give yourself pins and needles this way, it is only temporary.
Maintaining a particular posture for many, many hours can however lead to a condition called peroneal nerve palsy resulting in "foot drop" where you can’t lift the front part of your foot and toes.
So how about blood pressure?
When you get it checked, the doctor or nurse tends to ask you to rest your arm on the chair or table and to uncross your legs, putting your feet flat on the floor.
The fear is that crossed legs might skew the reading by temporarily raising your blood pressure.

haberlerle ingilizce öğren
Learn English Through News Haberlerle İngilizce

-------------- ---------------
Is Crossing Your Legs Bad For You?
to cross (one's) legs= Bacak bacak üstüne atmak, ayak ayak üstüne atmak
* She sat down and crossed her legs.
  (Oturup bacak bacak üstüne attı.)
to be bad for someone/something= ..e zararı/zararlı olmak, zarar vermek
* Do you think that TV is bad for kids?
  (Televizyonun çocuklar için zararlı olduğunu düşünüyor musun/Sence TV çocuklar için zararlı mı?)
(Bacak Bacak Üstüne Atmak Zararlı mı?/Ayak Ayak Üstüne Atmanın Bir Zararı Var mı?)

Should you avoid sitting on a chair with your legs crossed?
to avoid doing something= bir şeyi yapmaktan kaçınmak/sakınmak/çekinmek/uzak durmak/bir şeyi yapmamaya çalışmak/dikkat etmek
* He swerved the car to the left to avoid hitting the dog.
  (Köpeğe çarpmaktan kaçınmak/çarpmamak için arabayı/direksiyonu birden sola kırdı.)
to sit on a chair with one's legs crossed= sandalyede bacak bacak üstüne atıp oturmak/atılı vaziyette oturmak
(Sandalyede/Koltukta otururken bacak bacak üstüne atmaktan kaçınmak gerekir mi/kaçınılmalı mıdır?)

Of course it is true that if you spend too much time in exactly the same position, eventually your leg or your foot can go numb.
to spend time= vakit/zaman geçirmek/harcamak
* I want to spend more time with my family.
(Ailemle daha çok zaman geçirmek/Aileme daha çok zaman harcamak/ayırmak istiyorum.)
exactly the same position= tamamen aynı/sabit pozisyon/duruş/oturuş, hiç değiştirilmeyen pozisyon/duruş/oturuş
to spend too much time in exactly the same position= uzun süre aynı/sabit pozisyonda durmak/vakit geçirmek, uzun süre duruşunu/oturuşunu değiştirmemek
eventually= zamanla, sonunda, er ya da geç
to go numb= (ayak vb) uyuşmak, karıncalanmak
* If your hand gets caught in the beam, it's gonna go numb for hours.
  (Eğer ellerin ışına yakalanırsa/ışında kalırsa, saatlerce uyuşacaktır/uyuşuk kalır.)
(Uzun süre aynı pozisyonda oturmanın zamanla bacak veya ayaklarda uyuşmaya neden olabileceği şüphesiz bir gerçektir.)

This is because crossing the legs can put pressure on the peroneal nerve behind the knee, which supplies sensation to the lower legs and feet. 
this is because= bunun nedeni, böyle olmasının nedeni/sebebi, zira, çünkü
to put pressure on something= bir şeyin üzerine baskı yapmak/uygulamak, bir şeyi sıkıştırmak/zorlamak/bastırmak
* Put pressure on the wound to stop the bleeding.
  (Kanamayı durdurmak/kesmek için yaranın üzerine bastırın/baskı uygulayın.)
to supply something to= ...ya bir şey sağlamak/temin etmek
(Böyle olmasının nedeni/Ayaklarda uyuşmanın meydana gelmesinin nedeni bacak bacak üstüne atıldığında dizin arkasında bulunan ve bacakların alt kısmı ile ayaklarda hissi sağlayan peroneal sinir üzerinde baskı meydana gelebilmesidir/oluşabilmesidir.)

But if you do give yourself pins and needles this way, it is only temporary.
to give= (hastalık vb) geçirmek, yaşamak, hissetmek
this way= böylesi, bu şekilde, böyle
(Eğer kendinizde bu şekilde bir uyuşma/karıncalanma hissederseniz/karıncalanma yaşarsanız, bu durum geçicidir/uzun sürmez.)
(Fakat bu şekildeki bir uyuşma geçicidir/uzun sürmez.)

Maintaining a particular posture for many, many hours can however lead to a condition called peroneal nerve palsy resulting in "foot drop" where you can't lift the front part of your foot and toes.
to maintain= sürdürmek, devam ettirmek, korumak, bozmamak
* We have to maintain the equilibrium.
  (Tarafsızlığımızı korumalıyız/sürdürmeliyiz/bozmamalıyız/Tarafsız kalmaya devam etmeliyiz.)
to maintain a particular posture= belli bir duruşu devam ettirmek/bozmamak, aynı duruşta/pozisyonda durmaya devam etmek/durmayı sürdürmek
to lead to= ..ya yol açmak, sebebiyet vermek, neden olmak
* This may lead to misunderstandings.
  (Bu yanlış anlamalara yol açabilir/neden olabilir/sebebiyet verebilir.)
to result in= ile sonuçlanmak/neticelenmek, sonucunu doğurmak, meydana gelmek
* All hepatitis don't result in cirrhosis.
  (Bütün hepatitler sirozla sonuçlanmaz/neticelenmez.)
foot drop= ayak düşmesi adı verilen hastalık/rahatsızlık. Ayak bileği yukarı doğru hareket ettirilemez.
to lift= yukarı kaldırmak/hareket ettirmek
* Lift your head and hold it high.
  (Başını kaldır ve dik tut.)
(Bununla birlikte belli bir pozisyonda saatlerce sabit durmak ayağın ön kısmı ile parmakların yukarı kaldırılamadığı/hareket ettirilemediği ayak düşmesi rahatsızlığıyla sonuçlanan peroneal sinir paralizi denilen/adı verilen bir duruma yol açabilir/neden olabilir.)

So how about blood pressure? 
blood pressure= kan basıncı, tansiyon
(Peki ya tansiyon?/Peki bacak bacak üstüne atmanın tansiyon üzerinde bir etkisi var mı?)

When you get it checked, the doctor or nurse tends to ask you to rest your arm on the chair or table and to uncross your legs, putting your feet flat on the floor. 
to get something checked= bir şeyi kontrol ettirmek/baktırmak/ölçtürmek
not= "to get something done/verb3" kalıbı causetive/ettirgen yapı kalıbıdır. Bir işi başkasına yaptırmak anlamı verir. İşi yaptırdığımız kişi önemli değil, işi başkasının yapması önemlidir.
* I got my hair cut.
  (Saçımı kestirdim.)
to tend to= genellikle, çoğu kez, sıkça, hep
* When I was younger, you used to get double-decker all over England but now you only tend to see them in the big cities.
  (Ben gençken, çift katlı otobüsleri İngiltere’nin her yerinde görebilirdiniz, fakat şimdi sadece genellikle büyük şehirlerde görebilirsiniz.)
to ask someone to do something= bir kimseden bir şey yapmasını istemek/rica etmek
* He's asked me to show you around.
  (Benden sizi etrafı gezdirmemi istedi/rica etti.)
to rest something on= bir şeyi bir şeye/bir şeyin üzerine dayamak/yaslamak/koymak
* If you get tired, you can rest your head on my shoulder.
  (Eğer yorulursan/yorulduysan, başını omzuma yaslayabilirsin/koyabilirsin/dayayabilirsin.)
feet flat= ayak tabanı
to put something on= bir şeyi bir şeyin üzerine koymak
* Put the book on the desk.
  (Kitabı masanın üzerine koy.)
(Tansiyonunuza baktırırken doktor ya da hemşire genellikle kolunuzu sedye veya masa üzerine koymanızı, bacak bacak üstüne atmadan tabanlarınızı yere koymanızı/dayamanızı ister.)

The fear is that crossed legs might skew the reading by temporarily raising your blood pressure.
the fear is that= tansiyon ölçümünde kol ve ayakların serbest bırakılması şu riskten/endişeden dolayıdır.
to skew= çarpıtmak, saptırmak, değiştirmek, etkilemek
* However, in these studies, factors such as religion may skew the results.
  (Ancak/Bununla birlikte bu çalışmada inanç gibi faktörler sonuca etki etmiş olabilir/sonucun farklı çıkmasına sebebiyet vermiş olabilir.)
reading= ölçüm, rakamsal/sayısal değer, bulgu, gösterge, derece
* Take a reading from the thermometer.
  (Termometreye bakıp ölçüm al.)
* The gauge must be giving a faulty reading.
  (Ölçü aleti/Sayaç hatalı ölçüm yapmış olmalı.)
to skew the reading= ölçümü/değeri/sonucu etkilemek/saptırmak/değiştirmek
to raise= (miktarı/sayıyı) yükseltmek, artırmak, büyütmek, yukarı çıkarmak
* They can raise your rent.
  (Kiranızı artırabilirler/yükseltebilirler.)
(Bacak bacak üstüne atmanın kan basıncını/tansiyonu geçici olarak yükseltip/artırıp ölçüme etki edebileceği riski bulunmaktadır/endişesi/kaygısı duyulmaktadır.)

24 Ekim 2015 Cumartesi

İngilizce Deyimler ve İfadeler 35

can't bear


= If you can't bear something/someone, you dislike them very much.
    If you can't bear to do something, you cannot do it because it makes you so unhappy.
    can't stand/suffer/endure/tolerate/accept

= dayanamamak, tahammül edememek, katlanamamak
     hiç hoşlanmamak, uyuz olmak, gıcık olmak

ingilizce dayanamamak tahammül edememek katlanamamak hiç sevmemek
can't bear english phrase


* I can't bear the noise any longer.
  (Artık gürültüyü çekemiyorum/kaldıramıyorum/gürültüye tahammül edemiyorum.)

* Sue can't bear to be parted from her baby daughter.
  (Sue küçük kızından/kız bebeğinden ayrılmayı kabullenmez/ayrılmaya/ayrı kalmaya dayanamaz.)

* I can't bear people who lie.
  (Yalan söyleyen insanları hiç sevmem.)

* He can't bear people smoking while he's eating.
  (Yemek yerken insanların yanında sigara içmelerinden hiç hoşlanmıyor/içmelerine uyuz oluyor/gıcık oluyor.)

* I can't bear the thought of her with another man.
  (Onun başka bir erkekle birlikte olduğu düşüncesine katlanamıyorum/düşüncesi bana çok ağır geliyor.)

* John can't bear even the sight of Mary.
  (John Mary'i görmeye bile dayanamaz/Mary'yi görmek bile John'a çok zor geliyor.)

* Please don't leave me. I couldn't bear it.
  (Ne olur beni bırakma/terk etme. Buna dayanamam.)

* She couldn't bear to talk about it.
  (O konudan bahsetmekten/O konuyu konuşmaktan hoşlanmıyordu.)

* I can't bear seeing food thrown away.
  (Yemeklerin atıldığını/Atılmış yemek/yiyecek görmeye dayanamıyorum.)

* I can't bear another man to come near me since I met you.
  (Seninle tanıştığımdan beri, başka bir adamın yanıma yaklaşmasına/bana sokulmasına dayanamıyorum.)

* What I can't bear is the sound of chalk squeaking on a chalkboard.
  (Dayanamadığım şeylerden biri de tebeşirin tahtada çıkardığı gıcırtı/gıcırdama sesidir.)

* I can't bear having cats in the house.
  (Evde kedi beslenmesinden hiç hoşlanmam.)

* Never win people with argument. But defeat them with your silence. Because people who always want to argue with you can't bear your silence.
  (Atışarak/Polemiğe girerek insanları asla alt edemezsiniz. Fakat cevap/karşılık vermeyerek onların hakkından gelebilirsiniz. Çünkü sürekli sizinle tartışmak/atışmak isteyenler sizin sessizliğinize dayanamayacaktır.)

* A man who can't bear to share his habits is a man who needs to quit them.
  (Alışkanlıklarından bahsetmekten hiç hoşlanmayan biri o alışkanlıklarını bırakması gereken biridir/bir kimsedir.)
  (Bir kimse alışkanlıklarını anlatmaktan hoşlanmıyorsa, o alışkanlıklarını bırakması/terk etmesi gerekiyor demektir.)

23 Ekim 2015 Cuma

İngilizce Deyimler ve İfadeler 34

to prefer


= to like, choose, or want one thing rather than another

= tercih etmek, yeğlemek
    daha çok beğenmek/istemek

ingilizce tercih etmek daha çok sevmek
to prefer english 


* When it comes to holidays, I prefer something lazy.
  (Tatil konusunda, miskinliği daha çok seviyorum/gezip dolaşmadan tatil yapmayı tercih ediyorum.)

* Do you prefer to cook at home or eat out?
  (Evde yemek yapmayı mı yoksa dışarıda yemeyi mi tercih edersin/daha çok seviyorsun?)

* He prefers watching football to playing it.
  (Futbol izlemeyi futbol oynamaktan daha çok seviyor.)

* What method of payment do you prefer?
  (Ödemeyi nasıl yapmak istersiniz?)

* My wife puts sugar in her coffee, but I prefer mine without it.
  (Karım kahvesine şeker koyar/kahveyi şekerli içer ama ben kahveyi şekersiz daha çok seviyorum.)

* I much prefer your hair like that.
  (Saçını böyle daha çok seviyorum/Saçın böyle daha çok hoşuma gidiyor.)

* Tom doesn't like swimming in pools. He prefers swimming in lakes and rivers.
  (Tom havuzda yüzmeyi sevmiyor. Gölde ve nehirde yüzmeyi daha çok seviyor.)

* I prefer this dictionary because of its helpful examples.
  (Faydalı/Kullanışlı örnekler olduğu için bu sözlüğü daha çok beğeniyorum/bu sözlük daha çok hoşuma gidiyor.)

* Even today, most Americans prefer coffee to tea.
  (Bugün/Günümüzde bile Amerikalıların çoğu kahveyi çaydan daha çok severler/sevmektedir.)

* You can show them, or hide them if you prefer a clean desktop.
  (Onları/Bu simgeleri gösterebilir veya temiz/derli toplu bir masaüstü istiyorsanız gizleyebilirsiniz.)

* Which do you prefer, girls with long hair or girls with short hair?
  (Hangisinden daha çok hoşlanıyorsun/Hangisi daha çok hoşuna gidiyor, uzun saçlı kızlar mı yoksa kısa saçlı kızlar mı?)

* This program saves files in the Documents folder, but you can pick another location if you prefer.
  (Bu program dosyaları Belgeler klasörü altına/içine kaydeder, ancak dilerseniz başka bir konum seçebilirsiniz.)

* When choosing mineral water, we should prefer that is rich in calcium and magnesium, but low in sodium.
  (Maden suyu seçerken, kalsiyum ve magnezyum oranı yüksek, sodyum oranı ise düşük olanı tercih etmeliyiz.)

* I would prefer to discuss the matter in private.
  (Konuyu özel olarak/başbaşa konuşmayı/görüşmeyi tercih ederim/isterim.)

* Tom prefers to take a shower in the morning while Mary prefers to take a bath just before going to bed.
  (Mary tam yatmadan önce banyo yapmayı tercih ederken Tom sabahleyin duş almayı tercih ediyor.)

21 Ekim 2015 Çarşamba

İngilizce Deyimler ve İfadeler 33

to be not about to do something


    (not used in writing/formal)
= used to emphasize that you have no intention of doing something
    used to show determination or intention
    to not be willing to do something; to not intend to do something
 
    (informal/resmi olmayan kullanım/sokak dili/konuşma dilinde kullanılıyor. Yazı dilinde/Resmi dilde kullanılmaz.)
= asla/katiyyen ..memek
    ..ya hiç niyeti olmamak
    ..ya hiç niyetli/hevesli/istekli olmamak
    kararlılık gösterme, vazgeçmeme niyetini ortaya koyma ifadesi

ingilizce kararlılık niyeti olmamak
not about to do english phrase


* I've never smoked in my life and I'm not about to start now.
  (Hayatımda hiç sigara içmedim ve şimdi de içmeye/başlamaya hiç niyetim yok.)

* We are not about to negotiate with terrorists.
  (Teröristlerle asla pazarlık yapmayız/görüşmeyiz/aynı masaya oturmayız.)

* I'm not about to loan you my car!
  (Arabamı sana asla/katiyen ödünç vermem!)

* The shop steward was not about to cross the picket line.
  (Fabrika usta başısının grevi kırma gibi bir niyeti yoktu.)

* I am not about to pay fifty dollars for a dress like this.
  (Bunun gibi bir elbiseye elli dolar ödeyecek/verecek değilim/ödemeye niyetim yok.)

* I'm not about to exercise regularly.
  (Düzenli bir şekilde egzersiz/spor yapma isteğim/hevesim yok/yapacak biri değilim.)

* He is not about to step down after so long.
  (Bunca yıldan sonra istifa etmeye/emekli olmaya hiç niyeti yok/istifa edecek biri değil.)

* I am not about to concede the point.
  (Dediğinizi/Bu hususu kabul etmeyeceğim/etmem/kabul etme niyetim/düşüncem yok.)

* He was not about to admit his mistake.
  (Hatasını kabul etme niyeti yoktu/kabul etmeye yanaşmıyordu/kabul etmemekte kararlıydı/inat ediyordu.)

* I am not about to buy this house. It is small. Also, it needs a lot of repairs.
  (Bu evi almaya niyetim yok/Bu evi asla almam. Küçük. Ayrıca bir çok tamirat da gerektiriyor/istiyor.)

* Mr. and Mrs. Hansen were not about to allow their daughter to marry that man. "She'll marry him over my dead body!" said Mrs. Hansen.
  (Bay ve bayan Hansen kızlarının o adamla evlenmesine katiyen/hiçbir şekilde izin vermiyorlardı/vermeyeceklerdi. Bayan Hansen "Kızımın onunla evlenebilmesi için cesedimi çiğnemesi gerekir" demişti.)

* Can you imagine? A complete stranger called me and asked for my social security number. Obviously I was not about to give him that information.
  (Düşünebiliyor musun? Tamamen yabancı biri beni arıyor ve benden sosyal güvenlik numaramı istiyor. Elbette ki ona bu bilgiyi verecek değildim.)

* We're not about to let you die.
  (Ölmene asla izin vermeyeceğiz.)

* Alice was not about to stand around and watch while Jim and Nan argued.
  (Alice'in Jim ve Nan tartışırken orada öylece durup onları izlemek gibi bir niyeti yoktu.)
  (Jim ve Nan tartışırken Alice öylece durup onları izlemek istemedi.)

* I've never done any cooking and I'm not about to start now.
  (Daha önce hiç yemek yapmadım ve şimdi de/bugün de başlamaya hiç niyetim yok.)

* My brother borrowed my car. I have a feeling he's not about to give it back.
  (Kardeşim arabamı ödünç aldı. Arabayı geri getirme/verme niyetinin olmadığını/geri getirmeyeceğini düşünüyorum.)
  (Kardeşim arabamı ödünç aldı. Arabayı hiç/kolay kolay geri getirmeyecekmiş gibi bir his var içimde.)

* We have known each other since we were kids and I'm not about to give up on you.
  (Birbirimizi çocukluğumuzdan beri tanıyoruz ve senden asla vazgeçmeyeğim/senden vazgeçme gibi bir niyetim/düşüncem yok.)

* I'm not about to tell him that.
  (Bunu ona anlatmaya/söylemeye/Bundan ona bahsetmeye niyetim yok./Bunu ona asla anlatmam/söylemem.)

* I'm not about to write to her anymore because she doesn't reply at all.
  (Hiç cevap yazmadığı için artık ona asla/katiyen yazmayacağım/yazmamaya karar verdim/yazmama kararı aldım.)

* I'm not about to marry Suzie.
  (Suzie ile evlenme niyetim yok./Suzie ile evlenmek istemiyorum./Suzie ile asla evlenmem.)

* I'm not about to do all that for nothing.
  (Bütün bunları bedavaya/bir hiç uğruna hayatta yapmam/yapacak değilim.)

* A: Are you staying longer? B: No, I'm not about to.
  (A: Daha kalacak mısın? B: Hayır, kalmayı düşünmüyorum/kalmaya niyetim yok.)

* Mary told me to sit down and shut up, but I wasn't about to do that. I just ignored her.
  (Mary yerime oturup çenemi kapatmamı söyledi ama bunu yapacak değildim/öyle yapmaya niyetim yoktu. Ona aldırış etmedim/Onu duymazlıktan geldim.)

* I'm not about to judge you. We all make mistakes, me included.
  (Seni yargılama gibi bir niyetim yok/Seni yargıladığım falan yok. Hepimiz hata yaparız, buna ben de dahil.)

* Your father is not about to let you date John.
  (Baban John'la çıkmana/görüşmene katiyen izin vermez/müsaade etmez.)

* I'm not about to stop studying English because I failed a class.
  (Dersi geçemedim/Dersten kaldım diye İngilizce çalışmayı bırakacak değilim/İngilizce çalışmaktan asla/katiyen vazgeçmeyeceğim.)

20 Ekim 2015 Salı

İngilizce Deyimler ve İfadeler 32

to believe in 


= to think that someone or something exists
    to think that an idea or a way of doing something is good or right
    to feel confident that a person or organization is good or reliable

= bir şeyin var olduğuna/doğru olduğuna inanmak
    bir şeyi desteklemek, bir şeyi doğru bulmak

ingilizce inanmak doğru bulmak desteklemek yanında olmak
to believe in english phrasal verb


* I don't believe in coincidences.
  (Rastlantılara/Tesadüflere inanmam.)

* I believe in life after death.
  (Ölümden sonra yaşama/hayatın olduğuna/varlığına inanıyorum.)

* She used to say she didn't believe in marriage.
  (Eskiden evliliğe inanmadığını/evliliği doğru bulmadığını/evliliğin iyi/güzel bir şey olmadığını söylerdi.)

* Do you believe in miracles?
  (Mucizelere inanır mısın?)

* Do you believe in capital punishment?
  (İdam/Ölüm cezasını doğru buluyor musun?)

* I don't believe in censorship of the arts.
  (Sanatta sansüre karşıyım/sansürü doğru bulmuyorum.)

* I'm beginning to think you actually believe in ghosts!
  (Hayaletlere gerçekten inandığını düşünmeye başlıyorum/başlayacağım!)

* I don't know whether Tom believes in God or not.
  (Tom'un Tanrı'ya inanıp inanmadığını bilmiyorum/Tom Tanrı'ya inanıyor mu inanmıyor mu bilmiyorum/bir fikrim yok.)

* Some of his supporters have stopped believing in him.
  (Taraftarlarının/Destekçilerinin bazıları/bir kısmı ona inanmayı/onu doğru biri olaarak görmeyi bıraktılar/ona olan inançlarını/güvenlerini kaybettiler/ona inanmamaya başladılar.)

* I don't believe in love at first sight, but I do believe in lust at first sight.
  (İlk görüşte aşka/aşkın mümkün olduğuna inanmıyorum ama ilk görüşte şehvete/arzuya inanıyorum.)

* I never thought I could make it as an actor, but my parents always believed in me.
  (Bir aktör/oyuncu olmayı başarabileceğimi hiç düşünmezdim/başarabileceğim hiç aklıma gelmezdi ama ailem bana/başarabileceğime her zaman inandı.)

* Even people who don't believe in the Catholic church venerate the Pope as a symbolic leader.
  (Katolik kilisesine inanmayan insanlar bile Papa'ya sembolik bir lider olarak saygı duyarlar/duyuyorlar.)

* Gradually, since her divorce, she's beginning to believe in herself again.
  (Boşandığından bu yana/bu güne giderek/git gide kendine tekrar güveni gelmeye başladı.)

* How old were you when you stopped believing in Santa Claus?
  (Noel Baba'ya/Baba'nın var olduğu inancını kaybettiğinde/var olduğuna inanmamaya başladığında kaç yaşındaydın?)
  (Noel Baba inancını kaç yaşında kaybettin?)

* How can I sacrifice myself for something I don't believe in?
  (İnanmadığım bir şey için kendimi nasıl feda edebilirim?)

* Socrates was accused of atheism because he did not believe in Zeus.
  (Sokrates, Zeus'a inanmadığı için ateist olmakla suçlanırdı.)

* Fake friends believe in rumors. Real friends believe in you.
  (Sahte dostlar söylentilere/dedikodulara inanır. Gerçek/hakiki dostlar ise size/sizin söylediğinize/sizin sözünüze inanır.)

* I believe in equality. If we have five days of school, then we should have five-day weekends as well.
  (Eşitliğe inanıyorum/Eşitliğe inanan biriyim/Eşitlik taraftarıyım/Eşitlikten yanayım.
 Eğer beş gün okul varsa/okula beş gün gidiyorsak/okul olacaksa, o zaman/o halde/öyleyse beş gün de hafta sonumuz/hafta sonu tatilimiz olmalı.)

Gramer Notları 2

Using of also / as well / too / either

ALSO / AS WELL / TOO / EITHER kullanımı

ingilizce gramer as well also too either neither
also as well too either english grammar


* The adverbs of addition "also", "as well" and "too" have similar meanings, but they do not go in the same position in sentences.
  ("Also", "as well" ve "too" zarflarının/belirteçlerinin üçü de "de/da, dahi, keza" anlamına sahiptir fakat cümle içinde kullanıldıkları yerler farklıdır.)

* "Also" is usually used with the verb. "Too" and "as well" usually go at the end of a sentence or clause.
  ("Also" genel olarak fille kullanılır/fiilden önce gelir; "as well" ile "too", genel olarak cümle sonunda kullanılır.)

* Note that "as well" is not very common in American English.
  (As well, Amerikan İngilizcesinde pek yaygın değildir/kullanılmaz.)

* "As well" is much more common in speaking than in writing, and is more common in speaking than "also".
  ("As well" yazı İngilizcesine nazaran konuşma İngilizcesinde daha yaygındır. Ayrıca konuşma ingilizcesinde "also"dan daha yaygındır.)

- He was fat, and he was also short.
- He was fat, and he was short as well.
- He was fat, and he was short too.
  (Şişmandı/Kiloluydu ve boyu da kısaydı.)

- She not only sings; she also plays the piano.
- She not only sings; she plays the piano as well.
- She not only sings; she plays the piano too.
  (Sadece şarkı söylemez/söylemiyor; piyano da çalar/çalıyor.)

* "Also" is commonly used in writing, but is less common in speaking.
  ("Also" daha çok yazı dilinde yaygındır, konuşma dilinde çok fazla kullanılmaz.)

* Also occupies different positions in a sentence.
  (Also bir cümlede farklı yerlerde bulunur.)

* "Also" is used in front position to emphasise what follows or to add a new point or topic.
  ("As well" ile "too" cümle başına gelmez. "Also" verilecek yeni bir bilgiye vurgu yapmak için cümle başına gelebilir.)
  When we use "also" at the beginning of a sentence, it means "moreover".
  (Cümle başında kullanılan "also", "moreover" -dahası, üstelik, hem de- ile aynı anlama gelir.)
  When used at the beginning of a clause, also can refer to the whole of it.
  ("also" cümle başında kullanıldığında, cümlenin tamamına atıfta bulunulur.)
  (Cümle başında kullanımında "also"dan sonra virgül geldiğine dikkat edin.)

- It's a nice house, but it's very small. Also, it needs a lot of repairs.
  (Güzel/Hoş bir ev ama çok küçük. Aynı zamanda çok da tamir gerektiriyor/ister.)

- It's very humid. Also, you can easily get sunburnt.
  (Hava çok nemli. İnsanı da çok kolay yakar/Kolayca da bronzlaşır insan bu sıcakta/havada.)

- OK, I'll phone you next week and we can discuss it then. Also, we need to decide who will be going to Singapore.
  (Tamam/Pekala, önümüzdeki hafta ararım seni, bu meseleyi o zaman konuşuruz. Haa bir de Singapur'a kimin gideceğine karar vermemiz/kimin gideceğini belirlememiz gerekiyor/lazım.)

* We use "also" in the normal mid position for adverbs, between the subject and main verb, or after the modal verb or first auxiliary verb, or after be as a main verb.
  (Also zarf/belirteç olarak cümlenin ortasında kullanıldığında, özne ile temel fiilin arasında ya da modal ve yardımcı fiiller ile to be fiilinden sonra yer alır.)
  In this position, the meaning of "also" usually connects back to the whole clause that comes before.
  (Also cümle ortasındaki kullanımında kendinden önceki tümceyle/cümleyle bağlantı kurar.)

- She works very hard but she also goes to the gym every week.
  (Çok sıkı çalışıyor ama her gün spor salonuna da gidiyor.)

- I am also coming with you.
  (Ben de seninle geliyorum.)

- I've been working in the garden this week, and I've also been reading a lot.
  (Bu hafta bahçedeyim/bahçeyle uğraşıyorum, ayrıca çokça kitap da okuyorum.)

* In end position, "also" normally connects two phrases. We use "as well" and "too" instead of "also", in end position, especially in speech:
  (Also cümle sonundaki kullanımında iki ifade arasında bağlantı kurar. Ama "also" genellikle cümle sonunda kullanılmaz. "As well" ve "too" kullanımı çok daha yaygındır. Bilhassa konuşma/sokak dilinde.)

- She contacted him in the office but he didn't answer the phone. His mobile phone was silent also.
  (or His mobile phone was silent too. or … was silent as well.)
  (Ofisinden onu aramış ama telefona bakmamış/cevap vermemiş. Cep telefonuna da bakmamış/cebini de açmamış.)

* The adverbs "also", "as well" and "too" can refer to different parts of a clause, depending on the meaning. The exact meaning is usually conveyed by stressing the word or phrase that also/as well/too refers to.
  ("Also", "as well" ve "too" zarfları cümlenin farklı yerlerine vurgu yaparak değişik anlamlara gelebilir.)

- We work on Saturdays as well.
  (-Cumartesi günleri çalışan diğer insanlar gibi- biz de cumartesi günleri çalışırız/çalışıyoruz.)
  (-Cumartesi günleri başka şeyler yaparız- cumartesi günleri çalışırız da.)
  (-Diğer günler çalışırız- cumartesi günleri de çalışırız.)

* "As well" and "too" can be used in imperatives and short answers. "Also" is not usually used in these sentences.
  ("as well" ile "too", emir cümleleri ve kısa cevaplarda kullanılır. Bu anlamda "also" pek kullanılmaz.)

- Give me some bread as well, please. (More natural than "Also give me ..."
  (Biraz ekmek de verin/getirin lütfen.) (Also give me … demekten daha doğaldır.)

- A: She is pretty. B: Her sister is (pretty) as well. (More natural than "Her sister is also.")
  (A: Çok hoş/tatlı bir kız. B: Kız kardeşi de çok hoş bir kız.) ("Her sister is also" kullanımından daha doğaldır.)

- A: I have got the invitation. B: I have too. (More natural than "I have also.")
  (A: Davetiyem var/Bana davetiye verildi. B: Benim de var/Bana da verildi.) ("I have also." kullanımından daha doğaldır.)

- A: I've got a headache. B: I have too. (More natural than "I have also.")
  (A: Başım ağrıyor. B: Benim de.) ("I have also" demekten daha doğaldır.)

* In informal speech, we often use "me too" as a short answer.
  (Çok teklifsiz/gayrı resmi dilde kısa cevap olarak "me too" kullanılır.)
  ("me too" yerine daha resmi dilde "So am I" ya da "I am too" denir ama "I also" denmez.)

- A: I am going home. B: Me too. (Less formal than "So am I" or "I am too")
  (A: Eve gidiyorum/gideceğim. B: Ben de. ("So am I" ya da "I am too" ifadelerinden resmiyet olarak daha düşüktür.)

- A: They came early yesterday. B: So did we.
  (A: Onlar dün erken geldiler. B: Biz de -erken geldik-.)

* We usually put "too" in end position.
  ("too" genellikle cümle sonunda kullanılır.)

- Gill's having chicken. I'll probably have chicken too.
  (Gill tavuk sipariş ediyor/yiyecek. Ben de galiba tavuk sipariş ederim/yerim.)

- She looks really tired and she must be really hungry too.
  (Çok yorgun görünüyor ve çok da aç olmalı.)

* In a very formal style, too can be used immediately after the subject.
  (Resmi ya da edebi dilde "too" hemen özneden sonra kullanılabilir.)
  Too can occur immediately after the subject, if it refers directly to the subject.
  ("too" eğer direkt/doğrudan özneye refer ediyorsa/vurgu yapıyorsa öznenin hemen ardından gelir.)
  "too" does not normally occur after a modal or auxiliary verb.
  ("too" çoğunlukla/genel olarak yardımcı fiillerden sonra gelmez.)
  We sometimes write commas before and after "too".
  (Bazen "too"dan önce ve sonra virgül konulur.)

- I, too, have been in such situations.
  (Ben de böyle durumlarla karşılaştım/Benim de başıma böyle şeyler geldi.)

- I, too, have experienced despair.
  (Ben de çaresizlik yaşadım/Benim de kendimi çaresiz hissettiğim oldu.)

- I too thought she looked unwell.
  (Bana da iyi görünmüyor gibi gelmişti.)

- We, too, have been very pleased to receive the prize on her behalf.
  (Biz de ödülü kazanmasına onun adına çok sevindik/mutlu olduk.)
  (We have too been very pleased …)

* Too is especially common in responses to fixed expressions such as giving good wishes, and in responses consisting of a single object pronoun.
  ("too"nun bilhassa/özellikle iyi dilekte bulunma gibi klişe/belirli ifadelerde ve tek nesne zamiri içeren kısa cevaplarda kullanımı çok yaygındır.)

- A: Enjoy the play. B: Thanks. You enjoy your evening too.
  (A: İyi oyunlar. B: Teşekkürler. Size de iyi eğlenceler.)
  (You enjoy your evening as well. or You also enjoy your evening.)

- A: I need to go to the gym. B: Yeah, me too.
  (A: Spor salonuna gitmem lazım. B: Benim de.)
  (Yeah, me also. or Yeah, me as well.)

* We use "either", not "also", "as well" or "too" to connect two negative ideas.
  (İki olumsuz düşünceyi/ibareyi birbirine bağlamak için "either" kullanılır. "Also", "as well" ve "too" kullanılmaz.)
  (Tıpkı "me too" gibi çok teklifsiz/gayrı resmi dilde olumsuz kısa cevap olarak "me neither" kullanılır.)

- Bill's not here. I don't think Dave is either, is he?
  (Bill burada değil/yok. Bence David de burada değildir/David'in de burada olduğunu/olacağını sanmıyorum, öyle değil mi?)
  (I don't think Dave is also/as well/too.)

- A: That's not in paperback yet. It's not been in any book clubs either, has it? B: No.
  (A: Henüz kitap olarak basılmadı/çıkmadı. Hiçbir kitap kulübünde de bulunmuyor, öyle değil mi? B: Evet öyle.)
  (It’s not been in any book clubs also/as well/too, has it?)

- Fatma doesn't speak French. Elif doesn't speak French either.
  (Fatma Fransızca bilmez/konuşamaz. Elif de Fransızca bilmez/konuşamaz.)

- A: I didn't go to school. B: I didn't either.
  (A: Dün okula gitmedim. B: Ben de.)

- A: I don't live in London. B: Me neither.
  (A: Londra'da yaşamıyorum/oturmuyorum. B: Ben de -Londra'da yaşamıyorum/oturmuyorum-.)

- It was a really nice hotel, and it wasn't very expensive either.
  (Çok güzel bir hoteldi ve çok pahalı da değildi.)

* "either" ifadesinin kısa cevaplarda kullanımında "neither" şeklindeki ifadesi daha formal/resmi kullanımdır.

- A: I'm not a teacher at this school. B: I'm not either. / B: Neither am I.
  (A: Ben bu okulda öğretmen değilim. B: Ben de değilim.)

- A: I haven't been to England. B: His sister hasn't either. / B: Neither has his sister.
  (A: İngiltere'de bulunmadım/İngiltere'ye gitmedim. B: Onun kız kardeşi de -gitmedi/bulunmadı.)


Examples / Örnekler

- We are selling the house and the furniture too/as well.
  (Evi satıyoruz, ve mobilyaları da -satıyoruz-.)

- Old cars are cheaper to buy, but they tend to use more petrol. Also, there is a greater risk of accidents.
  (Eski arabalar daha ucuza alınabilir, fakat genellikle daha çok petrol/yakıt tüketirler. Aynı zamanda/Ayrıca, kaza riski daha çoktur/fazladır.)

- Oktay teaches skiing as well.
  (Oktay da kayak öğretir/eğitimi verir. / Oktay kayak da öğretir.)

- A: I've got an idea! B: Me too.
  (A: Bir fikrim var! B: Benim de.)
  (Daha formal/resmî İngilizcede: "So have I!" veya "I have too!" kullanılır.)

- I've also read her other novels.
  (Onun öbür/öteki/diğer romanlarını da okudum.)

- If he wants to go too, he should meet us at 8:00.
  (Eğer o da gitmek/gelmek istiyorsa, bizimle 8'de buluşması gerekiyor.)

- Donna is working on a solution to the problem. I, too, am trying to find a way to resolve the conflict.
  (Donna sorunun çözümü üzerinde çalışıyor/uğraşıyor. Ben de meselenin halli/çözümü için bir yol bulmaya çalışıyorum/uğraşıyorum.)

- The weather wasn't very appealing. I also wanted to stay home and finish my book. That's why I didn't go to the beach.
  (Hava çok güzel değildi. Ben de evde kalıp kitabımı bitirmek istedim. İşte/Zaten bu yüzden/sebeple plaja gitmedim.)

- The car wasn't expensive, and I needed a way to get around town too. That's why I bought it.
  (Araba pahalı değildi, benim de şehri dolaşabileceğim bir şeye ihtiyacım vardı. Bu yüzden arabayı aldım.)

- He is lazy. He doesn't study either. That’s why he doesn't do well in school.
  (O tembel biridir/tembelin tekidir. Derslerine çalışmaz da. Zaten bu yüzden okulda/derslerinde başarılı olamıyor/değil.)

- Jane is too short. She is not a good athlete either. I don't think she would make a good basketball player.
  (Jane çok/aşırı kısa boylu biri. İyi bir atlet de/sporcu da değil. İyi bir basketbolcu olabileceğini sanmıyorum/düşünmüyorum.)

- A : I want to be a doctor. B: So does my brother.
  (A: Doktor olmak istiyorum. B: Kardeşim de -doktor olmak istiyor-.)

- A : My cat can swim. B: So can mine.
  (A: Benim kedim yüzebiliyor. B: Benimki de -benim kedim de yüzebiliyor-.)

- I am on your side. Robert is too.
  (Ben senin yanındayım/tarafındayım/seni tutuyorum/destekliyorum. Robert da -seni tutuyor-.)

- My father didn't want to go to the cinema. He didn't want us to go either.
  (Babam sinemaya gitmek istemedi. Bizim de gitmemizi istemedi/Bize de gitmeyin dedi.)

- I, too, had expected him to pass.
  (Ben de o -sınıfı/sınavı- geçer diye/onun geçeceğini ummuştum.)

- I met many old school friends at the party. I also met some of our teachers.
  (Partide bir çok eski okul arkadaşımla karşılaştım/arkadaşımı gördüm. Öğretmenlerimizden bazılarını da/Bir iki öğretmenimi de gördüm/Öğretmenlerimizden bazılarıyla da karşılaştım.)

- I don't like mathematics and I don't like science either.
  (Matematiği sevmem, ayrıca feni de sevmem.)

- I should also have gone to post office.
  (Benim de postaneye gitmem gerekiyordu.)

- The house is far from the city center; also, it is too small for us.
  (Ev şehir merkezinden uzak, ayrıca/bir de bize çok küçük gelir.)

- He got his article published. He also won an award.
  (Makalesini/yazısını yayınlattı. Ödül de kazandı/aldı.)

- When they withdraw their forces, we shall also withdraw ours.
  (Güçlerini/Askerlerini geri çektiklerinde/geri çektikleri zaman, biz de bizimkilerini/bizim askerlerimizi geri çekeceğiz.)

- Janaki is a keen photographer. She also likes to paint.
  (Janaki bir fotoğraf düşkünüdür. Resim yapmayı da seviyor/sever.)

- Some tablet computers can also be used to make phone calls.
  (Bazı tablet bilgisayarlar aynı zamanda telefon açmak için de kullanılabilir/kullanılabilmektedir.)

- I am not about to buy this house. It is small. Also, it needs a lot of repairs.
  (Bu evi almaya niyetim yok/Bu evi asla almam. Ev küçük. Ayrıca bir çok tamirat da gerektiriyor/istiyor.)

- I know you don't like me. I don't like you either.
  (Beni sevmediğini biliyorum/Biliyorum beni sevmiyorsun. Ben de seni sevmiyorum/senden hoşlanmıyorum.)

- No one believes me, and he doesn't either.
  (Kimse bana inanmıyor, o da -bana inanmıyor-.)

- My parents don't come here often. Neither does Alex.
  (Ailem buraya sık sık gelmez. Alex de -sık sık gelmez-.)